Uzunca bir aradan sonra yine toplu halde kaldırılmaya başlanan şehit cenazelerinde, acılı aileler başta olmak üzere büyük çoğunluğun sergilediği tavır, haklı bir infialin son derece asil ve vakur bir üslûpla ifadesi niteliğindeydi.
Ancak bu hüzünlü buluşmaları kendi emelleri için istismar çiğliğine tenezzül edenler yine oldu.
Bazı yerlerde cenazeye katılanların başlarına takılan “Atam, izindeyiz” yazılı şeritler, “M. Kemal’in askerleriyiz” ve “Her Türk asker doğar” sloganları, bir partinin simgesi olarak bilinen el işaretleri, bunun öne çıkan tipik örnekleriydi.
Kimi yerlerde hızını alamayan tepkicilerin, PKK ile arasına mesafe koymayı bir türlü başaramayan mâlûm partinin teşkilât binalarına saldırmaları ise, işi daha vahim boyutlara taşıyor.
Böylece, terörün en önemli amaçlarından biri olan “iç çatışma” fitnesine zemin hazırlanıyor.
Zaten böyle ortamlar, öteden beri karşılıklı olarak birbirini besleyecek tarzda tezgâhlanan danışıklı tahrik-galeyan kurgusu için biçilmiş kaftan. Nerede “tahrik çeteleri” iş başındaysa, tamamlayıcı unsur olarak “galeyan çeteleri” de sahnedeki yerlerini almakta hiç gecikmiyorlar.
Bu noktada, söz konusu eylemlerde özellikle öne çıkan MHP cenahının dikkatli olması şart.
Bahçeli’nin “Teşkilâtımıza itidal çağrısında bulunuyoruz. Tepkiler kışkırtmaya varmamalı. Provokasyonlara dikkat edilmeli” beyanları (M. Sarıkaya, Sabah, 24.10.07) bu bağlamda dikkat çekici.
Ülkü Ocakları Genel Başkanı Harun Öztürk’ün, “Bir çatışma ortamı çıkarsa devletimizin birlik ve beraberliğini düşünerek sokaklardan geri çekiliriz” (Zaman, 23.10.07) beyanı da, işin ciddiyetinin farkında olunduğuna işaret.
Ancak yine Bahçeli’nin, tepkilerin kontrol altına alınmasını sınırötesi operasyon başta olmak üzere kendi seslendirdikleri taleplerin hükümetçe yerine getirilmesi şartına bağlaması tuhaf.
Bir anlamda “Kandil Dağı vurulmaz, Barzani’nin haddi bildirilmez ve içerideki ‘ihanet odakları’ da Kandil’dekiler gibi halledilmezse tepkiler kontrolden çıkar” demeye mi çalışıyor MHP lideri? Eğer öyle ise bu provokatif söylemle hükümet ve daha ötesinde devlet, tehdit ve şantajla baskı altına alınmış olmuyor mu?
İçeride ve dışarıda iç içe geçmiş pek çok girift boyutu bulunan bir meselede, duygu istismarına dayanan bir provokasyon atmosferi oluşturup yalın kılıç cenk nâraları attıktan sonra itidal çağrısında bulunmanın bir anlamı kalıyor mu?
Aynı şekilde, “Çatışma ortamı doğarsa sokaklardan geri çekiliriz” sözünü yerine getirmek—Allah göstermesin—öyle bir ortam oluştuktan sonra, şimdi söylendiği kadar kolay olur mu?
Son gelişmeler ve milliyetçi-ülkücü kanadın verdiği tepkiler, bir yönüyle o cenahta eskiye kıyasla hissedilir bir “itidale yöneliş” sancısının yaşandığını gösterirken, diğer taraftan genlere işlemiş eski reflekslerden kurtulabilmenin pek de kolay olmadığını açıkça gözler önüne seriyor.
Oysa her ne kadar taraftarlarınca reddedilse de temelinde “ırkçı-Türkçü” damardan beslenen o refleksler, Bediüzzaman’ın tarihî tesbit ve ikazlarıyla hem Türkiye’yi bir çatışma ortamına sürükleme, hem de yüzde 70’i başka unsurlardan oluşan bir toplumda Türkleri hedef haline getirerek ezdirme tehlikesini beraberinde getiriyor.
26.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|