Nefsimiz çoğu zaman hazıra konmak ister. Hiç bir yük altına, hiç bir mes’uliyet altına girmek istemez. Zorluklardan, zahmetlerden hep kaçınır. Meşakkatleri, güçlükleri göze almaktan kaçınır hep...
Doğrudan kendisini alâkadar eden vazifeleri, yükümlülükleri dahi başka birilerine havale eder. O bakımdan, çalışan, didinen, gayretli insanları sever, onlarla dost, arkadaş olmaktan zevk alır o.
Tembelliği, ataleti, miskinliği meslek edinen hevâ-i nefsimiz bu halini devam ettirmek için hep birilerinin yardım ve himmetini beklemeyi alışkanlık haline getirdiğinden öyle ki bazan hiçbir kabiliyeti, hiçbir özelliği olmayanlardan bile yardım ve himaye beklemeyi tercih eder. Ehliyetsiz ve gayretsiz insanlara işini havale etmenin sonucunu da çoğu zaman hesap etmekten acizdir nefsimiz. Liyakatsiz, istidatsız insanlara güvenip, aslî vazifesini onlara havale etmenin zararını-ziyanını bizzat yaşayarak anlar ama o zamanda iş işten geçmiş olur çoğu zaman.
Evet “havalecilik” marazı, dem ve damarlarımıza işlemiş gibi görünüyor. Vazifemizi terk, mes’uliyetlerden kaçınma, yükümlülükleri kabullenmeme hastalıklarına dûçâr olduk maalesef.
Bizi atalete, tembelliğe hapseden bu illetlerden kurtulup, şifâyâb olmanın çarelerini düşünmeyi de, artık lüzumsuz görmeye alıştık.
Bu halimizle habire şikâyetçi oluyoruz. Suçluları aramaya koyuluyoruz. “Ortalık ne zaman düzelecek, bu haksızlıklar, bu zorbalıklar ne zaman son bulacak?” diyerek müştekî olmayı dertlerimize deva zannediyoruz.
Bilfiil harekete geçip, kendimizden başlayarak, üzerimize düşeni bihakkın yerine getirmedikçe, bu yolda her türlü zorluğu, zahmeti, meşakkati göze almadıkça hiçbir problemin çözülemeyeceğini, hiç bir sıkıntının son bulamayacağını maalesef görmek istemiyoruz.
Dâvâmıza ciddiyetle, samimiyetle sahip çıkmadan, kudsî değerlerimizi sahiplenmeden, Yüce Allah’a karşı olan vazifelerimizi ve mükellefiyetlerimizi yerine getirmeden hâl-i âlemin düzeleceği, sıkıntı ve problemlerimizin son bulacağı beklentisini terk etmemiz gerekir.
Hâl-i âlemin ıslahıyla vazifeli olmadığımızı, ancak hâl-i âlemin düzelmesinin ancak ferden ferdâ bizim düzelmemizle mümkün olacağını, bunun da işi başkalarına havale etmekle veya başkalarının kusur ve noksanlıklarını saymakla değil; bizzat kendimizi hesaba çekip, dinî ve vatandaşlık vazifelerimizi bihakkın yerine getirmekle mümkün olacağını derk etmemiz gerekir.
Bunun böyle olduğuna kerrâtla şahit olduk. Alışkanlıklarımızı terk etmememiz sebebiyle değişen hiçbir şey olmadığı için hep hayal kırıklığına uğradık.
Söz gelimi problemlerimizin çözümü, sıkıntılarımızın son bulması noktasında, umutlarımızı hep siyasîlere bağladık, hep Ankara’ya güvendik. Bel bağladığımız, itimat ettiğimiz siyasî kadrolar başa gelirse, problemlerimiz çözülecek, sıkıntılarımız son bulacak, bizler rahat bir nefes alıp, rahat bir ortam içinde serbestçe dinimizi yaşayacaktık.
Tam da istediğimiz dini bütün, bize yakın siyasî kadrolar büyük bir çoğunlukla hükümet oldular, velâkin beklentilerimiz yine boşa çıktı. Çözüm bekleyen sıkıntılarımız, devâ bekleyen dertlerimiz katlanarak devam etti.
Bu noktada Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır önce Münazarat’taki şu tespitleri bize yol gösteriyor: “...Hem de, mağlûp biçare bir reise yahut müdahin memurlara veyahut mantıksız bir kısım zabitlere itimat edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir; yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan, herkesin kalbindeki şefkat-i imâniye olan envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizacından hasıl olan amûd-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.” (s. 44)
Asıl vazifelerimizi başkalarına havale etme alışkanlıklarımızı terk etmeye ne dersiniz?
30.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|