Ünlü ABD’li siyahî yönetmen Spike Lee’nin belgesel filminde ırkçı beyazlar tarafından saldırıya uğrayan bir kilisede dört kız çocuğun hayatını kaybedişi anlatılır.
Bu kilise John Rice’nin vaaz verdiği yer olarak bilinir.
1963’te yaşanan bu acı olay, bombalamadan ancak 39 yıl sonra yakalandı ve bunlar dört kişiden oluşan Ku Klux Klan üyeleriydi. Bunlar Birmingham 16. caddedeki Baptist Kilisesi’nin temeline ondokuz dinamit lokumu yerleştirmiş… 9 yaşındaki siyahi küçük kız bu olaya bir Pazar ayininde şahit olur. “Bağışlayan sevgi” seromonisinden hemen sonra bombalar patlar o küçük kızın dört arkadaşı bu patlamalarda ölür.
Küçük kız, 1954’te doğduğunda Güney Amerika’da Alabama’da işte böylesine ırkçı bir kazanın içinde bulmuştu kendini.
Küçük siyahî kız o günden sonra şunu iyi öğrenmişti; bundan sonra “beyazlardan iki kat daha fazla çalışıp, başarılı olacak”tı…
10 yaşına geldiğinde ailesiyle Washington’u gezdiğinde o gözlerini dışardan gördüğü Beyaz Saray’ın kapısına çoktan dikmişti.
15 yaşına geldiğinde birinci ve yedinci sınıfları atlayarak üniversiteye girer. Beş yıl sonra Denver Üniversitesinden sonra “Siyaset Bilimi” üzerine lisansını alır. Bir sonraki yıl ise Notre Dame Üniversitesi’nde mastırını, daha sonraki yıllarda ise Denver Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Lisans Üstü Eğitim Biriminden de doktorasını alır.
26 yaşına geldiğinde Stanford Üniversitesi Güvenlik ve Silâh Kontrolü Merkezinde profesör olur. Ondaki bu azim yahut “inat” ne denirse densin ana dili gibi Rusça’yı, çeşitli derecede Almanca, Fransızca ve İspanyolca dillerini bilmesine en büyük etkendi. Önceleri “Demokrat” bir çizgi yakalamıştı. Ancak babasının ölümünden sonra “muhafazakâr” çizgiye kayar ve “Cumhuriyetçi” olur.
O artık “muhalif kimlik”ten arınıp, sistemin bir parçası oluverdi. Tıpkı “Tom Amca’nın kulübesindeki sadık hizmetçi “Chole” teyze gibi.
Medyada görünürlük, ekonomiyi yönlendirme gibi kriterleri göz önünde tutan Forbes Dergisi onu dünyanın en güçlü kadınlarından biri saydı. Üstelik iki yıl üst üste. 1993’te en genç, ilk kadın ve ilk siyahi dekanı oldu.
34 yaşına bastığında ilk siyahî Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı’dır.
Kimden bahsettiğimi tahmin ettiniz.
Ankara’da temaslarını sürdüren Condolezza Rice’den…
Adını İtalyanca “Con dolcezza”dan ve “tatlılıkla” anlamına gelen müzik teriminden alan Rice, altı ay boyunca Kudüs’te Baptist Kilisesi’nde ücretsiz piyano çalmak suretiyle annesinin müzisyenliğini, babasının da “dindarlığı”nı birleştirdi. Bu yüzden “Tanrı’yla konuştuğunu söyleyen” George W. Bush ailesi ile kolay ilişki kurabilmişti...
Rice’ın Bush’la öylesine çok ortak yönleri vardı… Hatta Rice’ın koordinatörlüğünde seçim boyunca 8 kişilik bir grup kurdular ve adına da “Ateş Tanrısı” adını verdiler.
Ünlü müzisyenlerle piyano çalabilecek kadar yetenekli olan Rice, diplomasideki gücünü akademik alanda iyi bir eğitim almış olmasına dayandırıyor.
Bush’a yakınlığı ona politikada ikbal yolunu açtı ve şimdi Amerika’daki şahinlerin de neredeyse sözcüsü konumunda.
Hatta, Bush’tan sonra, ilk siyahî başkan olacağı da Amerikan kamuoyunun konuştuğu konuların başında geliyor.
Büyükannesi pamuk işçisi olan “Condi”nin beyaz efendilerine çok sadık olduğu Afganistan ve Irak işgalinde ortaya çıktı. Efendileri onu kirli bir mendil gibi fırlatıp çöpe atıncaya kadar Rice bu “sadakatini” ömür boyu sürdürecek gibi.
Ama merak ediyorum:
Acaba “Condi” Alabama’da siyah-beyaz ayrımın en yoğun yaşandığı yerlerden, siyahların otobüslerin arkasında kendilerine ayrılan bölümde zorunlu yolculuk yaptığı günleri unuttu mu?… Çeşmeleri bile ayrıydı. Tren istasyonları, hatta umumî tuvaletleri bile…
Şimdi aynı sefaleti “şahin”lerin başını çektiği Amerika işgal ettiği ülkelere çektiriyor.
03.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|