|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
İkisi de Allah'ın emrine uydular. İbrahim, kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada Biz nidâ ettik: “Ey İbrahim!...”
Sâffât Sûresi: 103-104
|
26.10.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kıyamet Günü, "Nerede altmışlıklar?" diye seslenilir. Bu yaş, Allah'ın, “Size, düşünüp ibret alan bir kimseye yetecek kadar ömür vermedik mi?” dediği yaştır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 455
|
26.10.2007
|
|
Mü'minin fena bir sıfatından dolayı, akrabasına da düşmanlık etmez zulümdür
Adalet-i mahzâyı ifade eden “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” (En’âm Sûresi, 6:164.) sırrına göre, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini teşmil etmek, “Muhakkak ki insan çok zalimdir” (İbrahim Sûresi, 14:34.) sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var” dersin?
Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur” sözü durub-u emsâl sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.
Mektûbât, 22. Mektub, 3. Vecih, s. 254
Lügatçe:
adalet-i mahzâ: Tam ve eksiksiz hakiki adalet.
adâvet: Düşmanlık.
bahusus: Özellikle.
teşmil: İçine alma, yayma.
sîga-i mübalâğa: Birşeyin pek mühim ve pek ileri olduğunu ifade eden kelime hali.
sebeb-i adâvet: Düşmanlık sebebi.
kesif: Koyu, çok sık ve sert, şeffaf olmayan.
sirayet: Bulaşma, yayılma.
in’ikâs: Yansıma, aksetme.
esbab: Sebepler.
şe’n: Gerek, karakter, özellik.
durub-u emsâl: Atasözleri.
taallûkat: Yakın akrabalar.
hilâf-ı hakikat: Hakikate zıt, aykırı.
hakikatbîn: Hakikati gören, anlayan ve hakikate inanan.
|
26.10.2007
|
|
Hizmette heyecan
Hayatımızı başarılı ve huzurlu bir şekilde devam ettirebilmemiz için gerekli olan en önemli etkenlerden birisi de yaptığımız işe karşı duyduğumuz heyecandır. Yapacağımız işler, hedeflerimiz, vizyon ve misyonumuz karşısında heyecan duymuyorsak yüksek bir performans göstermemiz beklenemez. Kâinattaki mükemmel döngünün, hârikulâde işlerin ve kusursuz hizmetin altında da bu heyecanın rolü yok mu sizce?
Etrafımıza biraz dikkatli baktığımızda, varlıkların insanlara olan kusursuz hizmetlerinden duydukları heyecan bizi de heyecanlandıracaktır. Karıncanın hiç üşenmeden, dinlenmeden bütün gün çalışmasını düşünün. Ona o gayreti sağlayan, yaptığı işe karşı duyduğu heyecan değil midir? Bir kelebeği neşe ile kırlara doğru sürükleyen nedir? Küreleri uzay boşluğunda çılgınlar gibi koşturan, ırmakları, denizleri coşturan hep bu heyecandır. Nereye baksak bu hiç tükenmeyen enerjiyi, coşkuyu görürüz.
İdealleri karşısında heyecan duyan insanların hayatları da böyle coşkuludur. Monoton ve tekdüzen değildir. Belki yorucudur, belki çetin imtihanlarla doludur ama hiçbir engel onların hizmet heyecanı karşısında duramadığından hayatları başarı öyküleriyle doludur. Zaten onlar ne yorgunluk hissederler, ne de şikâyet ederler. Aksine hayat onlara göre tutkulu, maceralı, renkli hatta eğlencelidir. Korku nedir bilmezler, ölüme bile gülerek giderler.
Bu güne kadar milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına vesile olan Risâle-i Nur hizmetinin asırlara sığmayan başarısının altında, bu uğurda değil dünyasını, ahiretini de feda eden Bediüzzaman Said Nursî ve bu dâvâyı hayatlarından aziz bilen nice kahramanların heyecan dolu azim ve gayretleri vardır. Onların bakışları bile, yüksek ideallerini görür gibi düşündükleri için, aydınlık, ümit ve heyecan doludur. Tıpkı Üstadın Tiflis’te Şeyh San’an Tepesinde din ve fen ilimlerinin bir arada okutulacağı medresesinin hayalini kurarken duyduğu heyecan ve onun bu ümidine şaşan Rus polisine verdiği cevabındaki kararlılık gibi… Ya da bazen avcı hattında, bazen at üzerinde savaşın en şiddetli ânında, böyle bir andan daha heyecan verici ve daha önemli bir hizmetin ihtarıyla “Yaz gardaşım!” diye yükselen heyecan dolu ses gibi. Ve bir elleri kılıçtan önce kalemde hazır bekleyen talebeleri ânında yazıyordu. Artık onlar ne top tüfek sesini, ne de atların çıkardığı sesleri duymuyorlardı. Savaşın gürültüsünden habersiz, kendilerini bambaşka bir âleme kaptırmışlardı. Savaş gelip geçiciydi, bir süre sonra dünya gündemini meşgul bile etmeyecekti. Ama o anda yaptıkları hizmetin kıyamete kadar insanların ebedî hayatlarını kurtaracak ve dünya gündeminden hiç düşmeyecek bir etkisi olacağını biliyorlardı. Orada Müslüman Türk milletinin, İslâm âleminin ve tüm insanlığın kurtuluş çareleri yazılıyordu. O anda bundan daha heyecan verici ne olabilirdi ki?
Sonra her biri ayrı bir heyecan fırtınası şeklinde geçen mahkemeleri düşünelim. Yazdıkları müdafaalarla her biri bir avukattan daha başarılı olan ağabeylerimizin tek gayesi Risâle-i Nurlara ve Üstadımıza haksız yere ilişenlere hakikati anlatmaktı. Hepsi bir aslan parçası gibi, Risâle-i Nurların önüne siper olmuşlardı. Her biri bir kumandandı. Ancak, içlerinden öyle heyecan dolu bir ses yükseliyordu ki, mahkeme heyetine şunları söylüyordu: “Risâle-i Nur uğruna kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara göğsümü gereceğim! Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam, etrafa sıçrayan kanlarımın ‘Risâle-i Nur, Risâle-i Nur’ yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum”. Bu ses Üstadımızın aynası, vekili, kahraman Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizden yükseliyor, adeta arşı titretiyordu.
Mahkemeler, hapishaneler, ödenen bedeller… İncelemeler, tetkikler, araştırmalar ve hepsinde aynı netice. Risâle-i Nurların okunması, bulundurulmasında her hangi bir sakınca olmadığına dair görüşler, berat kararları…
Biz bütün bu yaşananları; Tarihçe-i Hayat’ı ve hizmetimizin yakın tarihini anlatan kitapları okuyarak; dedelerimizden, babalarımızdan, ağabeylerimizden hizmet anılarını dinleyerek öğreniyoruz. Özellikle seksen sonrası kuşak olarak biz hakikaten hizmetin rahata kavuştuğu bir dönemde dünyaya geldik. Onların hissettiği hizmet heyecanını tam mânâsıyla hissedemesek de, hissetmeye ve hizmet aşkını, şevkini yakalamaya çalışıyoruz. Zübeyir Ağabeyin bir sözü vardır: “Fikrin mücadelede muvaffak olabilmesi için iki kuvvete ihtiyaç vardır. O da his ve heyecandır” der.
Zaman zaman bu heyecana muvaffak olamamak endişesine kapılırım. “Bizdeki bu heyecan eksikliği neden? Acaba rahat yaşamanın verdiği bir gafletten midir? Ne de olsa baskın yok, mahkeme yok, hapis yok” diye düşünmüşümdür. Yine böyle düşüncelere daldığım bir vakit, ruhumda açılan bir başka pencereden gelen cevap, aklımı ve kalbimi ümit ve heyecan ışıltıları ile aydınlattı.
Evet, zor günler, yani bizim hiç yaşamadığımız günler geride kaldı. Kışın en çetin günlerini, en şiddetli ayazlarını Üstadımız ve fedakâr, cefakâr ağabeylerimiz yaşadı. Nitekim Üstad “Ben acele ettim kışta geldim” diyor ve bizleri de cennetâsa baharlarla müjdeliyor. Kış mı daha heyecan vericidir, bahar mı? Kış heyecanı farklıdır elbet, şartlar ağırdır, ancak bahar heyecanı bambaşkadır. Bahardan, çiçeklerden söz etmek bile çehremizi ve ruh halimizi değiştirir. Öyleyse biz de hizmette heyecanı pekâlâ yakalayabiliriz. Bahar esintileri yurdumuzun ve dünyanın dört bir yanını kuşatırken, zeminimizde açan rengârenk çiçeklerin kokularını taşımalı her yere. Elimizdeki imkânları ve teknolojiyi kullanarak dünyanın her yerine ulaştırmalıyız Kur’ân’dan gelen hakikatleri.
Baharlar neşe ve enerji dolu, heyecan vericidir. Neden hizmette bahar coşkusunu yaşamayalım ve yaşatmayalım ki? Bunun için birbirimizi harekete geçirmeli, birbirimize örnek ve destek olmalıyız. Dâvâmızda ve birbirimizde fani olmalı, ihlas ve uhuvvet gibi düsturlara azami ölçüde riâyet etmeliyiz. Hizmette heyecan; güzel renk ve kokularıyla zeminimizde açan bahar çiçeklerinin, muhabbet esintilerinin coşkusuyla artarak devam etmelidir.
|
Mehtap YILDIRIM
26.10.2007
|
|
Kardeş olmak
1970’li yılların başında, Ankara’da, belediye otobüsüne el ele tutuşmuş binen iki yolcu… Yolculardan biri 80 yaşının üstünde nur yüzlü, tatlı dilli, sevimli, mübarek bir insan. Diğeri onun torunundan bile küçük 8-9 yaşlarında bir ilköğretim öğrencisi. Küçük, büyüğe otobüste yer gösterir:
“Ağabey, burası boş, sen otur.”
Yolculardan bu sözü duyan insanlar birbirlerine söylenirler: “Aaaa! Bacak kadar çocuk. Dedesi yaşındaki adama ‘ağabey’ diyor.”
Gösterilen boş koltuğa oturan nur yüzlü adam, başını küçük çocuğa çevirir:
“Kardeşim! Hâlim müsaade etseydi ben onlara ağabeyin ne demek olduğunu izah ederdim” dedi.
Burada konu ettiğimiz nur yüzlü insan, Risâle-i Nur Külliyatı’nın pek çok yerinde ismi “Refet Bey” olarak geçen, “Dünya öküz ile balık üzerinde duruyor” hadisinin mânâsını suâl etmek gibi enteresan sorularıyla dikkat çeken ve Üstadın bol bol iltifatlarına mazhar olan Yüzbaşı Refet (Barutçu) Bey’dir.
O, bu hâliyle diğer insanlara ihlas dersini veriyordu. O, Üstadından aldığı ihlas dersini fiilen yaşardı. “Tefâni sırrı” onda adeta okunuyordu. Zira Üstad Said Nursî, İhlas Risâlesi’nde “Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlat, şeyh ile mürid mâbeynindeki (arasındaki) vasıta değildir” der ve hakikî kardeşlik vasıtalarına vurgu yapar.
Refet Ağabeyi lise yıllarımda, fani ömrünün son senelerinde bol bol ziyaret ederek sohbet etmek imkânı buldum. Onu zaman zaman kaldığımız nur dershanesine getirirdim. Yaşlı olmasına rağmen Kur’ân ve iman hizmetleri onun önde gelen düşünceleriydi. Hatıralarını dinlerken aldığımız keyfe diyecek yoktu. Anlatırken bizleri o günlere götürürdü. O günlerin heyecanını sanki birlikte yaşardık.
Refet Ağabey kendisini ziyarete gelen küçük çocuklara “Küçük Sözler”i hediye etmeyi ihmâl etmezdi. Bana da:
“Kardeşim! Bu kardeşlere benim nâmıma birer Küçük Sözler hediye et” derdi. Ben de devamlı yanımda Küçük Sözler’i hazır bulundururdum. Çocuklara Küçük Sözler’i hediye ettikten sonra da:
“Kardeşim, bu kitabın fiyatı, on beş kişiye okutmaktır” derdi. Merhum Refet Ağabeyin hediye ettiği Küçük Sözler kim bilir şimdiye kadar nerelere gitti, kimler okudu? Merhum Dr. Sadullah Nutku Ağabeye de risâleleri o tanıtmıştı.
Refet Ağabeyi evinde sık sık ziyaretine giderdim. O tarihlerde 12 Mart 1971 muhtıra dönemi olduğundan ülkede sıkıyönetim idaresi vardı. Hizmetler bugünkü gibi serbest değildi. Her an baskın olabilir, tutuklanabilirdik. O yıllarda Türkiye’nin diğer yerlerinde olduğu gibi Ankara’da da hapisler, mahkemeler devam ediyordu. Refet Ağabeyi evine ziyarete gittiğimde bana Hastalar Risâlesi’nden okumamı isterdi. Kulakları ağır işittiğinden yanına oturur, duyacağı kadar yüksek sesle okumaya çalışırdım. Benim sesimi öyle zannediyorum ki, apartmanın aşağı ve yukarı daireleri de duyardı. Her gidişimde bir “deva” okurdum. Dinledikten sonra, “Elhamdülillah, şimdi iyi oldum” derdi.
Bir ara askerî hastahanede tedavi gördü. Hastaneye, Üstadın o zaman hayatta olan bazı ağabeyleri ile ziyaretine gittim. Giderken aklıma, ağabeyin benden yine Hastalar Risâlesi’ni okumamı isteyeceği geldi. Risâleyi almayı düşündüm. Fakat tedbir açısından vazgeçtim. Ziyaret sırasında kalabalık içinde bana:
“Ahmet kardeş! Hastalar Risâlesini getirdin mi?” diye sordu. Ben de unuttuğumu söyleyerek geçiştirdim. Sonra bana evinde o günlerin kazasını yapmak düştü, Hastalar Risâlesi’nden bol bol okudum.
Allah ondan razı olsun. Kabri nur, makamı da Cennet olsun.
|
Ahmet ÖZDEMİR
26.10.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Hicretin 17. veya 18. yılında, Şam civarında ‘Amevas taunu’ denilen veba salgını ortaya çıkmıştı. İlk çıkışı Filistin’in Amevas bölgesinde olduğu için bu isimle anılmıştır. Bu hastalıktan yirmi beş bin kişi ölmüştü ki, sahabenin büyüklerinden Şam valisi Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) ve ardından Şam valiliğini üstlenen Muaz bin Cebel (ra) bunlar arasındaydı.
O sene Hz. Ömer (ra) Şam’a gitmek için yola çıkmış, şehrin dışında Şam valisi Ebu Ubeyde ve ordu komutanları tarafından karşılanmıştı. Şam’da şiddetli taun (veba) salgını olduğunu öğrenen halife, çevresindeki sahabilerle istişare ettikten sonra, Şam’a girmekten vazgeçerek geri dönmeye karar vermişti.
Ebu Ubeyde (ra) Hazretleri:
“Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye itiraz etti.
Hz. Ömer de ona şöyle dedi:
“Evet; Allah’ın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçıyoruz. Sen develerini bir tarafı çorak, bir tarafı otlak bir yere götürsen; onları hem çorakta hem otlakta otlatsan, ikisinde de Allah’ın kaderiyle otlatmış olursun!”
Yanındakilerle birlikte Medine’ye dönen Hz. Ömer, salgın hastalığın etrafı sardığını duyunca, başka türlü Şam’dan çıkaramadığı Ebu Ubeyde’ye şöyle bir mektup yazdı:
“Sana selâm olsun. Şu anda sana ihtiyacım var. Seninle bir hususta istişare yapmak istiyorum. Bu sebeple mektubu aldığında hemen yola çık ve gel.”
Hz. Ömer’in (ra) maksadını anlayan Ebu Ubeyde (ra) ise şu cevabı yazdı:
“Ey mü’minlerin emiri! Senin bana niçin ihtiyacın olduğunu biliyorum. Fakat ben Müslüman askerler arasındayım, kendimi onlara tercih edemem. Allah hakkımızdaki hükmünü uygulayıncaya kadar onlardan ayrılmak istemiyorum. Beni yanına çağırmaktan vazgeç!”
Hz. Ömer (ra) mektubu okuyunca ağlamaya başladı. Çevresindekiler:
“Ey mü'minlerin emiri! Ebu Ubeyde vefat mı etti yoksa?” deyince:
“Hayır, ama vefat etmiş gibidir” dedi.
Şam’da taundan vefat eden Ebu Ubeyde’nin (ra) yerine Muaz bin Cebel (ra) vali olmuş, onun da vefatından sonra Amr bin As (ra) onların yerine tayin edilmiştir.
Amr bin Âs, salgından korunmak için insanları toplayıp dağlara çıkmıştır. O sırada veba salgını da sona ermiştir.
Amr’ın bu tedbiri, Hazret-i Ömer’in (ra) hoşuna gitmiştir.
|
Süleyman KÖSMENE
26.10.2007
|
|
|
|