Meclis’te en küçük grubu olan partinin “büyük kongresi”nde, otuz bin insanın katlinden sorumlu Marksist terör örgütü başı “Kürt önderi” olarak nitelendirilmiş. Bununla da kalınmamış, Türkiye’de 23 bölge parlamentosunun kurulması ve her bölgenin özerk olarak yapısını teşkilinden bahsedilmiş.
Doğrusu bu durum, karşılıklı tahrikle bu ülkede Türklerle Kürtleri birbirinden koparmanın, Ortadoğu’da “arz-ı mev’ud” üzerinde ikinci bir İsrail ihdasıyla İslâm dünyasının kalbine nifak hançerini saplanmanın apaçık delili.
Bunun içindir ki, âyetin tefsirindeki “teârüf ve teâvün” düsturuyla insanların millet millet, taife taife, kabile kabile yaratılmasının birbirlerindeki içtimaî hayata ait münâsebetleri bilmeleri, yekdiğerini tanımaları ve birbirlerine muavenet etmeleri esası oldukça ehemmiyetlidir. (Hucûrat Sûresi, 13)
Âyetin tefsiriyle Bediüzzaman, aynı Allah’a, aynı Peygambere, aynı Kitaba inanan, kıbleleri, vatanları, bayrakları bir olan vatandaşların, ne denli güçlü bir kardeşlik ve muhabbetle birlik ve bütünlük içinde olduklarını belirtir. (Mektûbat, 310-311)
Bundandır ki, bu mânevî bağlara karşı, tıpkı Osmanlının son devrinde olduğu gibi, “ırkçılık” fikriyle yoğun bir biçimde “kavimcilik” ve “kabileciliğe” dayalı “ayrılık” tezi işlenmiş. Bugün de terör örgütü aracılığıyla ecnebilerin himâyesinde yapılan bozguncu propagandanın amacı bu.
Böylece Bediüzzaman’ın, “dessas Avrupa zâlimleri, fikr-i milliyeti İslâm içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar” tesbiti bir defa daha hadiselerin nezdinde tezâhür ediyor...
“TÜRK VE KÜRT TAM BİRLEŞMİŞ
İSLÂMÎ VE DİNÎ BİR MİLLİYET”
Görünen o ki, dün başta Rum ve Ermeni olarak pek çok ırkçı ve ayrılıkçı “kulübü” türeterek perişan bir halde ecnebilere yem ve âlet edenler bugün de devrede...
En garibi de bu kez fitnenin, bin yıldır Türklerle birlikte cihad etmiş “cihad arkadaşı” ve “hâmiyet-i İslâmiye ile Türklerle tam birleşip İslâmî ve dinî bir milliyet teşkil eden Kürtler” üzerinden yapılması. (Âsâr-ı Bediiyye, 434)
Gerçekten Bediüzzaman’ın daha geçen asrın başlarında, “âdem-i merkeziyet” düşüncesine destek veren Prens Sabahattin Beye verdiği ve “hayat ittihaddadır” cümlesiyle başlayan cevabı, günümüzde de canlılığını koruyor.
Bediüzzaman, “adem-i merkeziyet”le ayrılıkçı zihniyetin etnik ve diğer farklılıkları istismar ederek, “tevsîi mezuniyet (geniş özerklik)” paravanında “muhtariyet” maskesiyle Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini yırtacağını ikaz eder. Bu “muhtariyet” saplantısının peşinden “bağımsızlık” hevesiyle, millette “keşmekeş bir mücadele”yi netice vereceğini haber verir.
Bundandır ki, “Osmanlı yıkılıyor, bari Kürdistanı kuralım” diyenlere, “Hayır, Osmanlıyı ihya edelim” diye mukabele eder.
Zira Bediüzzaman’a göre, “meyl-i iftirak (ayrılık meyli) öyle bir zenb-i azim (büyük günâh)” ki, hürriyetin bahşettiği bütün iyiliği ve umumî menfaati hiçe indirir.
Çünkü bu saplantı, ırklara göre siyasî kulüpler ve kavimlere göre partilere kapı açacağından “ittihad-ı millî” denilen millî birlik ve bütünlüğü bozar. Ve Bediüzzaman’ın ifâdesiyle “onüç asır evvel ölmüş asabiyet-i cahîliyeyi (ırkçılığı) ihya ile fitneyi îkaz eder (uyandırır.) Asyanın mahall-i saadetimiz olan semây-ı müstakbeldeki (gelecekteki) cinânı (cenneti) cehenneme çevirir.”
Oysa başta Türkler ve Kürtler ve bu vatanda yaşayan bütün unsurlar, kısacası Bediüzzaman’ın tâbiriyle “bu vatan evlâdları”, “tevhid”le, birlik ve bütünlükle mükelleftirler. Herkese kâfi gelen ittihadı tesis edecek muhabbet-i millîye ile vazifelidirler. (age., 450-451)
“TÜRK MİLLETİ İSLÂMİYETİN
BAYRAKTARLIĞINI YAPMIŞTIR
Bediüzzaman, bu tesbitlerini Cumhuriyet döneminde de açıkça belirler. “Dinden tecrid edilen maarif”le nesillerin tarihten ve mânevî dinamiklerden ilgisinin kesildiği, din yerine “milliyetçiliğin” ikame edilerek mukaddeslerin feda edildiği yeni rejimde de buna dikkat çeker. “Aksülamel”le karşılıklı “Türkçü-ırkçı tâlim” ve öğretimin devlet politikasıyla dayatıldığı dönemde de bu Kur’ânî temel esasları belirler.
Şeyh Said hâdisesinde, kıyama dâvet eden mektuba karşı red cevabı gönderir.
“Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Çok veliler yetiştirmiş ve şehidler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz; kardeşi kardeşle çarpıştırmayız. Bu şer’an caiz değildir” ifâdesi, bunun en bâriz bir örneği…
Bediüzzaman’ın, Şeyh Said’e, “Teşebbüsünüzden vazgeçiniz, yoksa akim kalır; birkaç cani yüzünden binlerce mâsum kadın ve erkek telef olabilir” uyarının ardından, çözüm için yaptığı bu tesbit bugün için de geçerli:
“Dahilde kılıç kullanılmaz, bu zamanda yegâne kurtuluş çâremiz, Kur’ân ve iman hakîkatleriyle, tenvir ve irşad etmektir.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, 268-269)
Seksen küsur senelik hayatında Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur’la bu tenvir ve irşad vazifesini yapan Bediüzzaman, “Asya’da uyanan akvamın (kavimlerin), fikr-i milliyete sarılıp aynen Avrupa’yı her cihette taklid”le telkin edilen kavmiyetçilik illetinin Müslümanlar aleyhinde kullanılacağını daha o zamandan uyarır.
“Altıyüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur’ân-ı hâkimin bayraktarı olarak bütün cihâna karşı meydan okuyup Kur’ân-ı ilân eden ve milliyetini Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yapan” Türk milletine, “bu vatan milleti” dediği Müslim - gayr-ı Müslim bütün vatandaşlara Batının “münâfıkâne desîselerine” karşı uyanık olmayı ders verir...
“KÜRDLÜK DÂVÂSI PEK MÂNÂSIZ BİR İDDİADIR”
Bediüzzaman’ın, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhasası Reisi Boğos Nubar Paşa arasında akdedilen “Kürdistan ve Ermenistan hakkındaki i’tilâf”a şiddetle karşı çıkması, mevcut problemler için derslerle doludur.
“Dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan Kürtlerin”, henüz beşyüzbine yakın şehidlerinin kanı kurumadan, Ermeniler tarafından şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyarlarlının hâtıralarını teessürle anarken, İslâmiyetin zararına tarihî ve hayatî düşmanlarıyla işbirliğine gidemeyeceklerini bildirir. (İkdam, 7 Mart 1920)
Ecnebi oyunlarıyla Şarkî Anadolu’daki iftirak emelinin, Kürtleri Osmanlı ve İslâm câmiasından ayırmak olduğunu, Kürtleri bir “millet-i tabie” haline getirip yabancıların sömürgesi ve esâreti altına sokacağını belirtir.
“Bunu aklı başında hiçbir Kürd taraftar değildir. Kürdlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır” çıkışıyla, İslâmiyetin “kavmiyet dâvâsını men’ ettiğini, herhangi bir ırkın diğer bir İslâm milleti aleyhine olarak menfî surette “milliyetçilik” damarını uyandırmasını kabul etmediğini izâh eder. (Sebil-ür Reşad, 17 Mart 1920)
Kürtlerin kimseyi kendilerine “vekil-i müdafî’ (savunma avukatı)” olarak kabul etmediklerini; ve ayrılıkçıların “bir - iki kulüpte toplanan beş on kişiden ibâret” olduğunu açıkça yazar. (Âsâr-ı Bediiyye, 519-521)
Bu tesbit, kullanılan terör örgütü ve destekçisi çok küçük bir gruba mukabil, bölgenin bütününün birlik ve beraberlik taraftarı olmasıyla bugün de sabittir...
Keza “İstanbul’da bulunan Kürdlere edilen telkinat” başlıklı makalesinde, “cehâlet, fakirlik ve keşmekeş”le ayrılık hareketlerine karşı, “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti… Mecmuumuz (tümümüz) bir iyi insan oluruz. Hodserâne (dik başlılıkla serkeşçesine kimseyi dinlememezlik) yapmayacağız. Başka unsurlara (ırklara) ders-i ibret vereceğiz. İyi evlâd böyle olur” beyânı, ırkçı ayrılıkçı kuruntuları kökünden keser. (Âsâr-ı Bediiyye, 452-453)
Belli ki dünden bugüne Deccal gibi tek bir gözü taşıyan dinden mahrum felsefenin, “başkasını yutmakla beslenen unsuriyet (ırkçılık)” akımını Müslümanlar arasına yayan “ikinci Avrupa” anlamındaki menhus zihniyetle yaptırılan “hodserâne” hareketin hedefi, milletin mânevî birliğini tahriptir.
Peki bunun şimdiye kadar kime ne faydası oldu? Zâlim ve gaddar ecnebi istilâcıların İslâm dünyasına zulüm ve tahakkümlerinden başka…
03.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|