Takvimlere göre bugün Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi Hazretleri 800 yaşında…
UNESCO tarafından “Uluslararası Mevlânâ yılı”nın en hareketli günlerine geliyor olmalıyız yani… Ama… Doğrusunu söylemek gerekirse yapabildiklerimiz, olması gerekenin yanında öyle yetersiz ki… Her açıdan!
Oysa bu yılın, bu günün geleceği yıllar öncesinden belliydi…
En olumlu gelişmenin yine de yayınlar noktasında olduğunu ifade etmek lâzım. Ona da dikkat etmemiz gerektiğini unutmadan… Çünkü; kendi dünyevî çıkarlarına yaldızlı kılıflar arayan kimi “güncel inanç yolcuları”nın, Mevlânâ’nın eteğinden tutup istedikleri yöne çekiştirmekte olduğunu hepimiz biliyoruz.
Mevlânâ adına yakışır sahne eserlerimiz yok… Sinema ürünümüz yok… Hakkında yazılmış roman/lar/ımız da yok…
Yurt içinde ve yurt dışında yapılanlar ise sema gösterileri ve konferanslardan ibaret…
Aslında belki yapılanlarla yetinmek ve mutlu olmak da bir çıkar yol… Nihayetinde yapılabilecekler müktesebatla yakından ilişkili ve kültürel birikimlerimizle sınırlı!
Meselâ... Geçen haftaki yazımda, sevmeyi yeniden öğrenmemiz gerektiğini hatırlatmaya çalışmıştım ya… Gerçekten acizâne bir hatırlatmaydı benimki… Müktesebatımla sınırlı bir hatırlatma… Sevme konusunda en önemli kaynak kullardan biri olan Mevlânâ’ya bakalım bu konuda ne demiş; “Sevgiden acılıklar tatlılaşır. Sevgiden bakırlar altın kesilir. Sevgiden tortulu, bulanık sular, arı-duru bir hale gelir, sevgiden dertler şifa bulur. Sevgiden ölü dirilir, sevgiden padişahlar kul olur. Bu sevgide bilgi neticesidir. Saçma sapan şeylere kapılan kişi nasıl olur da böyle bir tahta oturur ki? Noksan bilgi nereden aşkı doğuracak? Noksan bilgi de bir aşk doğurur ama o aşk, cansız şeylerdir. Noksan bilgi sahibi, cansız bir şeyde dilediği şeyin rengini görünce adeta bir ıslıktan sevgilinin sesini duymuş gibi olur.”
Elime geçen her fırsatta; kültürel köklerimizi oluşturan değerleri okumamızın lüzumundan bahsedip, Dede Korkut’tan başlayarak; Ahmet Yesevî, Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı Velî, Yusuf Has Hâcip’lerle devam edip gelmemiz gerektiğini yazıp söylemeye gayret edişim boşuna değil!
Bugün; “sevgi”, “insan hakları”, “hoşgörü”, “çevrecilik” vb. tüm konularda batılıların dudaklarına kulaklarımızı dayatanlara inat, kaynaklarımıza dikkat çekmek istiyorum cürmümce! 800. yıl bu açıdan büyük bir fırsattı ama… Kaçtı kaçar maalesef! Özellikle kulağının üstüne yatan televizyon kanallarımız sayesinde…
Hassas insanlarca, mistik ortamlarda bile sema dönenlerin konumları üzerinde tartışmalar yapılırken, “800. yıl kutlamaları” afişi asılan bir çok yerde -alışveriş mekânlarının ortasında bile- uluorta sema dönülmesine de şahit oluyoruz bu arada… Onun için bir kere daha “kimler sema dönebilir?” sorusuna en temel kaynaktan Sultan Veled’den verelim cevabı…
Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, “Maarif” (Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1949- Meliha Tarıkâhya tercümesi) isimli eserinin 3’üncü faslına başlarken diyor ki; “ Bunun cevabı mufassaldır, dedik. Sadık ve her türlü mücahedeyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle senelerce Tanrıyı talep etmiş, ondan hâsıl olmuş olan hâlet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş olan bir dervişin döndüğünü ve sazın, rebabın, ney’in sesini işittiği zaman, ilâhî hali ziyadeleşir. Aşk ve fakr müftüleri, derviş için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Tanrıya yaklaşmaktır.
Eğer bu ilâhî hal kendisinde namaz, oruç, zikir ile hâsıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve sema’a izin vermezler.
Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir.
O derviş, mânen tamamiyle imana gark olmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, zulmet içinde zulmet olur. Bundan başka fakr yolu, şeraitin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.”
Bu yazıyla; dünyadan bedenen ayrılışı “Şeb-i Arus / Düğün Gecesi” olarak anılagelen Mevlânâ için yapılan “Doğum Günü” kutlamaları çerçevesinde yapabildiklerimizin yetersizliğine, ne yapsak az kalacağına dikkat çekmek istedim sadece…
Gönül istiyor ki Mevlânâ’ya dünyanın dikkatini çekebilelim, fikirlerine hep birlikte kulak verelim… Ama önceliği kimselere bırakmayalım… Oysa… Mesnevî’nin son yıllarda Amerika’da “en çok satılan kitaplar” listesinde ilk sıraları başka yayınlara bırakmadığını, satılan Mesnevî sayısının 3-4 milyonu bulduğunu duydum geçenlerde… Bu durumda, ülkemizde ise bu sayının 100 binli rakamlarda kalmışlığını da düşünmeliyiz hep birlikte! En azından ve de özellikle kasıtlı ve salakça ortaya atılan “Malezyalaşmak” ortamında biraz olsun zaman ayırın bu noktaya!
Meselâ, Mevlânâ’nın; “Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründügün gibi ol” öğüdüne kulak vermiş olsak toplum olarak… Yaşadığımız toplumsal travmaya düşer miydik?
Evet… Bugün 30 Eylül… Mevlânâ’nın dünyamızı şereflendirişinin 800. yıldönümü… O gönül ehlinin vasiyetiyle sizleri baş başa bırakıyorum efendim… Ruhu şâd olsun; “Ben size, gizli ve aleni, Allah’dan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun.”
30.09.2007
E-Posta:
[email protected]
|