“Çok iş, az laf” üretmek lâzım gelirken, çeşitli sebeplerle bunun tam tersini yapıyoruz. Bilhassa siyasetçilerimiz ve Türkiye’yi ‘idare edenler’ söz söyleme ve vaadlerde bulunma noktasında en önde gidiyorlar. Ancak sıra, verilen bu sözleri yerine getirme ve icraata gelince ‘bir arpa boyu yol’ aldığımız anlaşılıyor.
Geçmişten gelen bu hastalığımız, bugün de sürüp gidiyor. Aslında Türkiye’nin ‘dert’leri de bellidir, bu ‘dert’lerin çareleri de bellidir. İhtilâf, bunların hangisinin öncelikli olduğu noktasında düğümleniyor. Bir kısım ‘uzman’lar, önce maddî kalkınmayı temin etmek gerekir derken, bir kısmı da bunu yeterli görmeyip ‘önce kalplere hükmetmek gerekir’ diyor.
Siyasetçilerin yerine getiremediği vaadlerde bulunması da Türkiye şartlarında maalesef ‘alışkanlık’ haline gelmiş durumda. Vaadleri dinleyen vatandaş, bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceğini büyük ölçüde tahmin ediyor. Ancak gerçekleşmeyeceğini bildiği vaadleri dile getirenlere gereği kadar tepki de göstermiyor. Bir bakıma bunu, ‘siyasetin cilvesi’ kabul ediyor. Vatandaştan da tepki görmeyen siyasetçi, yanlışta ısrarını sürdürüyor ve inandırıcılığını kaybetmek pahasına vaadlerini sıralıyor.
Bütün bu ‘az iş, çok lâf’ üretmenin sonunda ise kaybeden Türkiye oluyor. Sadece son bir yıl içerisinde dile getirilen vaadlere bir göz atsak, bu sözlerin pek çoğunun yerine getirilmediğini görürüz. Daha müşahhas hâle getirelim: Son iki aydır, yeni bir anayasa hazırlığı ile ilgili açıklamalar, beyanlar, sözler, vaadler dinliyoruz. Ne yazık ki bu sözler ve vaadler bugün itibarıyla fiiliyâta çıkmış değil. Elbette, anayasa gibi bir konuda adım atmak kolay değil. Nihayetinde kabul edilip ilân edildiği günden bu yana eleştirilen ve bir an önce değişmesi gerektiği ifade edilen bir anayasa söz konusu. Hele hele Türkiye gibi ‘öküzün altında buzağı arayanı çok olan’ bir ülkede faydalı işler yapmak kolay değil. Bütün bunlara rağmen, verilen sözlerin tutulması ve engellere rağmen müsbet adımların atılması gerekir.
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, tesbitinde haklı. Kuzu, “Anayasalar, telâşsız bir ortamda hazırlanmalıdır. Bu, Türkiye için çok zor. Cumhuriyet tarihi kayıtlarına bakıyorum, bu memlekette telâşsız zaman bulmak imkânsız. Cumhuriyet tarihinin yüzde 60’ında olağanüstü haller yaşanmıştır. Anayasa, katılımcı olmalı, oy birliğiyle hazırlanması için imkânlar oluşturulmalı. Ayrıntıya inmemeli, yönetmelik gibi olmamalıdır. Anayasalar, ülkelerin gelişmişlik düzeyine göre kısalıyor” demiş. (AA, 2 Kasım 2007)
“Cumhuriyet tarihinin yüzde 60’ında olağanüstü haller yaşanmıştır” ifadesi tek başına araştırılmaya, incelenmeye lâyık değil midir? Türkiye nasıl idare edilmiş ki, tarihinin yüzde ellisinden fazlası ‘olağanüstü haller’le geçmiş? Böyle bir idarenin ‘muâsır medeniyet yolu’nda hızlı adımlarla ilerlemesi mümkün mü?
Doğru yolda hızla ilerleyebilmek için önce ‘olağanüstü hâl’lerden kurtulup, ‘olağan/normal hâl’lere geçmemiz gerekecek. Bunun yolu da daha fazla demokrasiden geçse gerek...
03.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|