|
|
Abdurrahman ŞEN |
Nasrullah Camii vaazı - 1 - |
|
Yarın, olağanüstü şartlarda kurulan Cumhuriyetimizin 84. yıldönümünü olağanüstü şartlarda kutlayacağımız “Cumhuriyet Bayramı” günü…
Aradan 84 yıl geçmiş olmasına rağmen “olağanüstü”den “olağan”a kolay kolay geçemeyişimizin sırrı belki de İstiklâl Marşımızı ezberlemiş olsak da hiç anlamayışımızda yatıyor. İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif’i doğru dürüst okumayışımızda yatıyor.
Malûm… Mehmet Âkif, İstanbul’da Sebilürreşad’ı çıkartmakta iken 10 Nisan 1920 günü sabahı, namazdan sonra ailesiyle vedalaşıp, on iki yaşındaki oğlu Emin’i yanına alarak Çengelköy’ünde oturduğu evden hareketle –bin bir tehlikeyi göze alıp, bin bir meşakkate katlanarak- 24 Nisan’da, yani Birinci Meclis’in açılışının ertesi günü Ankara’ya vardı. Birinci Meclis’e Burdur mebusu seçilen Âkif, halkı savaşa ikna ve teşvik için Anadolu’nun muhtelif şehirlerini dolaşmaya, buralarda vaazlar vermeye başladı. Bu vaazlarından özellikle Kastamonu Nasrullah Camii’nde, 1920 yılının Kasım ayında verdiği vaazın bugün bile tazeliğini koruduğunu açıkça söyleyebilirim.
Mehmed Akif’in Kastamonu Nasrullah Camii’ndeki bu son derece önemli vaazının, Sebilürreşad’ın Kastamonu’da çıkan ilk nüshasında yayınlanmasıyla Anadolu çapında bir milli uyanışın meşalesi de yakılmış oldu.
Ömer Rıza Doğrul, “Kur’ândan Âyetler ve nesirler” isimli (Yüksel Yayınevi 1944) Âkif’e ait eserinde, Nasrullah Camii vaazının öneminin altını çizmek için vaaz metninin sonunda “Bir Ek” başlığı altında şu yazışmayı koyuyor:
“Bir Ek: Merhum üstad Akif’in Kastamonu’da Nasrullah camii kürsüsünden Türk milletine hitaben verdiği ve her hakikati bütün çıplaklığı ile aydınlattığı bu vaaz, o zaman memleketin her tarafında, her camiinde okunmuş, defalarca basılarak her yere gönderilmiştir.
Şu vesika, vaazın nasıl karşılanmış olduğunu açıklıkla gösteriyor:
Elcezire cephesi kumandanı Nihat Paşa’dan Mehmet Akif’e telgraf:
‘Nasrullah Camii şerifinde verdiğiniz vaazın yer aldığı mecmuanızın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir. Diyarbekir’in büyük camiinde Cuma namazından sonra okunarak hazır bulunan mü’minler manevî nurlarından hisselerince nurlanmışlar ve aydınlanmışlardır. Fakat bu istifade pek sınırlı kalacağından cephe mıntıkasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetleri ile civar müstakil muta¬sarrıflıklar halkını da faydalandırmak ve şerefile hukuku doğrudan doğruya zatı âlinize ait olmak üzre Diyarbekir matbaasında baskıyla çoğaltılarak bütün cepheye dağıtılmıştır. Cenâbı Hakkın din yolundaki çalışmalarınızı ve vatan sevginizi makbul kılması temennisile hürmetlerimi takdim eylerim. 10/2/37 Elcezire - K/ Nihat’
Mehmet Akif de şu cevabı vermiştir:
‘Diyarbekir’de Elcezire Kumandanı Nihat Paşa Hazretlerine
Şahsıma yönelik büyük ilginize kalbimin en samimî duygularıyla teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki vaazın o bölgede ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza duyurulmasına yardım ve aracılık, cidden memnuniyet vericidir. Cenâbı Hak, pek kıymettar bir parçası bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere ulaştırması ve İslâm ümmetinde belirmeye başlayan uyanışı artırsın. Âmin. 16 Şubat 337 Mehmet Akif’
O zaman Ankara’da yayınlanmakta olan “Sebilu-r-Reşad” da 314 üncü {17 Şubat 1337) sayısında şu bilgiyi veriyor:
‘Nasrullah kürsüsündeki vaazı yayınladığımız sayımız ikinci defa basılmışsa da büyük bir kısmı batı ordusuna gönderildiğinden o da bitmiştir. Müsait bir zamanda üçüncü bir defa basılacaktır.’
Bütün bu bilgi; merhum Mehmet Akif’in Nasrullahi kürsüsünde verdiği vaazın bütün milletçe okunmuş, dinlenmiş, çok iyi karşılanmış ve herkese hakikati öğretmek hususunda son derece etkili olmuş olduğunu açıklıkla gösteriyor.”
Kastamonu Nasrullah Camii’nde 1920 Kasım’ında verilen vaazın üzerinden tam 87 yıl geçmiş…
Yarın ise Cumhuriyet Bayramımızın 84’üncü yıldönümü… Kuzey Irak’a harekât tezkeresiyle beraber, “dost” bildiklerimizin gerçek yüzlerini, gerçek niyetlerini kaçıncı defa görmenin şaşkınlığı içinde kimimiz…
Sözü uzatmaya gerek yok…Vaazın geniş bir özetini burada, tam metnini ise www.yeniasya.com.tr’de yayınlıyoruz.
Ancak… Bir küçük bilgiyi de paylaşmak istiyorum içim karara karara da olsa…
İstiklâl Marşımızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’un vefat ettiği Beyoğlu İstiklal Caddesi üzerindeki Mısır Apartmanı’na gitmenizi tavsiye etmiştim ya geçen hafta… Ben bir kere daha gittim hafta içinde… Ve Mısır Apartmanı’nın duvarına 1994 yılında, Mehmet Âkif Araştırmaları Merkezi ve dönemin Beyoğlu Belediye Başkanı olan Nusret Bayraktar tarafından çakılan, daha sonra çalındığı için Dr. Mimar Kadir Topbaş’ın başkanlığı döneminde yenilenerek törenle yerine çakılan tabelânın sadece vidaları duruyordu bina duvarında… “İlgilenen çıkar” umuduyla paylaşayım istedim!
Sözü burada kesiyorum efendim… Mehmet Âkif Beyi dinlemek üzere 87 yıl öncesine, Kastamonu Nasrullah Camii’ne kulaklarımızı, gönlümüzü uzatalım…
“VAAZ:
NASRULLAH KÜRSÜSÜNDEN
Türk Milletine Hitap
Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü
‘Bismillahir- Rahmanir Rahim
Ya eyyuhellezine âmenu lâ tettehizu bîtaneten mîn dinikum la ye’lumekum habalen, veddu ma anîttum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekum-ul-âyati in küntüm ta’kilum…”
TERCÜMESİ
(Yaeyyuhellezine âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost kabul etmeyiniz. Âyeti celiledeki (bitane) içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimî dost, yarıcan, arkadaş, sırdaş mânâlarınadır. Öyle bitane ki (la ye’lunekum habalen) sizlere karşı zarar ziyan vermekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler. (veddu ma anittum) sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler. (Kad ‘ bedetil-bağdau min efvahilim) görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. (ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler, garezler, husûmetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları düşmanlıktan çok büyüktür, çok şiddetlidir. (Kad beyyenna lekum ul âyeti in küntum ta’kilun) bizler size her biri aynî hikmet, mahzi ibret olan ayetlerimizi böyle açık bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin gereğince hareket ederek hem dünyada, hem ahirette selâmet bulursunuz.
TEFSİR
Ey Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye uymaktan başka selâmet yolu yoktur. Takib edilecek hareket yolu, siyaset kuralı tamamile bu âyeti celilede toplanmıştır. Binaenaleyh ulvî mânâsını bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenâbı hak buyuruyor ki:
‘-Ey mü'minler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiçbir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize sırdaş, dost, arkadaş kabul etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek size güleryüz göstermelerine, hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felaketinizden, yıkılmanızdan, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri, düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zabtedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Hâlbuki yüreklerinde kök salmış olan husûmet, ağızlarından taşan ile kıyaslamak mümkün değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyeti celilemizle sizlere açıktan, açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz. Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dünyada ve ahirette zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyeti celilemizin gereğince hareket ederek kurtulursunuz.’
Bu âyeti celile Âli İmran Sûresindedir. Tevbe Suresi’nde de; ‘Ey Müslümanlar, Cenâb-ı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de mü'minlerden kendisine dost edinmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?’ Bu iki âyeti celileden başka diğer âyeti kerime daha vardır ki hep aynı ruhtadır.
Ey cemaati müslimin! İnsan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zamanlar Allah’ın kitabını okurken bu gibi âyeti celileye geldikçe; ‘acaba diğer milletlere karşı biraz şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha, merhametli olmak icab etmez mi idi?’ gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî kuruntulardan başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytanî olsun, o düşünceleri içimden söküp atıncaya kadar nefsimle hayli mücadelelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin kaynağı neydi? Burasını araştıracak olursak işi biraz tabii görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık ‘Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’ nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanî, sosyal konuları pek hoşumuza, gitti. Yazarların ahlakî kıymetlerini ve insaniyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye, başladık. Bu adamların sözleriyle özleri arasında asla münasebet, benzerlik olamıyacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna sonradan gelip yapışan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususile Avrupayı, Asyayı, Afrikayı dolaşarak ‘Avrupalı’ dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytanî kuruntulara kapılmış olduğumdan dolayı Cenâbı Hakka tevbeler ettim.
Devamı yarın
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Bediüzzaman ve Eskişehir |
|
Eskiden insanlar, uzak diyarlara giderken yollarını kaybettikleri veya bir kavşağa geldikleri zaman yüksek yerlere çıkıp etraflarına bakarak yönlerini bulmaya çalışırlarmış.
Şayet hava kapalı olduğundan kutup yıldızını göremezler veya çevrede yönlerini tayin etmelerine yardımcı olacak bir şey de bulamazlarsa eski çağlardan kalma bir âdete başvururlarmış.
Buna göre sol ellerini açıp avuçlarının ayasına hafifçe tükürürler, sağ gözlerinden bir kirpik çekip ucu dışarıya gelecek şekilde o duru ve koyu sıvının içine batırırlarmış.
Sonra gözlerini sıkıca kapatıp kendi iç dünyalarına dönerek o sarada zihinlerini meşgul eden zahirî korkulardan, hissî kaygılardan arınırlar ve samimî bir şekilde tevekkül etmeye çalışırlarmış.
Ardından halis bir niyetle tefevvül edercesine sağ ellerinin işaret parmağını sol ellerinin ayasına hızlıca vururlar ve kirpik ne yöne gitmişse o tarafa dönerek yollarına devam ederlermiş.
O zamanlar, biraz da çaresizliğin tezahürü olan ve genellikle dağlarda, kırlarda, ıssız yerlerde baş vurulan âdeti tatbik edenlerin ekseriyeti mahall-i maksuduna ulaşmış olmalı ki, bu tevatür asırlarca dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelmiş.
Biz de o gün Anadolu'nun en işlek kavşaklarından birindeydik ve son model cep telefonları başta olmak üzere, muhataplarımızla anında irtibat kurabilecek her türlü haberleşme imkânına sahiptik.
Buna rağmen arkadaşlardan birinin teklifi üzerine seyahate tarihî bir heyecan katma hevesine kapıldık ve kirpikle yön tayin etme vazifesini mezkûr âdeti hatırlatan zata verdik.
Böyle bir tavzifi mazhariyet sayan arkadaş hemen az ilerideki tepeciğin üzerine çıktı, âdâbına hassasiyetle riayet ederek âdeti gerçekleştirdi ve kararlı bir el hareketiyle kuzeyi gösterdi.
Onun işaret ettiği istikamette ana yoldan ayrılan ve fazla kullanılmadığı anlaşılan tâli bir yol vardı. Yolun bakımsız hâlini görünce bazı arkadaşlar karşı çıksa da ekseriyetin reyiyle oradan gitmeye karar verdik.
Başlangıçta yol düzgün, manzara güzel olduğundan keyfimiz yerindeydi. Fakat ana yoldan uzaklaştıkça inceleşen asfalt yer yer söküldüğü ve yol, çukurlardan, tümseklerden ibaret bir hâl aldığı için hızımız kesildi, rahatımız bozuldu, neşemiz kaçtı.
Fakat toza, toprağa karışmış vaziyette giderken kuru dere yataklarında rastladığımız kemeri çökmüş taş köprüler, bağrı yanık yolculara hasret kalmış kavşaklarda hâlâ yol gözleyen metruk medreseler, harabe hanlar, virane kervansaraylar gördükçe arabadan inip hepsini ziyaret ederek bir nebze de olsa hasretlerini dindirmenin hazzıyla çektiğimiz meşakkatleri unuttuk.
Zîra onlar, toprağı vatan yapan değerler ve vatana ruh veren eserlerdi.
Onlara baktıkça yaptıran sahavet sahibi insanları, yapan ustaları, çalışan işçileri ve asırlar boyu üzerlerinden gelip geçen, sinelerini mesken edinen yolcuları hatırlayıp hâlleriyle hâllenmeye çalıştık.
Tarihin bu hazin izlerini takip ederek sık ormanlardan, seyrek çalılıklardan, çıplak tepelerden, kuru tarlalardan, yeşil dere boylarından geçtikçe, Anadolu'nun asırlardır hiç değişmeyen talihi ile yüz yüze geldik.
Bunların yanı sıra, ibadet vakitlerinde uğradığımız dağ köylerindeki çeşme başlarında ve cami avlularında yaşını unutmuş ihtiyarlarla yaptığımız sohbetler, atıldığımız maceranın, hatıralarımızı tezyin eden ve başka hiçbir yolla elde edemeyeceğimiz mahsulâtı oldu.
Bu gerçeği idrak edince, asırlar boyu uzak diyarları birbirine bağlayan işlek bir yol olsa da şimdi ancak o havalide yaşayan ahâli tarafından kullanılan ara yolları takip ederek uzun süre gittikten sonra Kanlıpınar mevkiine geldik.
Aslında, daha önce pek çok yerde yaptığımız gibi Kurtuluş Savaşında mühim bir rol oynayan ve adını da orada yaşanan hadiselerden alan bu mevki de biraz durup geçecektik.
Lâkin kuru geven dikenlerine basmamaya dikkat ederek yamaca doğru tırmanıp ovaya baktığımızda, karşımızda koca bir şehir görünce durup uzun uzun seyretmekten kendimizi alamadık.
Eskişehir'di; sabah sisi ile fabrika dumanları içinde kaynaşan bu şehir. Selçuklular, Romalılardan aldıkları zaman harabe hâlini anlatmak için bu adı vermişlerdi. Osmanlılar da pek itibar etmediklerinden asırlarca ismi ile müsemma olarak kalmıştı.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru demiryolunun geçmesi ile hızla gelişmesine, Cumhuriyet döneminde okul binaları, fabrikalar, hanlar, apartmanlar yapılarak yepyeni bir çehreye bürünmesine rağmen 'eski' sıfatını adından atamamıştı.
Biz şehrin adından, sıfatından, lüle taşından, içinden geçen Porsuk çayından, şanından, şatafatından ziyade Bediüzzaman'ın kaldığı oteli, uğradığı menzilleri, ikamet ettiği evleri ve şefkatini celbeden cihetleri merak ediyorduk.
Zîra onun, hayatının ilk mahkûmiyetini orada almasına ve talebeleri ile birlikte aylarca hapishanede yatmasına rağmen, şiarı olan şefkatini bariz bir şekilde izhar ettiği ender yerlerden biriydi Eskişehir.
Hatta, Hızır Aleyhisselâmın teşhisi, Ladikli Ahmed Ağanın ifşâsı ile 'Şehirde taş üstünde taş bırakmayacak olan müthiş zelzelenin' yaklaştığını müşahede edince birkaç gün Emirdağ'dan, Eskişehir'e bakan Kanlıpınar mevkiine gelerek duâ etmiş ve 'Erzincan'dakinden daha büyük olan zelzeleye' mani olmuştu.
O anda, öyle makbul ve müstecap bir duânın yapıldığı yerde bulunduğumuzu hissedince, biz de ellerimizi Allah'a açıp beşeriyet, İslâm âlemi, millet, Eskişehir ahâlisi, ailemiz ve şahsımız için kendimizce dileklerde, isteklerde bulunarak şehre hareket ettik.
Üstadın buraya geldiği zamanlar yaptığı gibi bizim de ilk durağımız Yıldız Oteli olacaktı ama Eskişehir'in içtimaî çehresine mânevî bir güzellik kazandıran nuranî tebessüm hatlarından, o otelde ve çevresinde Üstadı tahattur ettirecek hiçbir şeyin kalmadığını öğrenince vazgeçtik.
Bunun üzerine yolumuzu Üstadın arada bir uğradığı Muttalip köyünden geçirdik. Oradan, Şükrü Efendinin bahçe içindeki ahşap köşküne gittik ve Üstadın ilk zamanlar şehre geldikçe kaldığı yeri gördük.
Ardından, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından yaptırılan ve zaman içinde bazı tamirat görse de aslî şeklini büyük ölçüde koruyan şehrin en eski camiine gittik.
Banisinden ziyade, kesme taştan yapıldığı için renginden dolayı Akcami diye anılan bu camiye, Eskişehir Hapishanesi'nde kaldığı yıllarda, bir Cuma günü Said Nursî de gelmek istemiş ve hapishane müdürüne "Benim bu gün mutlaka Akcami'de bulunmam lâzım" diye seslenmiş.
Onun bu isteğini "Peki Efendi Hazretleri" diyerek geçiştiren müdür, öğle vakti camiye gidemeyeceğini söylemek üzere koğuşuna gittiğinde, kapı kilitli olduğu hâlde onu içeride göremeyince telâşlanmış.
Bunun üzerine hemen Akcami'ye koşan müdür, Üstadın birinci safta mihrabın sağ tarafında namaz kıldığını görünce şaşırmış ve götürmek için namazın bitmesini beklemiş. Namazdan sonra bulamayınca hapishaneye gelip koğuşa baktığında onun 'Allahu Ekber' diyerek secdeye kapandığını görünce hayretler içinde kalmış.
Daha önce Son Şahitler'de defalarca okuduğumuz hatırayı bizzat yaşandığı yerde dinlemenin hazzı bir başkaydı. Onun için tahiyyat-ı mescid namazını en önde ve mihrabın sağ tarafında kılarak o kerametvâri hâlle hemhâl olmaya çalıştık.
Camiden çıkınca, Said Nursî'nin şefkatinin tezahür ettiği mevkîde başlayan gezimizi; onun şefkatini gözyaşları içinde terennüm ettiği bir başka menzile giderek tezyin etmek istedik ve eski hapishanenin bulunduğu yere doğru yürüdük.
"Bir zamanlar, Eskişehir Hapishanesi'nin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşımdaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında, çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar. Kat’î müşahede ettim, onların o acınacak hâllerine ağladım."
Oraya varınca gördük ki; Üstad Hazretlerinin, tahassüslerini bu şekilde terennüm ettiği o tablo zahiren biraz değişmiş. Onun ve talebelerinin bir yıl kadar kaldıkları hapishane yıkılmış, lisenin bahçesi küçültülmüş.
Lâkin siyasî ve beşerî manzara pek değişmemiş.
O zamanki şekliyle duran lise binasının bahçesinde yine 'Büyük kızlar ve talebeler gülerek raks ediyorlar.' 'Sefâheti ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi' onlara 'elli sene sonraki vaziyetlerini' hatırlatarak intibaha gelmelerini sağlamak isteyen Nur talebelerini, 'karşılarına dikilerek' durdurmaya çalışıyorlar.
Bu gün buraya, yetmiş iki sene önce orada raks eden o kızlardan biri ile gelmeyi, manzarayı seyrederek hatıralarını dinledikten sonra 'Üçüncü Mesele'yi okuyup duygularını öğrenmeyi çok isterdik!..
O zamanki talebelerden beş on tanesinin hayatta olması muhtemeldi. Okulun kayıt defterlerini inceleyerek onların kimliklerini tesbit etmek mümkün olmasına rağmen, onlara ulaşılıp ulaşılamayacağını bilmediğimizden öyle bir hayatî hatırayı dinlemeye teşebbüs bile edemedik.
Bu yüzden mahzun ve mahcup bir ruh hâli içinde, şehrin yegâne tarihî semti olan Odunpazarı'na, Üstadın, ellili yılların sonlarına doğru sık sık gelip kaldığı evi görmeye gittik.
Talebesi Abdülvahid Tabakçı'ya ait olan ve yarı bodrum küçük bir odunluk üzerine yapılan iki katlı cumbalı evin, kilim serili ahşap merdiveni takip ederek Üstada tahsis edilen odaya gireceğimiz sırada, onun huzuruna çıkıyormuş gibi bir hisse kapıldık.
O zamandan bu yana pek değişmediği anlaşılan odanın kireç badanalı duvarlarına baksak eşkalini görecek; ahşap aksama kulağımızı dayasak zikir seslerini duyacak, kapı, pencere kollarına, dolap kapaklarına dokunsak elinin sıcaklığını hissedecek, tahta döşemeye çıplak ayakla bassak, ayak izlerine değecek kadar ona yakın hissettik kendimizi.
Said Nursî'nin adı anıldıkça derlenip toparlanan hâne sakinleri, o odada hissettiğimiz şeyleri teyid eden fevkalâde hâller yaşadıklarını söyleyince bu odanın ev için, evin de Eskişehir için manevî bir hediye olduğunu anladık.
Aslında her yerinde Nur hizmetlerine ait pek çok ev, daire, bina, işletme, kuruluş, müessese olsa da maddesi itibariyle Said Nursî'yi tahattur ettiren böyle Nur menzilleri pek kalmadı.
Onun için Nurs'ta, Kastamonu'da, Isparta'da, Barla'da, Sarıyer'de ve Afyon'da olduğu gibi bu ev de onun adına alınıp aslı korunarak onarılmalı ve aynı zamanda müze vazifesini de ifa edecek bir hizmet merkezi hâline getirilmeli.
Müzecilikte, büyük zâtlara ait olan veya tarihî değer izafe edilen bir eşyayı yenilemekten ziyade aslını korumak muteber olduğundan, mezkûr şehirlerdeki evler o imkânı kaybetti.
Bediüzzaman Said Nursî'nin, Eskişehir'e her gelişinde 'Benim evimdir' diyerek huzur içinde kaldığı ve vefat seferine başladığı bu evinse hâlâ böyle bir şansı var.
Fakat bu şansın daha ne kadar devam edeceği meçhûl.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Costner’li Atatürk |
|
“Çıkış Yok” Kevin Costner’in çıkış yapan filmiydi. Ardından “JFK,” “Robin Hood” gibi gişe yapan filmlerde rol aldı. “Kurtlarla Dans” hem oyunculuk, hem de yönetmen alanında ona ödül getirdi. “Bodyguard” filminden sonra Costner kendi bütçesiyle çektiği filmlerde çuvalladı. Son yıllarda yaptığı filmlerle düşüş gösterdi... Artık hiçbir filmi iş yapmaz oldu.
Doğrusu gazetelerde Costner’ın elinde gitarlı bir ilân görünce yeni filmi gösterimde zannettik. Meğer, Türkiye’ye gelip, konser vereceği duyurusuymuş bu… Böylelikle müzisyen bir yanını da öğrenmiş olduk.
Hal böyle olunca bizimkilerden “uyanık” bir yapımcı hemen Costner’a Atatürk’ü canlandırmak için bir film teklifi götürmüş.
Costner’da galiba bu teklifi ciddiye almış olacak ki “bir düşüneyim” demiş.
Farkında mısınız, Türkiye’ye gelen her Hollywood yıldızına bu teklif götürülür.
Neden?
İki sebepten dolayı.
Birincisi: Yapımcı kendi adını duyurmak ister… Çünkü, nasıl olsa bu film olmayacak. Ama reklâm için bundan iyi fırsat olmaz.
İkincisi; filmleri iş yapmayan her Hollywood oyuncu ve yönetmen moral depolamak için muhakkak Türkiye’ye uğrar. Krallar gibi karşılanır ve çekilmeyen bir Atatürk filmi için de bu teklif, oyuncu için övünç kaynağıdır!!!
Boş kaşıkla, al gülüm ver gülüm hesabı.
AĞLAMA TERAPİLERİ
Şebnem Kısaparmak, Kanal 7’de sürdürdüğü “ağlama terapi”lerini Fox TV’ye taşıdı.
Bir ağıt, uzun hava, şiir… Dram unsurunu çağrıştıran hangi argüman varsa, stüdyodaki seyircileri ağlatmak için kullanır. Eh, başarılı da oluyor...
Yoksa, oraya gelenler ağlamak için özel getirilmiş kiralık seyirciler mi var diye zaman zaman kuşkuya düşüyorum.
Kısaparmak, programı kendi akışına bıraksa hiç fena olmaz. Bir de, ağlatmak için özel çaba sarfetmese…
Türkiye zaten gergin… İnsanımız zaten duygusal… Bir de bu tür programlarla “ağlatma” çabalarını, çok yersiz ve anlamsız buluyorum.
STV VE KANAL 7’YE…
Bir okurumuz hatırlattı. Sağolsun, ne zamandır yazmayı düşünüyordum, fırsat bu güne imiş…
Samanyolu ve Kanal 7’de ekrana gelen “sır”lı dizilerin çoğu bölümlerde hep “olumsuz” görüntüler var… Zaten konuların çoğu, acı, ıstırap ve şiddet yüklü… Meselâ kırkbeş dakikalık bir bölümün kırk dakikası olumsuz… Dizinin geri kalan bölümü ise ancak mesaj veriyor. Yani, keçiboynuzu tadında. Bu olumsuz sahnelerin çoğunluğu insan psikolojisini baya baya etkiliyor.
Okurumuz soruyor:
“Bu tarz dizi ve sinemaları asla izlemiyorum. Bu duruma benim gibi tepkili olan başka insanlardan da benzer şikâyetler duydum. Müsbet yayıncılık anlayışıyla yola çıkan bu kuruluşların, şiddet, acı, keder ve menfi mesaj vermesi ne kadar doğru? Amaç, kitle iletişim araçlarının topluma olumlu değerler aktarma zorunluluğu değil mi?”
Hak veriyorum.
Bence bu “eleştiri”yi yabana atmayın.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Farklı meşrepteki insanların bir arada olması mümkündür |
|
Nefis ve hevamızın esiri olup, onun boyunduruğuna girince, kendi hata ve kusurlarımızı hep görmezlikten gelip, durmadan başkalarının eksiğini su yüzüne çıkarmayı alışkanlık haline getiriyoruz.
Sürü ile kusurlarımızı, günahlarımızı es geçip, hakemliğe veya hâkimliğe soyunup en yakın dostlarımızı yargılamaya, hüküm vermeye kalkışıyoruz, hatta bazen de infazına dahi karar vermekten çekinmiyoruz.
İnsafsız ve acımasız nefsimiz hakem olunca zaman zaman beşeriyet iktizası olarak dâvâ arkadaşlarımızdan sudur eden çok basit hataları büyüteç altına alıyoruz. Bunları sebeb-i nizâ sayarak mantıksız münakaşalara kapı aralıyoruz.
Gizli veya açık hata ve kusurlarımızı görmediğimiz müddetçe veya görüp de onların ıslâhına çalışmadığımız müddetçe, çevremizdeki dost ve arkadaşlarımızla barış içinde bir arada yaşamamız zor.
İnsanlarla olan ilişkilerimizin, dost ve dâvâ arkadaşlarımızla olan samimî diyaloğun çaresi ve reçetesi sevgidir, muhabbettir, şefkattir, hoşgörüdür, gıybet gibi dostluk bağlarını zedeleyen kötü alışkanlıklardan uzak durmaktır, hatta bunlara zemin hazırlayan kapıları kapamaktır.
Hele ulvî bir dâvâya gönül veren hizmet erleri için, kudsî bir hizmeti vazife bilen hadimler için uhuvvet, şefkat, hoşgörü gibi hasletleri prensip edinmek vazgeçilmez yükümlülüklerdir zaten.
Nurlarla hizmeti esas alan ve o çerçevede hizmet-i Kur’âniyeyi şiar edinen hizmet ehli insanların, bu hizmetin olmazsa olmazlarından olan ihlâs, uhuvvet ve tesanüt gibi hasletleri rencide edecek olan, her türlü kırıcı, incitici söz ve hareketlerden şiddetle kaçınmaları önemli bir mükellefiyettir.
Çünkü bu kudsî hizmetin dinamosu, bu hizmet kervanının lokomotifi sevgidir, kardeşliktir, samimî dostluktur. Bunların olmadığı bir yerde sağlıklı, verimli ve kalıcı bir hizmetten bahsetmek mümkün değil.
Sevgi, muhabbet, şefkat, merhametin Nur hizmetindeki yerini ve önemini çok iyi teşhis ve tesbit eden Bediüzzaman; bu güzel hasletleri bizzat kendi yaşantısıyla hayata geçirerek örnek olmuş; talebelerine de böyle bir yaşantının içinde olmalarını tavsiye ve telkin etmiştir.
O büyük insanın, saff-ı evvel dediğimiz ilk talebelerine muhatabiyetinde, onlara karşı hâl ve davranışlarında hep sevgiyi, şefkati ve hoşgörüyü görmekteyiz.
Değil yakın talebelerine, talebesi olmayan sıradan hiçbir insana rencide edici, incitici hiçbir söz ve davranışta bulunduğu vâki değildir Bediüzzaman’ın.
O “Bizler muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur” diyerek her zaman, herkesi kucakladı, herkese şefkat ve muhabbetle yaklaştı.
Yakın talebelerini daha bir sıcak ve samimî bir muhabbetle kucakladı, bağrına bastı, onlara iltifat etti, takdir etti…
Onlara gönderdiği mektuplardaki iltifat, takdir, teşvik ifadeleri dahi, Bedüzzaman’ın hzmet-i Kur’âniyede bulunan en sıradan talebelerine ne derece önem verdiğini, onlara olan muhabbet ve sevgisinin seviyesini gözler önüne seriyor.
“Aziz, sıddık, vefakâr, cefakâr, kahraman kardeşlerim…” gibi takdir ve iltifat yüklü mektup başlıkları, Bediüzzaman’ın talebelerine hitaben istisnasız her mektubunda istimal ettiği ifadelerdir.
Buradan hareketle şöyle bir suâl akla gelebilir: Üstadlarının medihlerine, iltifatlarına mahzar olan saff-ı evvel ağabeylerin hiçbir kusurları, hataları olmuyor muydu? Onların bütün hal ve davranışları mükemmel miydi?
Hemen belirtelim ki, onlardan da bilerek veya bilmeyerek bazı hata ve yanlışlar sudur oluyordu. Beşer olmalarının bir gereği olarak onların da bazı zaafları, vartaları olabiliyordu.
Bediüzzaman’ı tanımadan önce farklı meşreplere sahip, değişik fıtratları olan bu insanlar, Risâle-i Nur’u tanıdıktan sonra her ne kadar eski huylarını, alışkanlıklarını terk etmiş olsalar da, bazı konulardaki değişik görüş ve düşünceleri devam ediyordu.
İşte Bediüzzaman, değişik meşreplere, farklı mizaç ve kabiliyetlere sahip bu bahtiyarların, aynı potada, aynı dâvâ etrafında kenetlenmesini sağlayan bir dahi ve aynı zamanda nümune-i imtisal bir idarecidir.
Onların zaaflarını, kabiliyetlerini, meşreplerini nazara alarak, o şekilde onlara muhatap olan ve vazife taksimi yapan Bediüzzaman, ufak tefek soğuklukları da hoşgörü ve müsamaha ile yaklaşarak hallederdi.
Bilemiyorum bizler bu anlayışın neresindeyiz?
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Acele edelim |
|
Evet dostlar, lütfen acele edelim. Vaktimiz çok az, zaman kısa, yol uzun. Bu kadar zamanda bu kadar işleri yapmak için bir saniye bile durmaya hakkımız yok.
Yoksa kendimizi ölümsüz bilip, lüzumlu işleri de lüzumsuz mu görüyoruz? Halbu ki geriye doğru şöyle bir baktığımızda, “Zaman ne çabuk geçiyor” diyen bizler değil miyiz?
İlkokula başladığımızda, “Daha dün annemizin kollarında yaşarken” şarkısını söylüyorduk. Liseyi bitirip üniversite kapısına gelenler ise, “ilkokula başladığım günleri daha dün gibi hatırlıyorum. Mavi önlük ve beyaz yakalıkla kendimi ne kadar mutlu hissetmiştim” diyorlar. (Daha eskiler siyah önlük giydiklerini hatırlayacaklardır.)
Evlenip de çoluk çocuğa karışanlar ise, “Daha dün kendimiz çocuktuk, bugün çocuklarımızı seviyoruz” diyerek bulundukları noktaya ne çabuk geldiklerine şaşırmaktadırlar. Çalıştıkları işten emekli olarak torun torba sahibi olanlar ise, “Artık bizden geçti” demeye başlarlar. Yaşlandıklarını, artık gençlik günlerinin bir daha geri gelmeyeceğini kabul ederek kendilerini kabirden sonrasına hazırlamak isterler.
İsterler ama, daha önce bir hazırlıkları yoksa, bundan sonra hazırlanacak kadar bir vakitleri kalmış mıdır acaba? İşte o konuda kimsenin bir garantisi yoktur. Nitekim her gün çevremizde çocuk, genç, orta yaşlı, ileri yaşlı demeden her yaşta insanların ölüm haberlerini alıyoruz. Onlar tabutları içinde eller üstünde kabre doğru yol alırken, “Şimdi o tabutta ben de olabilirdim” diye düşünüyor muyuz? Veya, “Bir gün mutlaka ben de o yolculuğa çıkacağım ama, acaba o gün ne kadar yakın” diye hiç aklımızdan geçiyor mu?
“Ben daha çocuğum, ben daha gencim, benden yaşlı insanlar var” diyerek ölümü kendilerine yakıştıramayanlar, bir kabir ziyaretinde bulunsalar ve mezar taşlarındaki kitabeleri okusalar, kendilerinden çok daha küçük yaşta vefat etmiş olanların orada yatmakta olduklarını göreceklerdir. Kulaklarını mezar taşlarına yapıştırıp dinleseler, her halde şöyle sesler işiteceklerdir:
“Daha dün sizin gibi yer yüzünde yaşarken,
Sizin gibi yürüyüp, sizin gibi koşarken,
Şimdi ölümlü olduk, kabirleri doldurduk”
Sen hey, bilgisayar başında sabahlayan delikanlı! Acele et, gençlik bir şimşek gibi çakıp geçecek. O güzelim yıllar, bir sel gibi akıp gidecek. “Gençliğini nerede ve nasıl geçirdin?”sorusunun cevabını hazırlamaya bak. Yarın bu soru ile karşılaştığında, “Arkadaşlarımla chat yaptım” diye cevap verecek olursan, bu cevap seni kurtarmaz. Öyleyse bu çok değerli vakitlerini dünya ve ahiretin için faydalı olacak işlerde değerlendir.
Sen hey fabrikada çalışan işçi, tezgâhı başında mal satan esnaf, masa başında hizmet veren memur! Sabahları işine yetişebilmek için acele ediyor, kahvaltı bile yapmadan evden çıkıyorsun. Geç kalacak olursan bir taksiye atlıyorsun. Peki, ebedî hayatın olan ahirette sana lâzım olacak nafakanı kazanmak için de bu kadar acele ediyor musun? Ezan sesini işittiğinde cemaatle namaz kılmaya yetişmek için taksi çevirdin mi hiç? Yoksa, “Ben de sonra kılarım” diyerek namazı erteleyip, sonra da araya başka işlerin girmesiyle namazları hep kazaya mı bıraktın? Sen namazlarını kaza etme fırsatı bulamadan ya senin başına bir kaza gelirse?
Evet beyler, bayanlar, gençler, yaşlılar! Lütfen acele edelim. Cenâb-ı Hak bizim için Cennet yaratmış, ebedî saadet sarayları inşâ etmiş, cemâlini bize göstermeyi vaad etmiş. Bizi dâvet ediyor. Bu dâvete icabet etmek için acele edelim. “Acele işe şeytan karışır” mı diyorsunuz? Hayır hayır, böyle işlere şeytan karışamaz. Şeytan ancak dünyaya ait olan ve tedbir alınmadan yapılan işlere karışabilir. Ama ahirete ait olan hayırlı işlere şeytanın ne haddi var ki karışsın.
Peygamber Efendimiz (asm) “Hayırlı işlerde acele ediniz, tâ ki bir şer gelip o işi bozmasın” buyuruyorlar. Öyleyse, acele edelim, “Ömür sermayemiz çok az, lüzumlu işler ise pek çoktur”.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Abdülhamid siyaseti ve bölücülük |
|
Rum Patrikhanesiyle Bulgar Kilisesi arasında ayrıldıkları andan itibaren devam edegelen bir kısım ihtilâflar vardı. Kilise mallarının aidiyeti konusunda bir türlü anlaşamıyorlardı. İttihatçıların iktidara el koyduktan sonra yaptıkları icraatlardan biri de 3 Temmuz 1911 tarihli bir kanunla bu meseleyi çözüme kavuşturmalarıydı. Bu duruma göre kilise ve okulların hangi unsura ait olduğu nüfus durumuna göre belirleniyor ve aradaki ihtilâfa son veriliyordu.
İşte bu kanundan sonradır ki aralarındaki ihtilâf kalkan Balkan ülkeleri birleşip Osmanlıya karşı Balkan Savaşlarını başlatmışlardı.
Merhum Sultan Abdülhamid saltanatı döneminde, Rum Patrikhanesiyle Bulgar Kiliselerinin ihtilâflarından yararlanarak, “Düşmanın düşmanı düşman kaldıkça dosttur” misali, Osmanlılara karşı ittifak etmelerini önleyici polikitalar izlemişti. Düşmanın Selanik’e gelmek üzere olduğunu öğrenen ve o an için Selanik Alatin köşkünde kalmaya mecbur edilen sabık Sultana durum haber verilince, dört Balkan ülkesinin Osmanlıya karşı ittifakına ve hükümetin bundan haberdar olmamasına hayret etmişti. Kendisine gazete dahi okutulmadığı için durumu bilmeyen Sultan, hemen Rum Patrikhanesiyle Bulgar Kilisesi arasındaki ihtilafın halledilip halledilmediğini sormuş, durumu öğrenince de “Eyvah!” demekten kendini alamamıştı.
En zor şartlarda koca bir devleti 33 sene savaşa ve ciddî sıkıntılara sokmadan idare edebilmek büyük başarıydı. Değerini aleyhinde olanlar bile çoktan anlamışlardı. Hatta İttihatçılardan Enver ve Talat Paşalar I. Cihan Savaşına Almanlarla birlikte Osmanlının da girdiği o günlerde Beylerbeyi Sarayında ikamet etmekte olan Abdülhamid’e İshak Paşayı göndermiş, tecrübelerinden yararlanmak istemişlerdi. Savaş başladığı için artık söylenebilecek hiçbir fikir ve tavsiyesi kalmadığını belirtmişti Abdülhamid. Almanya ve Avusturyayla birlikte savaşa girmek büyük bir sorumsuzluktu. Dünya denizlerine hakim olan devletler yanında kara devletleri olan bu iki devletle birlikte savaşa girmek tek kelimeyle yanlıştı.
Sultan Abdülhamid saltanattayken ise gayet usta siyasetiyle Arap milliyetçiliğini körükleyen İngilizlere karşı da İslâm kardeşliği teziyle karşı durmuştu. İngilizler halifeliğin Kureyş’in, dolayısıyla Arapların hakkı olduğunu ileri sürerek Osmanlı halifesi yerine Mısır Hidivini halife seçtirmek istiyorlardı. Bunun için Abdülhamid İslâm kardeşliği, birlik ve beraberliğe ağırlık verdi. Tarikat şeyhlerinden tut, nüfuzlu kabile reislerine varıncaya kadar herkesten faydalandı. Bunları Anadolu ve Suriye başta olmak üzere Müslümanların çoğunlukla bulunduğu bölgelere gönderdi. Kardeşlik, birlik ve beraberliğin önemini anlattırdı. O gittikten sonra ise maalesef Araplar da İngilizlerin oyunlarına gelip bizden kopacaklardı.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
“Habersiz Buluşma” notları… |
|
“Habersiz Buluşma” Sakıp Sabancı Müzesinde 1 Kasım’da sona erecek olan serginin adı. Gazetelerde sergi ile ilgili haberleri okuduğumda “İşte kaçırmamam gereken bir sergi daha!” diye düşünüp fırsat kolluyordum. Temennim makbul duâ hükmüne geçmiş olmalı ki, beklediğim fırsatı yakaladım ve güneşli bir İstanbul sabahında yola çıktım. Şehitlerimiz için düzenlenen toplu yürüyüşler trafik akışını değiştirdiğinden epeyce bir gecikmeyle müzeye vasıl oldum. Ama izlenimlerim bu çileli yolculuğa değdi.
Öyle ya, Uğur Derman Hoca ve yedi kuşak İstanbullu emekli edebiyat öğretmeni olan Mualla Öner Hanımefendi eşliğinde sergi ziyaret etmek doğrusu her kula nasib olmaz!
Eserler “Evrensel bir lisan olarak
oyutluk” çerçevesinde seçilmiş.
Serginin girişindeki alanda Rahmetli Sabancı plazma ekrandan müzede yer alan koleksiyonları hakkında bilgi veriyor. “İnsanlar bir gün fanidir gider. Malları varisleri arasında paylaştırılır. Ama koleksiyonların paylaşılmaması gerekir. O yüzden tüm koleksiyonlarımı Sabancı Üniversitesine bıraktım” sözleri bana ne kadar da ibretli geliyor…
Sabancı’nın koleksiyonu Berlin, New York ve Paris’ gezmiş. Hatta Paris Louvre Müzesinde sergi akabinde hat ve resim eserleri bir dönem ders olarak etüd edilip değerlendirilmiş sanat öğrencilerince…
Hüsn-ü hat aşıkları…
Sergiyi gezerken kulaklarımın pasını silen tertemiz İstanbul şivesiyle hat eserlerini değerlendiren, âyet ve hadisler hakkında yanındaki beyefendiyle mütalâalarda bulunan ak saçlı hanımefendi dikkatimi çekiyor. Birkaç kişiden oluşan bu küçük gruptaki bilgiler beni mıknatıs gibi cezb ediyor. Hat eserlerinin yanında sûre ve âyetlerin açılımları da verilmediği için bulmaca çözer gibi uğraşıp durduğumdan hemen yanlarına yaklaşıyor, bilgilerinden istifade etmeye çalışıyorum. İşte Prof. Dr. Uğur Derman ve Mualla Öner… Hüsn-ü hat aşıkları…
“Elleri nurlar içinde kalsın!”
Mualla Hanım’ın hat eserlerini yorumladıktan sonra yaptığı duâ bu. Hafız Osman’ın, Şeyh Hamdullah’ın, Kadıasker Mustafa İzzet’in hat eserleri, Mustafa Rakım Efendi’nin tuğraları, hüsn-ü hatları… Fatih’te adına bir ilköğretim okulu olan ve türbesi de yine aynı semtte yer alan Mustafa Rakım Efendi’nin eserleri meğer dünya başşehirlerini dolaşmış… Hat san'atının en büyük isimlerinden olan Hattat Rakım (1758-1826) padişaha yaptığı tuğralarıyla da meşhur. Hattatların dünyasında padişaha has tuğralar yapmak çok önemli bir vazife.
Vav harfi
Mualla Hanıma hat san'atında sıkça kullanılan bu harfin hikmetini soruyorum. İşte aldığım cevap:
“Ebced hesabına göre bu harf 6 rakamına tekabül eder. Bulunduğumuz mekânlarda ön, arka, alt, üst, sağ, sol olmak üzere 6 cephe vardır. Bakara Sûresi, 115. âyet Allah’ın her yeri kuşattığını ifade eder: “Doğu da Batı da Allah’ındır; bütün yeryüzü sizin için bir mesciddir. Her nerede Kıbleye yönelirseniz Allah’ın rızası oradadır.”
“Semazenlerin devamlı dönmesi de Allah’ın her yerde olduğunu sembolize eder” diyor.
“Bir de ‘çifte vav’ vardır” diye de ekliyor. “İki tane 6 yan yana gelince 66 eder. Allah lâfzının ebced hesabıyla karşılığı da 66’dır. Çifte vav, aynı zamanda ebcet hesabıyla Allah demektir….”
“Osmanlıda yeniçerilerin oklarının uzunluğu da 66 dikkate alınarak ayarlanmıştır. Okmeydanı’nda, Nişantaşı’ndaki okçular için hazırlanmış hedef taşlarının boyu da 66 dikkate alınarak yapılmıştır.”
Onu dinlerken “Her şey matematikle ne kadar da iç içe! Batının çağdaş eserleri 15. yüzyılda yapılan eserlerin yanında okula yeni başlayan çocukların çizimlerine benziyor ” diye düşünüyorum. Köklerimle, ecdadımla gurur duyuyorum…
Mualla Hoca, Pazar günü yapılacak olan “Hüsnü Hat” sempozyumundan bahsedip “Gelirsin” diyor ve gülümseyerek ekliyor:
“Hak tecelli eyleyince her işi asan eder
Halk eder esbabın bir lâhzada ihsan eder”
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Malî ibadette vekâlet |
|
Erkan Bey:
*“Anne veya babası adakta bulunup yerine getirmezlerse, oğlu bu görevi yapabilir mi? Anne veya babanın sağ veya ölü durumuna göre cevap yazabilir misiniz?”
Zekât, kurban ve sadaka gibi malî ibadetlerle, hem mal, hem de beden ile yapılan hac ibadetinde vekâlet geçerlidir. Fakat namaz gibi sadece bedenle yapılan ibadette vekâlet geçerli değildir.
İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: Sa’d b. Ubâde’nin (ra) annesi vefat ettiğinde, kadıncağızın yerine getiremediği adak borcu vardı. Bunun üzerine Sa’d, Resûlullah’a (asm) geldi ve fetva istedi. Allah Resulü (asm): “O’nun adağını yerine getir!” buyurdu.1
Hazret-i Âişe (ra) anlatıyor: Bir adam Resûlullah’a (asm) geldi ve:
“Yâ Resûlallah, annem ansızın vefât etti. Eğer konuşabilseydi sadaka verecekti. Onun yerine ben sadaka vereyim mi?” diye sordu.
Resûlullah (asm):
“Evet, onun için sadaka ver!” buyurdu.
Adam da annesi için sadaka verdi.2
İbn-i Abbas’tan (ra) rivayet edilen bir başka haber de şöyle: Bir kadın hacca gitmeyi adamıştı. Fakat ömrü vefa etmedi ve adağını yerine getiremeden öldü. Kadının kardeşi Resûlullah’a (asm) geldi ve kardeşinin adağını yerine getirip getiremeyeceğini sordu.
Allah Resulü (asm):
“Ölen kardeşinin borcu olsaydı, öder miydin?” diye sordu.
Adam:
“Tabiî!” deyince Peygamber Efendimiz (asm):
“Öyleyse, Allah’a karşı olan borcunu da öde! Çünkü o ödenmeye daha çok lâyıktır!” buyurdu.3
Abdullah b. Zübeyir (ra) anlatıyor: Has’am kabilesinden bir adam geldi ve Hazret-i Peygamber’e (asm):
“Babam yaşlı bir ihtiyardır. Bineğe binemez. Kendisine hac da farz olmuş durumda. Onun yerine hac etsem olur mu?” dedi.
Hazret-i Peygamber Efendimiz (asm):
“Babanın büyük oğlu sen misin?” diye sordu. Adam:
“Evet!” deyince, Allah Resulü (asm):
“Babanın borcu olsa sen öder miydin?” buyurdu. Adam da:
“Evet, öderdim!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (asm):
“Öyleyse onun yerine haccet!” buyurdu.4
Annemiz veya babamız adaklarını kendileri yerine getirmeye muktedir olamazlarsa, bize vekâlet verebilecekleri gibi, kendileri takdir ettikleri bir başkasına da vekâlet verebilirler. Eğer vekâleten veya asaleten adaklarını yerine getiremeden ölmüş iseler, bize yerine getirmemizi vasiyet etmişlerse, adağı yerine getirecek para da bırakmışlarsa, yapmakla mükellefiz –onlara vacip ise yapmamız vacip; onlara farz ise yapmamız farz olur-; vasiyet etmemişlerse ahlâkî olarak onların borçlarına karşı duyarlı olmalı ve yine yapmalıyız.
Ancak annemiz veya babamız sağ iseler, adaklarını öncelikle kendileri yapmakla mükelleftirler. Fakat kendileri bize vekâlet verdikleri takdirde, onların yükümlülüğü bizim üzerimize geçmiş olur ve bizim bu adağı yerine getirmemiz gerekir. Vekâlet vermedikleri takdirde, razı olmaları halinde yine biz adağı onlar adına yerine getirebiliriz. Razı olmadıkları takdirde ise, bizim yerine getirmemiz doğru olmaz. Adak onların adağıdır; kendileri tedbir almakla ve ifa etmekle mükelleftirler.
Dipnotlar:
1- Nesâî, C.7, S. 30
2- Nesâî, C.6, S.712
3- Nesâî, C.5, S.146
4- Nesâî, C.5, S. 149
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
TOBB’dan mektup |
|
Hafta içinde, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’dan bir mektup aldık. Okuyucularımızla paylaşıyoruz:
***
Ekonomik ve Sosyal Konseyin sivil kanadını oluşturan 7 sivil toplum örgütü olarak aldığımız prensip kararı çerçevesinde, çağdaş bir anayasa değişikliğinin sağlanması amacıyla bir eylem planı çerçevesinde çeşitli aktiviteler yürütmeyi kararlaştırmış ve buna ilişkin görüşlerimizi 25 Eylül 2007 tarihinde ortak açıklamayla kamuoyu ile paylaşmıştık.
Söz konusu ortak açıklamamızda, hükümetin sür’atle Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplantıya çağırmasının ve anayasa değişikliğini Konseyin gündemine getirmesinin önemine değinmiş, böylece farklı toplum kesimlerinin duyarlılıklarını dikkate alacak bir ortam oluşturularak, yapılacak değişikliklerin toplumsal uzlaşı halinde yapılmasının, sosyal dengelerin sağlanması açısından faydalı olacağına inancımızı belirtmiştik.
28 Eylül 2007 tarihli, “İtidale dönüş” başlıklı yazınızda, ülkemizin aydınlık geleceğinin hazırlanması yolunda anayasamızda yapılmasını önerdiğimiz değişiklik ve öncelikleri kamuoyunun gündemine taşıma gayretlerimizin, tarafınızdan da değerlendirilmesi ve takdir edilmesi bizleri mutlu etmiştir.
Anayasanın, bütün toplum kesimlerinin mutabakatını temsil eden toplumsal bir sözleşme olduğu gerçeğinden hareketle, başta TBMM olmak üzere tüm siyasî partileri, üniversiteleri, meslek kuruluşlarını, sendikaları, sivil toplum kuruluşlarını, medyayı çağdaş bir anayasaya katkı vermeleri için yaptığımız çağrıyı bu vesileyle bir kez daha tekrarlamak istiyorum.
Göstermiş olduğunuz ilgi ve düşüncelerinizi kamuoyu ile paylaşarak bizlere verdiğiniz destek ve motivasyon için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
***
Necat Cenker isimli bir okuyucu ise, şöyle bir mesaj göndermiş:
“20.10.2007 tarihli Yeni Asya gazetesinde, yazınızdaki aşağıdaki cümle dikkatimi çekti:
‘Yarın sandıkta kullanacağımız oylarla, bir bakıma bu yarım asırlık hesabı da görmüş olacağız.’
“Ben, bahsettiğiniz dönemi yaşamadım ve neler olduğunu da bilmiyorum. Gerçekten çok incinmiş insanlar olabilir.
“Ancak ‘hesap görmek’ beni ürküttü.
“Birlik ve beraberliğe herzamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, ‘birbirimizden hesap sorma’ya kalkmak bana mantıklı gelmiyor. Selâm ve sevgilerimle.”
Biz de kendisine selâm ve sevgilerimizi ifade ettikten sonra, sözünü ettiğimiz “hesap görme”nin tamamen demokratik zeminde, hukuk kuralları çerçevesinde, kansız, kavgasız ve barışçı yollarla gerçekleşmesi gerektiği noktasındaki kanaatimizi dile getirmek isteriz.
Türkiye’de vaktiyle irtikâb edilen dehşetli zulüm ve haksızlıkların çoğunun hesabı bu şekilde görülmüştür. Henüz hesabı görülmeyenler ise ya kaderle tayin edilen zamanını, ya da asıl hesap yeri olan mahşer gününü bekliyor..
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Birlik ve bütünlük |
|
İslâm dünyasının temel eğitim meselesi, teknik olarak kaliteyi saymazsak özünde fikri ve kültürel mahiyettedir. En temel meselelerden birisi budur. Bugün İslâmcısı veya gayrı İslâmcısı veya herkes tevhid-i tedrisat ve eğitim birliği meselesinde hemfikir görünüyor. Burada bir icma var. Belki bu biraz da küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan birisi. Lakin tevhidi tedrisatın mahiyeti ne olmalı? deyince herkes değişik cevaplar ve fikirler serdediyor. Demekki dedikleri gibi şeytan detayda gizli. Hangi kıvamda? sorusuyla birlikte karşımıza kültür meselesi ve kimlik krizi çıkıyor. Sahi! Hangi kıvamda ve ahenkte tevhid-i tedrisat yapılmalı ? Tartışma bu noktada düğümleniyor. Öyleyse küreselleşmenin de zaruri hale getirdiği tevhid-i tedrisat meselesi müsellem bir kaziyye.
Yine İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi’nde tebliğciler ve konuşmacılar zorunlu eğitim üzerinde de ittifak ediyorlar. Bu da eski gücünde olmasa bile müsellem bir kaziyye. Bununla birlikte, artan oranda özel eğitim de giderek yaygınlaşıyor. Devlet sektörü ile rekabet ediyor. Asıl çözümlenmesi gereken konu tevhid-i tedrisat değil, tevhid-i tedrisatın mahiyeti. İçindeki unsurların kaynaştırılması ve birlik içinde bütünlük sağlanmasıdır. Buna , vahdet içinde kesret diyoruz. İşte asıl mesele bunun yolunu ve kıvamını bulmaktır. Pakistan bunun için medreselerin müfredatını budarken ve ona ondan olmayan modernist müfredat ilave ederken; buna mukabil devlet okullarına da nizam-ı Kur’ân adı verilen yüzeysel ve üstünkörü din dersleri konuluyor. Yemen’de ise 1994 yılında alınan karar gecikmeli bir şekilde 11 Eylül sonrasına denk gelecek şekilde uygulanıyor. Ülkedeki bütün dini medreseler ve kolejler kapatılıyor. Bunun üzerine olmalı Havsiler de İsna Aşeriyye mezhebinin örgün eğitim kurumlarına ve havzalarına giderek oralarda ‘mezhebi’ eğitim görüyor ve bunun sonucunda teşeyyü ederek Yemen’de Havsiler fitnesine neden oluyorlar. Elbette bu hususta devletin samimiyetsizliğinin payı var. Aslında Yemen’de yaşananlar klasik bir soğuk savaş manzarası. Devlet önce İslami duyguları kullanıyor ve ardından kendisini güçlü hissettikten sonra biraz da Amerikan baskısıyla hepsinden kurtulmanın çarelerini arıyor. Marksizme ve güneylilerin ayrılıkçı konumuna karşı medreseler ve dini duygular besleniyo rve destekleniyor. Ama ne zaman 1994 yılında güneydeki Marksist rejim çöküyor ve sonra Ali Abdullah Salih ve ekibi başta Suudi Arabistan olmak üzere Umman gibi komşu ülkelerle askıdaki meseleleri çözüyor sıra medreselerin kapatılmasına geliyor. Çünkü rejim medreseleri kendisi için de tehlikeli olarak görüyor. Aslında bu, dediğimiz gibi bir soğuk savaş klasiği. Birkaç ay önce Muhammed Haseneyn Heykel bağlamında bir tartışma yaşanmıştı. Sfari Kulüp’le alakalı bir tartışma idi. Soğuk Savaş döneminde Arapları Batı kampında tutmak için Nasirizmin de dahil edildiği bir uluslararası bir kulüp veya ittifak tesis edilmişti.. Fas Kralı İkinci Hasan bu bağlamda döneminde İslâmcıları Marksistlere karşı kullanmaya kalkışıyor. Başarılı da oluyor. Burgiba Nasirizmin ve solun hızını kesmek için aynı şeyleri yapıyor. Sedat ardından aynı yolu takip ediyor. En son Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullahalih de soğuk savaş klasiğine 11 Eylül’le birlikte son veriyor. Yemen’de binlerce medrese kapanıyor. Hepsi örgün ve resmi eğitim içine dahil ediliyor. Geride Abdulmecid Zendani’nin İman Üniversitesi gibi bazı yüksek eğitim kurumları kalıyor. Amerikalılar 11 Eylül sonrasında onunla da çok uğraştılar ve El Kaide ile arasında bağ kurmaya çalıştılar. Zendani de topun ağzındaydı. Yani dini eğitim üzerinde 11 Eylül’ünde gösterdiği gibi bir siyasi hatta eğitim mühendisliği var.
***
İşin püf noktası eğitim birliği içinde nasıl bir bütünlük sağlanmalı? Karma müfredat yeni bir bileşke olamadan ve senteze varamadan zeytinyağı ile su gibi birbirinden ayrı mı kalacak yoksa birbiri içinde eriyecek ve bütünleşecek mi ? Bir bütünleşme formülü aranıyor. Bu bütünleşme formülünde, sömürgecilik mevrusatını elenecek ve modernizmin faidelisi ile otontizmin veya asaletin kalıcısını biraraya getirilecek. Bunu Fas Aheveyn Üniversitesi Rektör Yardımcısı Dr. Driss Ouaouıcha modernizmle kimliği buluşturmak ve uyumlu hale getirmek şeklinde tanımladı ve tarif etti. Gerçekten de eğitim içinde birçok çatışma noktaları var. Sözgelimi dini eğitim konusunda Mısır ile Fas arasında bir takım benzerlikler var. Bu benzerlikler dini eğitimin nezaretinde yaşanan ikilem veya tezadlar şeklinde kendisini göstermektedir. Sözgelimi Ezher bir taraftan İdaretü’l Ezher’e bağlı iken diğer taraftan da Milli Eğitim’e bağlanmak istenmektedir. Böylece Ezher’in özerkliği kaldırılmak istenmektedir. Tevhid-i tedrisat anlayışı tevhid-i idare şeklinde de anlaşılmakta ve uygulanmaya çalışılmaktadır. Fas’da da dini eğitim hem din işleri hemde milli eğitim bakanlığının uhdesinde bulunmaktadır. Buda hem tezadı hem de çatışmayı beraberinde getirmektedir.
***
Geçmişte İslâm kültürü ile sömürgecilik arasındaki zıtlaşma ve tezad günümüzde modenizm ile İslâm kültürü arasında devam etmektedir. Bununla birlikte hâlâ Afrika’nın ve Asya’nın böğründe sömürgecilik kalıntılarıyla otantizm ve bu bağlamda İslâm arasında çatışma yeryer devam etmktedir. Özellikle de 11 Eylül’den sonra bunun hiddeti ve şiddeti yeniden artmıştır. Bir taraftan bu baskıyla mücadele ederken diğer taraftan da zamanın icaplarıyla tanışma ve gereklerini yerine getirme arasında sağlıklı bir seçim yapmak gerekiyor. İşte bunu yapmak için de etki tepkiden ari, hali ve uzak ve gerçekten de iyi bir denge bulmak, tutturmak ve iyi bir seçim yapmak gerekiyor. Sömürgeciliğin Arapça ve yerel dillerle mücadele etmesi gibi, İslam kültürü de misliyle mukabele mi edecektir? Bunun dengesi nasıl tutturulacak? Bu meselenin ayaklarından birisi de kültürel emparyalizm ve onun illetlerinden birisi olan komplekstir. Bu meyanda İslâm Ülkelerinde Eğitim Kongresi’nde dikkat çeken hususlardan birisi bazı Arapların İngilizce konuşmayı yeğlemelerine mukabil bazı Arap olmayanların Arapça konuşmaktaki ısarlarıydı. Sözgelimi, Faslı Driss O. ile Kuveytli Dr. Mashael Al Hamly’nin İngilizce konuşmalarıydı. Ama Kerimov’un adamı selis ve akıcı Arapçasıyla bana göre herkese iyi bir ders vermiş oldu. Bu bir fikir verebilir mi bilemiyorum ama 1986 yılında OTİM’de olmalı Hasan Turabi ile Sadık Mehdi bir toplantı için gelmişlerdi. Her ikisi de birer konuşma irad etmişti. O zaman İslami çizgideki Milli Cepheyi temsil eden Hasan Turabi takım elbiseler içinde nutkunu İngilizce irad etti. Ardından Sadık Mehdi Sudan kıyafetleriye kürsüye geldi ve konuşmasını Arapça yapmıştı. Bu değişik rol tuhafıma gitmişti. Bazı zaaflar ileride daha büyük kırılmaların habercisi veya işareti olabilir. Anlatıldığı tablo da olduğu gibi. Evet eğitim birliği herkesin kızıl elması ama mahiyeti konusunda anlaşmak kaydıyla.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Akşamla namaz |
|
Namaza el bağlayıp, yüce Mevlâ’nın hizmetine amade bir kullukla ve onu besleyen bir şuur ve ruh haliyle kıyamda durup, “Elhamdülillahi rabbilalemin…” diyerek, devamında Fatihanın ince sırlarını idrak edecek bir okuma ve tefekkürle vazifesini ifa etmek…
Akşam namazında, güneşin battığı bir anda… Günün toparlanmaya başladığı, güne ait işlerin hasılatıyla yüzleştiğimiz ve yorgunluğun arttığı bir saatte ruhu dinlendirmek için namaza durmak. Gün gibi aydınlığını kaybeden binlerce mahlûkatın karanlık perdesine sarılışını yaşarken, hüzün bulutuna yakalanmadan ruhun ihtiyacı olan namaza durmak…
Gündüzü geceleyen bir değişim anında, “mühim bir inkilâp başı”nda, hatırlayabildiğimiz dostlardan ve yakınlardan ayrılışın verdiği üzüntünün yaşanacağı bir gurup vaktinde, güneşin batışı ile hatırlanan bir anda, namaza durmak, el bağlamak, dünyadan el çekmek ve “Allahü Ekber” deyip, yüceler yücesine sığınmak…
Müfarakatın iç parçalayan elemlerine merhem bulunmazken, akşamın günü kapatan dramına teselli ararken, bitmeyen işlerin yarına devredilmeye mahkûm alaca karanlığında “paydos” derken, “kemer beste-i ubudiyet”le namaza sarılmak…
Akşamı başlatırken, namazın nuraniyetiyle karanlığı aydınlatan, amelimizle önümüzü açmak, ibadet feneri ile önümüzü görecek bir güzergâhta yürümek…
Sonbahar sonrası kışın yaşattığı hallerin bütününe dair geniş bir hayal yelpazesinde ve düşünce galerisinde, olup bitenlerin, gelip gidenlerin doğup batanların akibetini düşünürken, rahim-i sermedinin/ sonsuz rahmet sahibinin varlığına şükrederek, namazla dirilmek… Namazla rahmete açılmak, namazla baki olana bağlanmak…
Ömrümüzün bitimine işaret eden kabir yolculuğuna çıktığımız, cenazemizin en sevdiklerimizle taşındığı bir anın, bedenen hafiflemiş ve görevleri bitip huzura götürülen bir vaktin duygularını ve aklı zorlayan, kabulü zorlaştıran ölümlü anın sonrasına ait düşüncelerimizi şimdiden yaşarken, namazın ferahlatan huzuruna dönmek, el bağlamak, el vermek ve elimizi işlerimizden çekmek…
Yarım kalan ümitlerimizin bitişini, hayallerimizin sönüşünü ve işlerimizin sonlanmasını fark edip, tezgâhını toplayan bir pazarcı gibi, seyyar malzemelerini saklayıp, yeni günde yeni bir pazar arayacakmışçasına hayatın peşinde koşarken, kendisiyle buluşturacak bir anı yakalamak, akşamın karanlığını yırtmak ve korkutucu gölgelerden sıyrılmak için namaza gitmek, namazla olmak, namaza aklımızı ve kalbimizi göndermek, onunla yaşamak…
Günün dinlenme ve istirahatini, değişimini ve yeniden düşünüp sabaha hazırlanmayı, geceyi sükûnet içinde istiğfar ve inziva ile tamamlayacak bir dönemi, ara tatili gibi hazırlayıcı bir başlangıç yapmak, bunu namazla yaşamak, namazla anlamak ve namazla varmak…
Akşamın buluşturacak toplantılarına gitmeden, aile içinde sofraya oturmadan, beraberce günün anlamına uygun yaşananları birbiriyle paylaşacak bir sohbet ve lezzet anına zihni yönlendirecek bir teşebbüs yaparak namazlanmak, namaz olmak, kul olmak ve kullaşmak…
Gündüz sonu, yeni bir dönemin, günün yarım kalan diğer yarısına kapaklanmak, orada orayı yaşamak için ve bunun başlangıç saati olarak akşam namazı ile “Bismillah” deyip, ferahlanmak, gündüzü geride bırakıp önüne açılmak ve gaybubetin keşiflerine götürecek gece yolculuğunda yeni mânâların süzgeçten geçen hakikatlerine ısınmak ve dokunmak için namaza, huzura, tefekküre durmak…
Telâşlarımızdan kurtulmak için hayatı veren Rabbimize sığınmak ve gecenin tereddüt veren endişelerinden azade olmaya çalışırken, yeni bir başlangıcın, duyuşun ve hissedişin kapılarını açacak rahmet hazinesine götürecek bir namaz biletini almak, kulluk yolculuğuna akşamla çıkmak…
Rükûda ve sücuda giderken, tahiyyata varırken, en yüce Rabbimizle rahatlamak, selâm ve duâ ile bütün yaratılanlar adına tazimde bulunmak, bunları idrak ederken, bedenin bütün varlığını eğilmeye, kapanmaya ve diz çökmeye müheyya etmek…
Şimdi akşam namazı… Ne ulvî bir lezzet, ne aziz bir an, ne mukaddes bir görev, ne huzurlu bir hal. Kul olmak, akşamlamak için akşama hoş geldin derken, namaza durmak, namaza sarılmak…
Ne güzel… Şükür, şu anı veren Rabbimize… Akşamla namaz olmak, akşamda niyaz olmak, ne büyük saadet…
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Dizi’ gelir, ‘huzur’ gider |
|
Yaşanan hadiseleri en iyi tefsir edenin, zaman denen kavram olduğunu gösteren güzel bir haber var: Rize’nin “Şal Yaylası”na elektrik bağlanması gündeme gelince, köy halkı karşı çıkmış. 86 köylü, “Yaylada komşuluk çok iyidir. Herkes birbiriyle konuşur, sohbet eder, bağırır çağırır. Elektrik gelirse muhabbetimizi bitirir” diyerek imza toplamış!
Hadiseyi duyanlar, “Haber doğru mu? Yoksa yine bir ‘Karadeniz fıkrası’ ile mi karşı karşıyayız?” diye düşünmüş olabilirler. Ama bu defa duyulan ‘fıkra’ değil, gerçek bir haber.
Hadise özetle şöyle cereyan etmiş: “Rize’nin Çamlıhemşin ilçesi Şenyuva Köyü’nden 86 köylü, ‘Elektrik istemeyiz’ diye imza topladı. Köylüler, yaylaya televizyon sokulmaması ve elektrik hatlarının yeraltına alınması şartıyla ikna edilebildi.
Şenyuva muhtarı, bir süre önce köylülerinin yılın sekiz ayı ortak olarak kullandıkları 2 bin rakımlı, 150 haneli ‘Şal Yaylası’na elektrik getirilmesi için ilgililere başvurmuştu. Ama yayladan 86 köylü, bunu duyar duymaz jet hızıyla imza toplayıp dilekçe yazdı. ‘Elektrik istemeyiz’ diyen köylülerin meramı şöyle ifade edildi: “Yayla köyümüzde komşuluk ilişkileri çok iyidir. Herkes birbiriyle konuşur, sohbet eder, bağırır çağırır. Herkes bir araya toplanır, horon oynar. Ama elektriğin gelmesiyle komşuluk ilişkilerimiz bitecek. Herkes televizyon başına toplanıp dizi izleyecek. Horon oynanmayacak. Muhabbetimiz kalmayacak.” (Radikal, 27 Ekim 2007)
Netice olarak köylüler, köye/yaylaya televizyon girmemesi ve elektrik tellerinin yeraltına alınması şartıyla elektrik getirilmesine razı olmuşlar.
Böyle bir hadise meselâ 20 yıl önce yaşanmış olsaydı, köylerine elektrik getirilmesine karşı çıkan köylülere hemen ‘gerici/mürteci’ damgası vurulurdu. Ama yaşanan hadiseler, insanları daha ‘insaflı’ hale getirdi ve artık TV’ye karşı çıkmak ‘ayıp’lanmıyor. Tabiî ki burada konu edilen, TV’lerin kötü programlarıdır. Yoksa, ‘alet ve vasıta’ olarak kimsenin TV’ye karşı çıktığı yok.
Türkiye’yi ‘idare eden’lerin ve belki de sosyolog ve psikologların da; yıllardan beri TV yayınlarına karşı mücadele eden ‘hacı’lar ve ‘hoca’lara karşı bir teşekkür borcu yok mu? Kendi köyümden/bölgemden hatırlıyorum: Aileyi tahrip eden TV yayınlarına karşı en büyük mücadeleyi, bölgemizin ‘fahrî din görevlisi’ olan “Dehri Yusuf Hoca”mız yapmıştır. Televizyonun köyleri istilâ etmeye başladığı 1980’li yıllarda, bulduğu her imkân ve fırsatta (cenaze, bayram, düğün, dernek her türlü faaliyet esnasında) TV’nin zararlarını anlatmıştır. Hatta, TV ‘anten’lerini, ‘cehennem gelberisi’ne benzetmiş ve milleti ciddî anlamda ikaz etmiştir. [Rize/Çayeli yöresinde ‘gelberi,’ ‘ot’ toplamaya yarayan ve şekil olarak ta TV ‘anteni’ne benzeyen bir el aletidir.]
Bir zamanlar TV aleyhinde konuşmak ‘ayıp’ sayılırdı. Gelişen hadiseler, TV’lerin gerçekte ‘iyi’ değil, ‘fena’ olduğunu herkese gösterdi. Bu bakımdan, yaylalarına TV sokmayan hemşehrilerimi tebrik ediyor ve ömürlerini TV ile mücadeleye vakfeden ‘hacı ve hoca’larımıza da teşekkür ediyoruz. Gelişen hadiseler, onları haklı çıkardı: TV giren evden, huzur çıkar gider...
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yeni tartışma: 7 mi 5 mi? |
|
Türkiye’nin birinci gündemini terörle mücadele oluştururken, bir yandan da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresi tartışılmaya başlandı. Terör, gündemimizden –inşaallah- çıktığında en çok konuşulacak olan konu bu olarak görülüyor
Geçen hafta bugün yapılan referandumla, demokrasimiz önemli kazanımlar sağladı. Artık bundan sonra Cumhurbaşkanını millet seçecek, seçimler dört yılda bir yapılacak, bir de son dönemde icat olunan 367 garabetinden Türkiye kurtuldu. Bundan sonra TBMM’de toplantı yeter sayısı 184 olacak.
Anayasa değişikliği paketine ilişkin halkoylamasının resmî sonuçları henüz açıklanmadı ama resmî olmayan kesin sonuçlarına göre, katılımcıların yüzde 69.36’si “evet”, yüzde 30.64’i “hayır” oyu kullandı. Bazı çevrelerce yapılan sandığa gitmeme sözleri ve o gün Hakkâri Dağlıca’da 12 askerimizin şehit edilmesi dikkate alındığında katılımın yüzde 70 civarında olması halkın demokrasiye verdiği önemi göstermesi açısından önemliydi.
* * *
Türkiye’de 11. cumhurbaşkanlığı seçimi hayli sancılı geçti. Bunun birçok sebebi var. Hükümetin süreci iyi yönetememesinden muhalefetin tutumuna, Anayasa Mahkemesinin 367 kararından, mitinglere kadar pek çok konu bu sürecin sıkıntılı geçmesine neden oldu. Ancak referandumla halk son sözünü söyledi ve bundan sonra halkın dediği olacak.
Referandum gününe birkaç gün kala bile, referandumun yapılıp yapılmayacağı belli değildi. Paket, ilk haliyle çıksaydı tartışmaların yönü başka olacaktı. Çünkü geçici 19. maddeye göre “11. Cumhurbaşkanı’nın referandumdan sonraki 40. günden sonraki ilk Pazar günü halk tarafından seçilmesi” gerekiyordu. Fakat 11. Cumhurbaşkanı Meclis’in oylarıyla daha önce seçilmişti. Hükümet başta bunu fazla dikkate almasa da referanduma bir hafta kala bunu paketten çıkardı. Ardından, YSK’nın 6 ya karşı 5 oyla aldığı karara göre referandum yapıldı.
CHP ve DSP, son dakikada yapılan değişiklik yasasının iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Şimdi mahkemenin vereceği karar beklenecek.
* * *
Başta da söylediğimiz gibi Türkiye’nin gündemi “terör” olduğu için şimdilik pek gündeme gelmese de, kabul edilen anayasa paketine göre, Abdullah Gül’ün 7 yıl için mi, 5 yıl için mi görev yapacağı, yeniden aday olup olamayacağı konusunda tartışmalar yapılmaya başladı.
TBMM Başkanı Köksal Toptan’ın “Bir hukukçu olarak kişisel kanaatim, milletvekilliği 4 yıla, cumhurbaşkanlığı süresi 5 yıla inmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı aday olursa ikinci kez seçilebilir” demesinin ardından tartışma yavaş yavaş alevlenmeye başlıyor.
AKP’nin bu konuda da kafası hayli karışık… AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ, Gül’ün 7 yıl için seçildiğini belirtiyor. Diğer Grup Başkanvekili Nihat Ergün ise, “Görev süresi 7 yıl da olabilir ama anayasa değiştiği için 5 yıl sonra Sayın Cumhurbaşkanı isterse aday olabilir” diyor. AKP bu karışıklığı yeni anayasa taslağına “Gül’ün görev süresinin 5 yıl olacağı ve yeniden aday olabileceği” yönünde geçici hükümler koyarak çözmeyi amaçlıyor.
Bu tartışmalar karşısında hukukçuların büyük bölümü, Gül’ün seçildiği Anayasa kuralına göre, 7 yıllık süre için seçildiğini ifade ediyorlar. Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Muammer Aydın ise “5 yıl mı, 7 yıl mı?” sorusuna “Anayasa paketinin böyle bir karışıklığa neden olacağı belliydi. Süre belirsiz” diyerek cevap veriyor.
* * *
Hükümet referandum konusunu her seferinde aceleye getirdiği gibi son dakikada yaptığı geçici iki maddenin paketten çıkarılmasında da eksiklikler olduğu ortaya çıkıyor. Geçici 18 ve 19. maddeler kaldırılırken, “Bu kanun 12. cumhurbaşkanı için geçerlidir” gibi geçici bir madde getirilebilirdi. Bu tartışmalar o zaman olmazdı. YSK Başkanı da “Değişiklik paketinde bu sorunu ortadan kaldırıcı bir madde eklenmesi gerekirdi. Şimdi, bu konuda görüş farklılıkları var. 5 yıl sonra göreceğiz” diyerek hadisenin karışıklığına dikkat çekiyor.
Ancak, bu tartışmalar referandumu gölgeliyor görüntüsü vermemeli. Çünkü halk demokrasi için mesajını kuvvetli bir şekilde verdi. Önemli olanda halkın mesajıdır.
28.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|