Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Terbiye-i Muhammediye (asm)



Hazret-i Muhammed (asm), beklenen son peygamberdi. Hazret-i İsa (as), İncil lisanıyla onu “Hak ile batılı ayıran, insanlığın tesellicisi ve âlemin reisi” olarak vasıflandırıyordu.

Cahiliye döneminin karanlıkları içinde bulunan mü’min ve muvahhid insanlar, Tevrat ve İncil’de haber verilen ve müjdelenen o son peygamberi bekliyordu. Çünkü, o gelmeli ve bozulan insanlığı yeniden ıslah edip istikametli hayatı öğretmeliydi.

Nihayet, bahsi geçen vasıfları tamamen üzerinde taşıyan ve Kureyş kavmi içinde “Muhammedü’l-Emîn” unvanıyla tanınan Hazret-i Muhammed (asm) kırk yaşındayken kendisine verilen nübüvvet vazifesiyle ortaya çıktı. O zamana kadar herkesin takdirini kazanmış, kavmi içinde en ahlâklı ve faziletli kişi olarak tanınmıştı. Peygamberlik vazifesini aldıktan sonra, uzun ve yorucu mücadele ve hizmetlerden sonra, Arabistan yarımadasına getirdiği İslâm dini kabul görmüş, Atlas Okyanusundan Hint Okyanusuna, Afrika’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir dünya coğrafyasında mensupları olmuştu.

O, öyle bir peygamber idi ki, o zamana kadar misli gelmemişti. Zira o, geçmiş bütün peygamberlerin en güzel vasıflarını üstünde toplamıştı. Yüksek ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmişti. Sözleri, fiilleri ve halleri ile ümmetine ve bütün insanlığa en güzel bir örnek olmuş, bin dört yüz seneden beri milyarlarca insana rehberlik yapmıştı. Onun (asm) Sünnet-i Seniyyesi geniş bir caddeydi. O caddeye girenler, hem şahsen, hem de toplum olarak dünya ve âhiret saâdetine mazhar olup, onun (asm) edebinden hissedar olurdu. Bu hakikati veciz bir şekilde ifade eden Üstad Bediüzzaman “Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terk eden edebi terk eder. Hasâretli bir edepsizliğe düşer” tesbitini yapmıştır.

Hazret-i Muhammed (asm), fıtraten en yüksek bir ahlâk üzerinde yaratılmıştı. İfrat ve tefritten uzak durur, daima orta yolu tercih ederdi. Onun (asm) bu özelliği bilindiğinden, bir kısım uygulamaları şöyle tesbit edilmiştir:

Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı. Daima düşünceliydi. Kötü söz söylemezdi. Kimseyle çekişmezdi. Her zaman ağır başlıydı. Dünya işleri için kızmazdı. Kimsenin şahsî kusurunu araştırmazdı. Affediciliği tabiî idi ve intikam almazdı. Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı. Yemek seçmez, önüne ne konulsa yerdi. Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi. Sade kıyafet giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz ve bağırmazdı. Kimse hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Kelimeleri parıldayan inci gibi tatlı ve parlaktı. Yanında en son konuşanı, ilk konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Fakirler ile beraber yerdi, öyle ki onlardan ayırt edilmezdi. Sıradan biri değildi ama sıradan insanlar gibi yaşardı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınamaz ve ayıplamazdı. Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler, bir şeye hayret ederlerse o da onlara uyarak hayret ederdi. Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrı bir yere oturmazdı. Yürürken beraberindekilerin arkasından yürür, ayaklarını canlıca kaldırır, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükûnetle rahatça yürürdü. Sabahları evden çıkarken şöyle duâ ederdi: ‘Allahım! Yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.’”

İnsanlar âdâb-ı muâşereti, yani görgü kurallarını ondan öğrendi. Terbiye-i Muhammediye (asm) yerine, terbiye-i medeniyeyi tercih edenlerin kulakları çınlasın! Onun getirdiği edebin dışında edep olur mu? İşte Batı toplumlarında verilen terbiyenin getirdiği sonuçlar orta yerde. Kurtlanmış bir ağaç gibi. Dışı süs, içi pis. Ahlâk sıfırın altına düşmüş, aile mefhumu kalmamış, namus meselesi yerlerde sürünüyor.

Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ hareketi olan Risâle-i Nurlar, ahlâk-ı Ahmediyeyi (asm) ve terbiye-i Muhammediyeyi (asm) kazandırıyor. Hayata anlam ve istikamet getiriyor. Sosyal hayatın huzur ve güven taşları olan hürmet, merhamet, emniyet, haram ve helâli bilip haramdan çekinmek ve serseriliği bırakıp itaat etmek prensiplerini tesis ediyor. Rızâ-yı İlâhî ve sevâb-ı uhrevî şuûru veriyor.

Bunun böyle olduğuna Nur Talebelerinin yaşantıları şahittir. Onlar, küçüklerine sevgi ve şefkat, büyüklerine saygı ve hürmet içindedirler. Sıkıntılı hallerinde büyüklerine bağırıp çağırmazlar. Batılı terbiyenin mahsulü olan bacak bacak üstüne atmayı, ne büyüklerinin ve ne de akranlarının yanında yapmazlar. Kötü alışkanlıkların esâmesi onlarda görülmez. Cemaat rûhu onların vazgeçilmezleri arasındadır. Resmiyetten uzak hasbî duruşları vardır. En büyük kuvvetleri ihlâs ve tesanüttür. Onlara zarar verecek aykırı hareketlerin kesinlikle karşısında olurlar. Rûh-u aslîyi bozacak her türlü davranıştan uzak dururlar. Hulâsa; terbiye-i Muhammediye (asm), onların kan ve damarlarına işlemiş sâbit seciye ve karakterleridir. Zira, edep imanın bir özelliğidir. “Hayâ imandandır” hadisi bu mânâya işâret eder. “Edep ya HU” dedirtecek hâl ve hareketlerden uzak durmak mü’minin vasfıdır. Ne mutlu terbiye-i Muhammediye’den (asm) hissesi ziyade olanlara...

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Her zamankinden daha çok



"Her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde” şeklindeki cümleyi her zaman işitiriz. Dinî ve millî bayramlarda yetkililerin yayınladığı mesajlarda, deprem gibi büyük âfetlerde ve terör olaylarının tırmandığı zamanlarda bu cümlenin daha fazla kullanıldığını görüyoruz. İhtilâl liderleri de, parti liderleri de, dinî cemaat liderleri ve kanaat önderleri de yıllardır aynı sözleri sıklıkla dile getirmişlerdir. Terör olaylarının azgınlaştığı ve sınır ötesi bir harekâtın söz konusu olduğu şu günlerde, yine “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu günler” şeklindeki söylemi çok sık işitir olduk.

Halbu ki birlik ve beraberliğe her zaman çok muhtaç durumdayız. Bunu anlamak ve ifade etmek için illâ ki bir millî felâket yaşamamız gerekmez. Zaten bu bilinci her zaman canlı tutar ve gereğini de yerine getirirsek, toplumsal acıları daha az yaşarız.

Birlik ve beraberliği istemek güzel de, bunu gerçekleştirmek için neler yapacağız, hangi ortak değerler etrafında birleşeceğiz? Bizi birbirimize bağlayacak olan bağlar nelerdir? Bu konularda doğru bir tesbit yapmadan, sadece temenni etmek ve istemekle arzu edilen birliği sağlamak mümkün değildir.

Milleti tarif ederken, “aynı topraklar üzerinde yaşayan, bir takım maddî ve mânevî bağlarla birbirine bağlanmış insan topluluğudur” diye tarif ederiz. Burada maddî bağ olarak ırk, dil, kılık kıyafet ve folklör gibi unsurlar sayılabilir. Maddî bağlar milletin objektif unsurlarını teşkil eder. Millet kavramının bir de subjektif unsurları var ki, asıl kuvvetli bağlar burada bulunmaktadır. Bunlar, inanç birliği, ortak geçmişten gelen tarih birliği, kültürel ve geleneksel birliktelik gibi mânevî bağlardır. Bu bağlar zayıfladığı zaman, sadece objektif bağlarla bir milleti uzun süre ayakta tutmak ve güçlü kılmak mümkün değildir.

Subjektif unsurların başında din bağı gelir. Aynı Allah’a inanan, aynı Peygamberin ümmeti olan, aynı kitabın hükümleri ile amel eden insanların meydana getirdiği birlik, dünyevî bir kaygı taşımadığı için çok daha sağlam ve sarsılmaz olur. İnsî ve cinnî şeytanlar araya nifak sokarak onları bölemezler. İslâm dini, insanlar arasındaki ilişkilerde her zaman hak ve adaleti, şefkat ve muhabbeti emrettiği için, Müslümanlar arasındaki bağlar çok daha kuvvetlidir. İnsanların imanı arttıkça, aralarındaki bağlılık da artar. Dahilî ve haricî hiçbir güç onları bölüp parçalayamaz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ağırlığı Türk ırkından olmak üzere, çeşitli etnik unsurlardan meydana gelen üniter bir devlettir. Resmî dili Türkçe olmakla beraber, Türkçe dışında değişik dil ve lehçeler de kullanılmaktadır. Her unsurun da kendine has örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri, kılık ve kıyafetleri vardır. Bunların hepsini objektif bir kalıp içinde eritip “Haydi birleşin” demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama subjektif dediğimiz mânevî potada birleşip kaynaştırmak çok daha kolay ve akılcıdır. Çünkü her zaman dediğimiz gibi, halkımızın yüzde doksan dokuzu Müslümandır. İslâmiyet ortak paydasında birleşmek çok daha kolay olacaktır. Tarihin en şanlı devletlerinden olan Selçuklu ve Osmanlı gibi Türk Devletlerini ortaya çıkartan da bu Müslüman kimliği etrafındaki birleşme olmuştur. Onun için birlik ve beraberlik deyince, ilk önce İslâm potasındaki birlik akla gelmelidir.

İnanç birliğinde insanları birbirine bağlayan bir çok “bir” vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu “bir”leri şu şekilde ifade etmektedir:

“Meselâ; her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir... Yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir, bir. Bu kadar bir bir’ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebet-i uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.”

Yıllardır birlik ve beraberlik çağrısı yapanlar, yukarıdaki paragrafı insanlara tavsiye ve telkin etmiş olsalardı, çok daha güzel neticeler alınır, arzu edilen birlik ve beraberlik çok sağlam bir şekilde tesis edilmiş olurdu.

Öyleyse, her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde, her zamankinden daha çok Bediüzzaman’a kulak vermek zorundayız.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Birey-devlet ilişkileri



Devletin toplumu bir arada yaşatmak için gerekli olduğunda müttefik olan filozoflar, devlet ile bireyin arasındaki ilişkilere de önem atfetmişlerdir. Devlet-toplum ve devlet-birey ilişkilerinin ölçülerini belirlemeye ve sınırlarını çizmeye çalışmışlardır. Temel sorun şudur: “Devlet toplumun haklarını mı koruyacaktır, yoksa bireyin hakkını mı koruyacaktır?” “Devlet mi kutsaldır, yoksa birey mi kutsaldır?” “Birey devlete mi hizmet edecektir, devlet mi bireye hizmet edecektir?” “Devlet mi korunacak, yoksa birey mi korunacaktır?” “Devlet hakkı mı önemlidir, yoksa birey hakkı mı?” “Devlet için fertlerin feda edilmesi doğru mudur?” “Devlet, kendini korumak için mi vardır, yoksa fertleri ve bireyleri mi koruyacaktır?”

Konuya “Devletin toplumsal ilişkileri düzenleme amacı ne olmalıdır?” sorusuna cevap aramakla başlamalıyız. Bütün, parçaların toplamından ibaret değildir, ondan fazla bir şeydir. Toplum da bireylerin toplamından ibaret değildir, daha fazla ve farklı bir bütündür. Toplumun bir şahs-ı mânevîsi vardır. Beraber yaşamanın sağladığı avantajlar ve oluşturduğu sinerjiyi inkâr edemeyiz. Ancak bütün bunların amacı bireyin mutluluğu mudur veya başka bir şey midir?

Totaliter, baskıcı yönetim biçimleri daima “toplumun çıkarı” ve “kamu düzeni” ilkelerini öne çıkararak, bunu, baskıcı tutumlarına dayanak haline getirmektedirler. Toplum için fertlerin fedâ edilebileceğini savunurlar. Bunun için diktatörler toplumun çıkarlarını öne çıkararak kendilerini meşrûlaştırmaya çalışmışlardır. Kurdukları yönetim biçimleri ile devleti toplum ile özdeşleştirir ve bütünün/toplumun iyiliği adına bireyi ve birey haklarını baskı altına alırlar. Çıkardıkları yasalarda hep “kamu düzeni için” derler. Kamu düzenini bozma ihtimali daima kendilerini haklı çıkarmak için kullanılır. Kamu düzeni için bireylerin hak ve hürriyetleri baskı altına alınır ve yasaklar ile etrafları çevrilerek fertlerin hürriyetleri dar bir alana hapsedilir.

Ortaçağ Batı dünyasında, devletlerin gücünü İlâhî kaynaktan aldığını söyleyen kiliseye bağlı kralların ve krallara hâkimiyetin kaynağını ilâhî otoriteye dayandırmak gerektiğini öğreten kilise mensuplarının “Teokratik” yönetimlerinde birey yalnızca birer uyruktu. Amaçlarının İlâhî adaleti gerçekleştirmek olduğunu söylüyorlardı. Ama bunun dayanakları sadece kendi düşünceleri idi. Kutsal kitaplarda bu konuda bir emir bulunmuyordu. Bu yönetim şeklinde birey yoktur; bireyin varlığı sadece bütünün bir parçası olmaktır.

Bireyin hakları bütün adına ve kendini bütünle özdeşleştiren devlet adına fedâ edilemez. Bireyin kendine has hakları vardır. Ancak bu haklar, bireye, topluma ve devlete karşı da bir takım yükümlülükler ve görevler yükler. Devlet de bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almak zorundadır. Birey de vergi vererek, askere giderek ve idarecilere itaat içinde bulunarak toplum kurallarına ve yasalara uygun davranarak devlete ve topluma karşı görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler.

Günümüzde birey-devlet ilişkilerinin ortaya çıkardığı karşılıklı hakların ve ilişkilerin ortaya çıkardığı problemlerin çözümü “Demokratik Hukuk Devleti” olarak orta yerde durmaktadır. İnsanlık, asırların acı tecrübeleri ve akıl ve ilim sahibi bilgin filozofların ortaya koyduğu prensipler çerçevesinde şekillenmesi gerekmektedir.

Hukuk devletinde devlet kendi başına bütünle özdeşleştirilen ve kendi başına bir amaç haline gelen baş edilemez bir güç değildir. Aksine bireyin kendilerini geliştiren ve bireyin haklarını koruyan, temel hak ve özgürlükleri kullanabilmelerine imkân sağlayan bir kurumdur.

Bu konuda İslâm filozoflarının ve bilginlerinin katkısını göz ardı etmemek gerekir. Onların eserleri ve devlet içinde faaliyetleri, güçlü ve âdil yönetimlerin oluşmasına da kaynaklık etmiştir. Yusuf Has Hacip, “Kutatgu Bilig” (Mutluluk Bilgisi); Farabi, “Medinetu’l-Fazıla”; Gazali, “Nasihatu’l-Mülûk”; Mâverdi, “Ahkâm-ı Sultaniye”; İbn-i Haldun, “Mukaddime”; Ebu Yusuf, “Kitabu’l-Harac” gibi eserlerle “Âdil devlet” prensiplerini ortaya koymuşlardır ve Batı filozoflarına ilham kaynağı olmuşlardır. İslâm bilginlerinin konusu genellikle “Bireyin hakkı” noktasında odaklanmıştır. Daha sonra demokratik hukuk devleti konusunda İslâm bilginlerinin açılım yapmamaları, Batıdaki gibi hak ihlâllerinin İslâm dünyasında yaşanmaması ve batıda kralların ve şövalyelerin uyguladığı baskıcı idarelerin doğuda olmaması ve âdil devlet yapısının kurulmuş olmasıdır.

Batıda ise bu konuda önemli açılımlar yapan filozofların başında John Locke (Loke) gelir. Locke, Batıda yöneticilerin baskısından bireyi ve toplumu korumak için yönetim erkini ikiye ayırmayı düşünür. “İnsanların devlet kurmalarının amacı canlarını, mallarını ve özgürlüklerini korumaktır. Bunun için yasaları yapanların yürütme erkini de tekellerine almaları tehlikelidir. Kendilerini yaptıkları yasaların üstünde görenler, toplumu ve bireyleri tehlikeye atabilirler. Yasaları kendi çıkarları doğrultusunda yapabilirler. Bunun için yasama ile yürütmenin ayrılması gerekir. Buna ‘güçler ayrılığı’ denir” diyerek bunun gereğini savunmuştur.

Locke’a göre bireylerin devlet ile yaptıkları sözleşme gereği temel hakların çiğnenmesi durumunda yargılama ve ceza verme hakkı devlete verilmiştir. Ama devredilen tabiî haklar değildir. Bundan dolayı yönetim hakkı mutlak ve sınırsız değildir. İdareci, yani devlet, bireyin temel haklarını korumak için bu görevi üslenmiştir. Yoksa bireyler ve toplum üzerinde mutlak egemenliği söz konusu değildir. Yönetim görevini kötüye kullandığı takdirde halkın yönetime verdiği yasama, yürütme ve yargı hakkını geri alarak başkalarına verme hakkı doğar.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]





Kazım GÜLEÇYÜZ

Senaryoda son perde



Bush, Türkiye’de günlerdir beklenen Beyaz Saray randevusunda Erdoğan’la görüştükten sonra yaptığı açıklamada sözü Dağlıca baskınında kaçırılan askerlerimize getirerek, “Bu askerlerin kurtarılmasında gördük ki, birlikte çalıştığımızda sonuca ulaşabiliyoruz” dedi.

Bu tartışmalı örnek, Erdoğan’ın “İkna oldum” dediği görüşme sonrasındaki muhtemel gelişmeler konusunda da kafaları karıştırıyor.

Nasıl kaçırıldıkları hâlâ bir muamma olan askerlerin “kurtarılış” senaryosu da soru işaretleriyle dolu. Teslim töreninden yansıyan görüntüler ve bunların yol açtığı tartışmalar ise, iki haftalık sıkıntılı bir bekleyişten sonra evlâtlarına tekrar kavuşacak olmanın sevincini yaşayan aileler başta olmak üzere, hepimizi üzüp rahatsız edecek boyutlar kazanacak gibi görünüyor.

Ancak bunlar, bize bütün bu sıkıntıları yaşatan senaryoda ABD’nin oynadığı rolü gözardı ettirmemeli. Teröristlerin Apo posterli masada askerleri DTP’lilerle Kuzey Iraklı yetkililerden oluşan bir heyete tutanak karşılığı teslim ettiği mizansenin, çuvalcı ABD’li komutanca belirlenen finalle sonuçlandırılması ne anlama geliyor

Bir defa, demek ki, Amerikalıların da, Kuzey Iraklıların da şimdiye kadar defalarca tekrarladıkları “PKK’lıları bulamıyoruz” lâfları asılsızmış. Ve istedikleri an buluşabiliyorlarmış.

İkincisi, DTP’lilerin, askerler Türk Genelkurmay’ına teslim edilirken devredışı bırakılmalarını “ABD onlara şov yapma fırsatı vermedi” şeklinde yansıtanlar oldu, ama bu yorum aynı kişilerin son anda teslim törenine dahil edilmelerini izahta geçersiz kalıyor.

Ve özel olarak oluşturan fotoğrafta DTP mensuplarına yer verilerek, sorunun nihaî çözümünde onlara da rol biçildiği mesajı veriliyor.

Bir diğer nokta, aynı törende PKK militanlarının şov yapmalarına izin verilirken, Bush’un “PKK ortak düşmanımızdır, yok edilmesi için hemfikiriz” beyanlarında bulunmasının ortaya çıkardığı son derece tuhaf ve ironik manzara.

ABD, Türk ordusu açısından ikinci bir çuval vak’asına dönüşme istidadındaki “rehin askerleri teslim” töreninde başrolü oynatmak suretiyle mi PKK’lıları yok edecek? Olacak şey mi?

Görüşme sonrası, yeni bir üçlü mekanizma gündemde: Türk ve Amerikan Genelkurmaylarının 2. Başkanları ile Irak’taki ABD işgal güçlerinin birlikte çalışmasını öngören yeni bir sistem

Erdoğan, Türkiye’yi aylarca oyaladığını bizzat ifade ettiği, fiyaskoyla sonuçlanan koordinatörlük sistemini özellikle kastederek, “Denenmiş ve başarısızlığı kanıtlanmış yöntemlerle zaman kaybetmeye artık tahammülümüz yok” dedikten sonra, bu yeni mekanizma için “O başka” diyor. Ve operasyon kararını verdiklerini ifade ederek, “Tarzını TSK bilir” şeklinde konuşuyor.

Ancak kurulan sistemle TSK’nın ikili bir Amerikan kıskacına alındığını nedense! es geçiyor.

Ve senaryoda gelinen son noktayı ise, çoktandır sesi soluğu çıkmayan Osman Öcalan, “PKK’lılar İran’a kaydı” açıklamasıyla koyuyor.

Yani, bu saatten sonra Kuzey Irak’a yönelik bir operasyon yapmanın anlamı kalmıyor. Yapılacaksa, yeni adresin İran olması icab ediyor.

Yıllardır vurmak için fırsat kolladığı İran’a karşı Türkiye’yi yanına çekmek isteyen Amerika, bunun için de mi PKK kartını ortaya sürüyor?

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ayıp olmuyor mu?



Mahmut Tuncer Kanal 7'nin hasbi türkücü programcılarından. Son birkaç bölümünü izliyorum, Mehmet Ali Erbil'le fazla içli dışlı olduğundan mıdır nedir, onun gibi program yapmaya başladı.

Kendini yerlere atıp, sürünüyor. Reklâm delisi olmuş gibi, ha babam "reklâmların" reklâmını yapıyor… Bu hareketler bir türkücüye yakışmıyor.

Bir de;

Programın konsepti midir anlamadım… Nerede sorunlu bir evlilik var, onu bulup stüdyoya getiriyor. Canlı yayında kaynana/gelin veya kaynana damat savaşı yaşanıyor. Canlı yayında her an her şey olabilir, buna nasıl göz yumuyor anlamıyorum. Hani, "düzmece" bir kavga yaşansa anlayacağım… Ama öyle/böyle değil… Son bölümde müstakbel kaynana adayı, gelinlerden dert yandığını söylüyor, torununun evliliğine karşı çıktığını söylüyor. Stüdyoda bulunan gelin adayını yerin dibine batırıyor. Sponsor firma temsilcisi evlilik masrafını karşılayacağını söylemese, cıngar çıkacak.

Orada düğün mü yapılıyor, yoksa kavgaya dâvet mi var, anlamakta zorlanıyorum.

TANSİYON

İsveç'te bir gazete araştırma yapmış. Günde 2 saatten fazla televizyon izleyen çocuklar yüksek tansiyon riski taşıyormuş. 3 saatten fazla izleyenler de ise bu risk üç katına çıkıyor…

Bir de aynı araştırmayı Türkiye'de yapsınlar…

Her gün "Sınırötesi savaş" ve "şehit cenazeleri" haberlerini izleyen çocukları düşünün…

Tansiyon tavan yapar, tavan!

ADAY ADAYI

TRT Genel Müdürlüğü için başvuru süresine az kaldı. Buna rağmen RTÜK'e sadece 16 kişi başvurmuş.

Kimler mi başvurmuş: Ses san’atçısından, Hakime… Öğretmenden genel müdür yardımcısına… Öğretim üyesinden "tekniker"e kadar bir çok dalda aday var.

Bakalım, nasip ve kısmet kime?

Öyle ya da böyle… Artık TRT'ye bir Genel Müdür seçilsin de bitsin bu "çile!"

Kim olursa olsun şimdiden "Hayırlı Olsun!"

TUTANKAMON

Bu bir "firavun" ismi… İngiliz kaşif Howard Carter tarafından 1922'de bulunan firavunun yüzünü bu güne kadar sadece 50 kişi görmüş…

Haber bültenlerinde yer aldı. Şimdi milyonlarca insan gördü.

Firavun'un isminin Tutankamon olduğu söyleniyor ve yüzü, 3 bin 369 yıl sonra ilk kez sergileniyormuş.

Düşünsenize, 3369 yıllık mezar odasından çıkarılan genç firavunun cesedi 2005'te de röntgen cihazıyla üç boyutlu incelenmiş.

Peki, Milâttan önce yaşamış bir firavunun cesedini merak edip sergileyen insanlık, ölümün bu soğuk yüzünü görmüyor mu? İbret verici yanını görmüyor mu?

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye istediğini aldı mı?



‘Masada istediğini almak’ diye bir tabir vardır. Aslında masada veya arazide kimse tam istediğini alamaz. Az veya çok bazı isteklerini elde edebilir. Genişletilmmiş Irak’a Komşu Ülkeler Toplantısı ile Başbakan Erdoğan’ın Bush’la görüşmesi aslında Türkiye’nin zaferi olmasa bile diplomatik başarılarısıdır. Her ikisinde de Türkiye başarılı bir sınav verdi. Amaç, caydırıcılık ise bunu büyük çapta elde etti.

PKK’nın Kandil’den sökülmesi ise ne hacimde olursa olsun bir operasyonluk iş değildir. Çok yönlü ve mütemmim çabalarla ulaşılabilecek bir hedeftir. Aslında, PKK gibi örgütler hedefe yönelik örgütler değildir. Sadece taciz ve rahatsız ederler. Bu itibarla, Kandil, Alamut gibi 130 yıl dahi sürse hiçbir netice çıkmaz. Elbette, Türkiye bütün istediklerini alamadı ama masadan boş da kalkmadı. Masadan çok net şeyler de elde edemedi. Ama ipler de kopmadı. Tek somut şey, ABD’yi işbirliğine ikna etmekti. En azından gerçek zaman istihbaratıyla veya somut istibharatla ABD buna icabet etmiştir. Bush Türkiye’nin ciddiyetini anladı. Ama toplantı sırasında besbelli ki tilki aklı ve kulağı Pakistan’a takılı idi. Zaten görüşmenin akabinde basın toplantısı sırasında PKK’dan ziyade açıklamalara Pakistan damgasını vurdu. İster istemez Erdoğan bu doğrultuda da açıklama yapmak zorunda kaldı.

Aslında, ABD açısından PKK’nın sınır ötesi eylem yapması pişmiş aşa su katmaktı. Amerikalılar bunun böyle olmasını istemiyorlardı. Oyalaya oyalaya zamanın meseleye ilaç olacağını düşünüyorlardı. PKK saldırısından sonra Türkiye’nin dik tutumu Amerikalıları rahatsız etti ama onlar yine de ‘Türkiye’nin yaklaşımını bir kaşık suda fırtına’ olarak görüyorlardı. Bush’un Kandil yerine Müşerref’ten bahsetmesi de bunu gösterdi. Erdoğan da birçok konuda mutabık olduklarını söyledi. Bunu mefhumu muhalifinden okuyacak olursak; bazı noktalarda da mutabık olmadıkları anlaşılıyor. Elbette Amerikalılar küçük hacimli sınırötesi operasyonlara kerhen razı olsalar da büyük çaplı operasyonlara razı olmuyorlar. Bunun anlamı yakında büyük çaplı bir sınırötesi operasyonun olmadığıdır. Bu anlamda görüşmelerin sonucu ve mahiyeti Kuzey Iraklı Kürtleri sevindirmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin gövde gösterisi hem Ermeni hem Kerkük hem de PKK meselelerinde etkili olmuştur.

***

Bununla birlikte, PKK kolay kolay Kuzey Irak üzerinden yani sınır ötesinden Türkiye’ye saldırıya bir daha ya da kısa vadede cesaret edemeyecektir. Bunun bedelinin ağır olacağını görmüştür. Barzani ve Amerikalılar PKK’nın kulağını çekecekler ve işini zorlaştıracaklardır. Bununla birlikte, Kerkük üzerinden bir gerilim olursa Barzani gibiler yine de Türkiye’yi oyalamak ve meşgul etmek için PKK kartına yeniden başvurabilirler. Bundan böyle yapılacak iş kararlı olmak ve yeni saldırılar karşısında müzakerelere gerek görmeden Kuzey Irak’a ve PKK mevzilerine ani dalış yapmaktır. Bundan sonra PKK meselesinin ayrıntıları teknik heyetler atrafından ele alınacaktır. Türkiye kampların dağıtılması, lojistik desteğin kesilmesi ve bölücü elebaşların yakalanması gibi bir takım teknik taleplerini masaya yatırmıştır.

***

Bununla birlikte, 8 Türk askerinin görüşmelerden önce Türk makamlarına teslimi karşı taraf açısından iyi bir zamanlama ve manevraydı. Operasyonun istikametini ve mahiyetini değiştirmiş ve bulanık hale getirmiştir. Türkiye’nin taleplerinin keskinliğini azaltmıştır. Bu teslimden sonra operasyonun kaderi belli olmuştur. Yine de Erdoğan kartlarını göstermeyerek her an operasyon olacakmış havasını veriyor. Havadan öte belirsizlik caydırıcılık nedenidir. Bununla birlikte, gerilimi ve tansiyonu düşürmekte fayda var. Bu elbette kararlılığın aşındırılması anlamına gelmemeli. Başbakan Erdoğan İran’ın da PJEK’ın saldırılarından muzdarip olduğunu söylemesi de Washington’a hatırlatılması gereken bir unsurdu. Yine tarihin Bağdat’ı yakıp yıkanlardan hesap soracağını söylemesi yerindeydi. Bush’un umurunda gözükmüyor ama insanlar yaptıklarını hesabını tarih önünde ve ötesinde mutlaka verirler. Bush, PKK’yı Türkiye, Irak ve ABD’nin düşmanı ilan etmiştir. Bunun ne anlama geldiğini ve somut bir karşılığı olup olmadığını ileride göreceğiz. Ancak Başbakan’ın dediği gibi Türkiye kendi göbeğini kendi kesmeli. El elin eşşeğini ıslık çalarak ararmış.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bediüzzaman’da Türk-Kürt kardeşliği



Bediüzzaman’ın “frenk illeti” dediği ırkçılık, diğer tabirle menfî milliyetçilik, içimize sokulmuş bir öldürücü virüstür. Batının menfî kanadından beslenen bir zehir taciridir.

Buna karşı müteyakkız olmayı tavsiye eden Bediüzzaman, birbirini kardeşçe kucaklayarak, menfî tesiri kıracak muamelelere ağırlık vermeyi tavsiye eder. Başkaca da çare görülmemektedir.

Burada İslâmın ön gördüğü Kürt-Türk kardeşliğini pekiştirecek ve bu şuuru verecek imânî derslere ağırlık vermek, yabancı ejderhaların bu milletin maneviyâtına kast etme amaçlarını akim bırakacaktır. Bu yaklaşıma dayalı vesileler, bu yıkıcı mevzuların panzehiridir. İnsan bünyesinde bunu çözecek ve zihninde kökünden bertaraf edecek yegâne ilâç da budur.

Bediüzzaman’ın “ağabey” Türk’lerden istediği ile Kürt kardeşlerinin ödev ve sorumlulukları konusunda belirleyici uyarı ve önerileri, doğru anlaşılmayı sağlayacak bir üslûp ve tarzda dikkate alınmalıdır.

Bediüzzaman, o günün şartlarında, yaklaşık yüz yıl önce bir Kürt profili çizer. Algıladıklarımdan hareketle, özetlersem;

1- Sadeliklerine atıf yapar. “Besatetleri”nden bahseder. Yani fazla bir fikrî sermayelerinin olmadığından, zor şartların mahsulü yalın bir hayat geçirdiklerinden ve “sade” düşündüklerinden dem vurur.

2- Eğitimsizliklerinden dolayı gelişemediklerini ve gelişme düzeylerinin çocuk düzeyinde olduğunu belirtir.

3- Kahraman ve sadık özelliklerine vurgu yapar. Heyecan ve tepki kültürlerine işaret eder. Erken parlayan hususiyetleri ile yanlış yönlendirilme riskine dair kuşkulardan hareketle, ikazlarda bulunur.

Buradan hareketle; Osmanlıdan kalan Güneydoğu meselesinin o günkü şablonunda ortaya çıkan problemlere getirilen çözüme eleştiri getirir ve çareyi ortaya koyar. Böyle bir çerçevenin içinin doldurulması için iki seçenekten bahseder. Bediüzzaman’a göre;

a- Ya cebirle/zorla bu insanlar/halk ıslâh edilecek ve idarenin tasarrufu altında düzene sokulacak.

b- Ya da tedrisatla/eğitimle bu mesele halledilecek.

Yukarıdaki tesbit/teşhis yapılırken, henüz Türkiye Cumhuriyeti yoktu. Geçen zamanın doğruladığı bu projeksiyon hâlâ geçerliliğini koruyor. Kısa vadeli teörürü durdurma çabalarına karşılık, uzun ve kalıcı bir çözümün eğitim ve zihnî altyapının ahlâka ve kalkınmaya yönelmesiyle mümkün olacağı ortada.

4- Bediüzzaman, Kürtlerin ve bölgenin kalkınması için ırkçılığı önlemenin ve birliği temin etme yolunun eğitim seçeneğine ve buna istinad eden programlarına dayalı önceliğe inanır. Medresetüzzehra projesi bunun tafsilatlı hayat pratiğidir ve somut çözüm önerisidir.

5- Halkın dindar özelliğini nazara verir. Buna göre din ilminin yanında fen ilminin verilmesini Padişaha teklif eder. Bunu Medresetüzzehra adıyla bir üniversite projesine dönüştürür.

Çalışma kapsamına, ilkelerine, müfredatına ve eğitimcilerine kadar bir uygulama pratiği ile Padişahın karşısına çıkar.

Bediüzzaman, bu günleri görürcesine, dinin ihmal edileceği ve yok sayılacağı bir sistemde inkâr ve anarşinin boy göstereceğine dikkat çeker.

Maalesef, Balkan harbi, ardından I. Dünya Savaşı ve sonrasında yeni dönemin/rejimin dine mesafeli duruşu, hayatının en önemli meselesi gördüğü Medresetüzzehra projesini gerçekleştirmekten alıkoyar.

Demokrat Parti döneminde tekrar gündeme gelir. Zaman ve zemin yine müsaade etmez. Bunu, gayriresmî tesis ettiği okuma seferberlikleri ile kısmen sağlamaya çalışır. Okulda modern eğitim alan öğrencilerin, ayrıca Risâle-i Nur okuyarak bu şüphe ve tereddüt bulutlarını dağıtacağını ve öğrencinin iki kanatlı olacağını ifade eder.

Bin yıldır birlikte yaşayan bu iki kavmin rol dağılımında, bir vücudun iki fonksiyonu gibi görür Türkleri ve Kürtleri. Osmanlı’nın son döneminde İstanbul’da isyan eden doğulu hamallara hitaben “Onlar bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz” der.

Akılla düşünce ve kuvvetle duyguların dengeleneceği bir ortak kimyanın tanımına ve sentezine yön verir. Türk-Kürt kardeşliğini böylece mezceder. Ruhu İslâmiyet olan bir vücudun milliyetinden bahseder. Aklı ve kalbi Kur’ân olan bir millî vücut benzetmesi yapar. Tek vücut olma hususiyetinin, böylece İslâmiyet ruhu ile mümkün olacağını ortaya koyar.

Türklerin, çizdiği Kürt profiline nasıl davranacaklarına ve beraberce nasıl başarılı olacaklarına dair çok ciddî ip uçları verir. Müstakil bir eser çalışması gerektiren bu konuya fırsat buldukça değineceğiz.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Birşeyler dönmüş olmalı



3 Kasım 1996 tarihinde meydana gelen meşhur “Susurluk kazası” hakkında o kadar şey söylendi ki, dinleyenlere de anlatanlara da bir bakıma ‘gına’ geldi. Oluşturulan ‘bilgi kirliliği’ de vatandaşın aklını karıştırdı. Kime, hangi beyanlara itibar edilecekti?

Kazanın geçen yıllardaki yıldönümlerinde tartışmalar tazelenirdi. Bu defa ise gündemin Kuzey Irak’a kilitli olması sebebiyle fazla tartışma yaşanmadı, yeni iddialar ortaya atılmadı.

Susurluk kazası konusunda ‘uzman’ kabul edilen TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu eski Başkanı Mehmet Elkatmış, kazanın yıldönümünde yaptığı açıklamalarla yine dikkat çekici bilgiler vermiş. Elkatmış, kaza ile birinci derecede ilgili olanları dinleyen komisyonun başkanı olması sebebiyle tesbitleri dikkate alınması gereren bir isim.

Elkatmış, Meclis araştırma raporlarının dikkate alınmadığından yana şikâyetçi. Şöyle demiş: “Son 20 yıldaki Meclis araştırma raporları toplumu derinden sarsan olaylarla ilgili ama bunların gereğince değerlendirildiği kanaatinde değilim. Bir kısım raporlar aradan çok uzun zaman geçmesine rağmen görüşülemiyor. (...) ‘Faili Meçhuller Raporu’ Meclis Başkanlığına verilmiş ama görüşülememiştir. Meselâ ‘Şemdinli Araştırma Komisyonu Raporu’ TBMM’ye verileli bir buçuk yıl oldu; 2006 Nisan ortalarında verilmiştir. Bırakın gereğinin yapılmasını, görüşülemedi bile; milletvekillerine dağıtılmamış, kamuoyuna açıklanmamıştır. Halbuki rapor sunulduktan sonra bir ay içinde görüşülmesi gerekir. Şemdinli, faili meçhul cinayetler ve göç raporunun hiçbiri görüşülemedi.” (Yeni Aktüel, 1-7 Kasım 2007)

Peki, bunca emek verilerek hazırlanan raporlar niçin görüşülemez? Bu netice bir anlamda, ‘sözün bittiği yer’ değil mi? Ya da “Harç bitti, inşaat paydos” anlamına gelmez mi? “Tek başına, iş başına” gelen bir partinin döneminde de bunlar oluyorsa, ‘koalisyon hükûmetleri’nde neler olmaz ki?

Şikâyetler bununla sınırlı değil. Elkatmış devam ediyor: “Türkiye’de bazı şeyler pek mümkün olmuyor. Şemdinli olaylarında da bunu gördük, iddianameyi hazırlayan başsavcının başına gelmeyen kalmadı. Bizim komisyonun başına da geldi. TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonunda ben dahil Ak Parti’li 15 üyeden 12’si Meclis dışında kaldı. Komisyon olarak arkadaşlarımla kıyıma uğradık. İnsan hakları mücadelesi zordur, keçileri ürkütmüş olabilirsin. Basında, Yahudi lobisinin; ABD ve İsrail’i kötü göstermem üzerine Erdoğan’a bir mektup verdiği yazılıyor. Bütün bunların değerlendirildiğini ve bir şeylerin döndüğünü düşünüyorum. Ama bunlara inanmak da istemiyorum.” (agd.)

Dünyada 100’ün üzerinde ülkede ombudsman olduğunu ve Avrupa’da ombudsmanlığın olmadığı tek ülkenin Türkiye olduğunu da ifade eden Elkatmış, Türkiye’de en büyük insan hakkı ihlâlinin düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda yaşandığını hatırlatıyor.

“Yargı yeterince bağımsız ama tarafsız değil” diyen Elkatmış, “Komisyona başkanlık ettiğim dört buçuk, beş yıl boyunca en çok şikâyet cezaevlerinden geldi. (...) Sonraki en büyük şikâyet yargı kararlarından geliyordu. Vatandaş yargıya inanmıyor” demiş.

“Adalet”in “mülkün temeli” olduğunu bilmeli ve onu tesis etmek için hep birlikte çalışmalıyız. “Dönen dolaplar”a ancak o zaman engel olunabilir.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

En vâhimi



Ankara’da bitmeyen tartışma devam ediyor. Türkiye’nin AB İlerleme Raporunun açıklanacağı günde, Ankara terörle mücadeleyi tartışıyor. Tartışma, bizatihi oyalama oyununun bir parçası: “Erdoğan-Bush görüşmesinde neler konuşuldu ve Bush’un sözleri ne anlama geliyor?” Ankara şimdi bunları tartışıyor. Görüşmede Bush, terör örgütü PKK’yi “düşman” olarak nitelemiş; “Sâdece Türkiye’nin değil, ABD’nin ve Irak’ın da düşmanı.”

İlk akla gelen şu: PKK Irak’ın ve ABD’nin düşmanı ise ve Irak ABD’nin işgali altında ise, işgalcilerin güdümündeki Kuzey Irak, Irak’ın bir parçası ise, o halde terör örgütü neden hâlâ burada yuvalanıp himâye ediliyor? Niçin terörist elebaşları Türkiye’ye teslim edilmiyor?

Bir aydır merakla beklenen ve Genelkurmay Başkanının haftalar öncesinden gelişmeleri odaklandırdığı Beyaz Saray görüşmesi, ardından bu ve buna benzer bir yığın soru bıraktı? Şimdi Ankara’da bunların cevapları konuşuluyor... Mesela Bush, “anlık ve görsel sıcak istihbarat paylaşımı”ndan bahsetmiş. Bildiğimiz kadarıyla bu “taahhüd” daha önce de defalarca verilmiş ve dağ fare doğurmuştu. Tıpkı “koordinatörlük” meselesinde olduğu gibi...

Ne var ki “üçlü mekânizma”nın bir sonuç vermediğini ve Türkiye’yi onbeş ay oyaladığını açıkça ikrar eden Erdoğan, bu defa bir başka “üçlü mekânizma”dan bahsediyor. Türkiye, ABD ve Irak silâhlı kuvvetlerinin en üst düzeydeki ikinci komutanların bir araya gelip terörle mücadeleyi koordine edeceklerini belirtiyor. Ancak bunun nasıl olacağı ortada. Keza Erdoğan’ın üç kez “stratejik müttefikliğe” atıfta bulunduğu görüşmede dile getirilen “yakın işbirliği”nin neyi kapsadığı da muamma...

Erdoğan’ın, daha sonra CSİS adlı lobi kuruluşunda yaptığı konuşmada da açıkladığı gibi, hükûmet Meclis’in verdiği “tezkere”yi mutlaka kullanacak mı? Kullanacaksa nasıl kullanacak? Bunlar da bilinmiyor. Zira Türkiye’nin ABD’den Irak’ın hava sahasını kullanmasını istediği ve buna “izin” verildiği haberleri, Türkiye’nin yapacağının bir “operasyon”la sınırlı kalacağının işâreti.

Anlaşılan, sözkonusu “tezkere”nin bunca gürültüyle çıkarılmasına karşı, Erdoğan kamuoyunu yatıştırma peşinde. Hükûmet bu kritik süreçte gelinen noktada ABD’ye karşı yükselen infiali yatıştırmak ve önalmak için psikolojik taktik güdüyor.

“Başbakan’ın Bush’la görüşmesinden memnun ayrıldığı” iddiaları da, Erdoğan’ın, “Hamd olsun, istediğimizi aldık” sözleri de hep mu maksada mâtuf. Yoksa, bu safhadan sonra yüzbinlerce askerin, Kuzey Irak’a girip Kandil’e vararak alabildiğine geniş bataklıkta bir netice alamayacağını herkes biliyor...

Bush’un toplantıda elindeki kağıda “PKK” yazıp etrafını çizmesini, “PKK’yi çizdiler” diye değerlendiren Türkiye’deki mâlum medya, belli ki bir süre de bununla oyalayacak. Daha önce, meydanlarda terörle yapacağı mücadelede “stratejik müttefikimiz” dahil kimsenin olurunu almak mecburiyetinde olmadıklarını ifâde eden Erdoğan’ın, Amerika’da “stratejik müttefikimiz ABD ile birlikte hareket ediyoruz” demesi dikkat çekici.

Bir başka dikkat çekici husus, Amerikan Basın Kulübü’nde, El Kaide’ye “terörist” denip PKK’yı “asi, “direnişçi” veya “isyancı” denmesinden yakınan Erdoğan’ın, “11 Eylül saldırılarıyla bir başka boyut kazanan küresel terör” nitelemesi...

Doğrusu Erdoğan’ın, hükûmet olarak, “ABD’nin ‘terör’ saydığını biz de “terör” sayıyoruz, mücadele ettiğine biz de mücadele ediyoruz, tam destek veriyoruz; ABD niye bize destek vermiyor” şeklindeki tarizleri, baştan beri Türkiye’nin saplandığı çıkmazı ele veriyor...

* * *

Aslında Bush’un, sekiz askerin teslim edilmesini “ortak çalışma”nın başarısının bir ürünü olduğunu söylemesi, ABD’nin ciddî olarak istediğinde Irak’taki terör örgütünü tasfiye edebileceğinin örtülü ifâdesi. Bu imâlı ifâdelerle Bush, “PKK elimizde, yeter ki Türkiye bizim projelerimize uysun” diyor. Demek Bush yönetimi, bizzat Başbakan’ın Amerika’da açıkça anlattığı, hükûmetin Afganistan’da ve Irak’ta “stratejik müttefik ABD”nin işgal ve savaşına verdiği desteği yeterli görmüyor.

Türkiye’nin onlarca havaalanı ve deniz limanını Amerikan askerlerine ve mühimmatına açması ve Millî Savunma Bakanının itirafıyla Irak’a binlerce sorti yapıp bombalamasına aracılık etmesi de kâfi gelmiyor. Ki Erdoğan’ın, Amerika’da “Türkiye alt yapısına ve üst yapısına varıncaya kadar özgür bir Irak için her türlü desteği verdi” diye şikâyet edip ABD’nin desteğini istemesi bu anlama geliyor.

Peki Bush yönetiminin yeni projesi nedir; Türkiye’den daha ne istiyor? İşte bütün mesele burada düğümleniyor. Toplantıda Bush’un, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi İran’a yönelik saldırı ve operasyonunda Türkiye’nin desteğini almayı hedeflediği ve yüzündeki muzip gülümsemenin âdeta “bu iş tamam” anlamına geldiği kulislerde konuşuluyor.

İşte işin en vâhimi, Türkiye’nin İran operasyonuna âlet edilmesi. ABD’nin Türkiye’ye yapacağı en büyük kötülük bu...

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveret üyeleri ve yöneticilerde aranan vasıflar



Hizmetlerin ölçülü, dengeli ve verimli yapılması için, meşveret üyeliğine seçilecek kişiler önemli. Yöneticiler için aranan kıstaslar, şartlar meşveret üyesi için de geçerli. Peygamberimiz (asm) bir hadîs-i şerîfinde; “Meşveret edilen kimse emîndir”1 der. Yani, hem güvenilir, hem güvenen. Meşveret üyelerinin;

- Emin, itimat edilen,

- Zamanın ve sosyal çevrenin şartlarını bilmesi,

- Akıllı ve ileri görüşlü;

- Âdil, yani hakperest;

- Karşıt fikirlere saygılı;

- Meşveret konusunda uzman ve tecrübe sahibi olması lâzımdır.

Yanlış kişilerle meşveret, kötü sonuçlar doğurabilir. Buna göre istişare; bilgili, doğruyu söyleyeceğinden ve sır saklayacağından emin olunan kişilerle yapılmalı.

İslâm medeniyetinin cumhûrî yönetim sistemi; seçim, adâlet, şeriat (hukuk), kuvvetin kanunda olması ve meşveret esasları üzerine oturur. Hulefâ-yı Râşidin, herbiri hem hâlife hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber (ra) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i Kîrama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikî adâleti ve hürriyet-i şer’iyyeyi taşıyan, dindar mânâdaki cumhuriyetin reisleri idiler. 2

Üç hâlifeye şeyhülislâmlık (müşavirlik) yapan ve seçimle devlet başkanlığına gelen Hz. Ali (ra) meşverete son derece önem verirdi. Mısıra vali tayin ettiği Malik bin el-Haris el-Eşter’e gönderdiği emirnâmede, yöneticilere, 15 asırdan beri tazeliğini kaybetmeyen vecîz tavsiyelerde bulunmuştu. Meşveret ve müşavirlerle ilgili bölümü şöyle:

- Yanına yaklaştırmayacakların: İnsanlar hakkındaki bütün kin düğümlerini çöz. Seni intikama sürükleyecek ipleri kes. Sence açıklık kazanmamış şeylerin bütününü anlamamış görün. Şunu bunu gammazlayanın sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz, ne kadar saf görünürse görünsün, yine hilekârdır.

- Sakın; ne seni yokluk ihtimaliyle korkutarak ikram etmekten geri çevirecek cimriyi, ne zor ve ağır işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası iyi gösterecek hırslıyı danışma meclisine sok! Çünkü cimrilik, korkaklık ve hırs, öylesine farklı huylar ki, ancak, Allahu Zülcelâl hakkında beslenen sû-i zan bunların hepsini bir araya getirir.

- Sana müşavir olacakların en kötüsü senden evvel kötü kimselerle işbirliği yapmış, onların suçlarına ortak olmuş kimselerdir. Böyleleri kat’iyyen sırdaşın olmamalı. Çünkü bunlar, cânilerin yardımcıları ve zalimlerin dostlarıdır. Ne hâcet? Hiçbir zalime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardım etmeyen kimseler arasından, bunların yerini tutacak öylelerini bulabilirsin ki, bunlar, ötekilerin görüş ve tedbirlerine tamamen sahip; buna mukabil, onların günah ve suçlarından kesin olarak temizdirler. İşte senin için böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden fazla, senden başkasına muhabbetleri ise o nisbette azdır. Böyle kimseleri hem özel, hem de genel toplantılarında kendine yakın edin.

Sonra bu şahıslar içinden en ziyâde onu beğenmelisin ki, sana acı gerçekleri herkesten ziyâde o söylesin ve şâyet Allah’ın sevdiği kullarının yapmasına razı olmadığı bir harekette bulunmak istersen, sana yağcılığa kalkışıp teşvik etmesin.

- Sadık ve kanaatkâr adamları kendine sırdaş edin. Eğer bunlar seni alkışlamazlar veya yapmadığın bir takım işleri sana isnatla keyfini getirmezlerse bunu da anlayışla karşıla. Zîrâ, alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek insana büyüklük taslatır ve kibire yaklaştırır.

- Sakın insanların iyisi ile kötüsü senin yanında bir olmasın. Zirâ, onları eşit görmek; iyileri iyilikten soğuturken; kötülerin de fenâlığa olan meylinde onlara cesâret verir.

- İyi niyeti yaygınlaştır: Bilmiş ol ki, vali ile halk arasında karşılıklı güven ve iyi niyete dâvet eden şey, valinin kendilerine hizmette bulunması, yüklerini hafifletmesi ve adâletle hükmetmesidir. O halde insanların arasında iyi niyetin gelişmesini sağla. Zirâ, seni zorluk ve sıkıntılardan ancak onların iyi niyeti kurtaracaktır. Onlara yaptığın bu iyiliklerin mükâfatını, sana karşı duyacakları güvenle görürsün. Onlara kötü muâmele etmenin karşılığı ise sana duyacakları düşmanlıktır.3

Dipnotlar: 1- Tirmizî, Edeb 57; Ebû Dâvûd, Edeb 123; İbn-i Mâce, Edeb 37.; 2- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 332.; 3- Hz. Ali’den (ra) Devlet Başkanlarına Öğütler, Seha Neşriyat, s. 10-11.

07.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nafilelerin en hayırlısı



“Eğer biri mutlaka başaracak ve kurtuluşa erecekse, o ancak bu çocuk olabilir.”1

Bu ifadeyi İmam-ı Malik, genç İmam-ı Şafiî için kullanıyor. Daha ilk karşılaştıklarında, Şafiî’ye, meşhur hadis kitabı Muvvatta’ını okuyacak birini bulmasını istediğinde, o, “Ben okuyabilirim” demiş, birkaç gecede eline alıp ezberlediği kalın hadis kitabını baştan sona ezberden bir çırpıda okuyuverince o büyük imam takdir ve hayranlığını gizleyemeyip bu ifadeyi kullanmıştı.

İşte bu ilim aşkı, milyonları peşinden sürükleyecek kadar herkesin sevgi ve saygıyla andığı büyük bir imam hâline getirecekti İmam-ı Şâfiî’yi.

Onun Resûlullahtan (a.s.m.), Sahabeden aldığı ders, ilmin her şeyin temeli olduğunu, ilimsiz dünya işi olsun, ahiret işi olsun birşey yapılamayacağını, ilim öğrenmenin de bir ibadet olduğunu öğretmişti. Onun için “İlim öğrenmek nafile ibadetten daha faziletlidir” derdi.

Zarurât-ı diniye, yani öğrenilmesi mecburî olan dinî ilimler dediğimiz ilimleri öğrenmek her Müslümana farzdır. Yani Müslüman, farzları, haramları bilecek kadar ilim öğrenmek zorundadır. Tıp, mühendislik, doktorluk gibi bir kısım ilimleri bir toplumda ihtiyaca cevap verecek kadar kişilerin öğrenmesi de farz-ı kifayeye girer. Bunun dışında fazladan ilim öğrenmek de nafile, hatta nafile ibadetten de hayırlı bir ibadettir. Sabah, akşam veya gündüz boş vakitlerimizde otursak dinimizi, Allah’ımızı, Peygamberimizi veya din ve dünyamız için yararlı olan bilgileri öğrensek bunun nafile namaz kılma gibi sevap kazandırdığını unutmamalıyız.

Aişe Validemizin rivayet ettiği şöyle bir hadis-i şerif var: “Fazladan öğrenilen ilim, nafile amelden daha hayırlıdır.”

Namaz, oruç gibi farz ibadetler mutlaka yapılmalıdır. Ama bunların dışında fazladan Allah rızası için yapılan hayır hesanat ve ibadetler eğer nafile iseler bunlar içerisinde en hayırlısı ilimle meşgul olmaktır.

Nafile bir namazın sevabı sadece yapana aitken ilim ise sadece o kişiyi değil, ışık gibi başkalarını da aydınlatır, onlar da faydalanırlar. Dolayısıyla katmerli bir sevap kazanılmış olur.

İşte bu duygu ve anlayış öncelikle Sahabeyi ilme koşturmuştu. İbni Mes’ud ilimle meşgul olmanın namazda bulunmak gibi olduğunu söylerdi. Ebu’d-Derda (r.a.) bir saat ilimle uğraşmayı bütün geceyi ibadetle geçirmekten daha hayırlı görürdü. İlim deryası İbni Abbas (r.a.), “Gecenin bir kısmında ilmî müzakereler yapmam benim için geceyi sabaha kadar nafile ibadetle geçirmekten daha sevimlidir” derdi. Ebû Hureyre dini öğrenmek için bir saat oturmayı, geceyi ihya etmekten daha sevimli görürdü.

Katade’nin (r.a.) belirttiğine göre eğer öğrendiklerimiz nefsimiz için bir ilâç, başkalarının ıslâhına vesile olacak cinstense ondan bir parça öğrenmek bir sene nafile ibadetten hayırlıdır.2

Ne dersiniz, haşir neşir olduğumuz, okuyup aktarmaya çalıştığımız birer marifet hazinesi olan imanî ve Kur’ânî eserler bu sınıfa girmiyor mu?

Dipnotlar:

1- Allah Dostları, 3:31.

2- Hz. Peygamber ve İlim, s. 46.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Huzur ve barış dönemi örnekleri



Sabah gazetesi yazarı Emre Aköz, geçen haftaki bir yazısında Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin en sorunsuz ve en sakin olduğu dönemin, Cumhuriyet tarihi itibariyle 1950–60 yılları olduğunu delillendirerek yazdı.

Hakikaten de DP'nin tek başına iktidarda olduğu bu on yıllık zaman zarfında, lokal ve mevzii bazı eşkiyalık hareketleri dışında, umumun huzurunu kaçıracak, genel barışı bozacak hiçbir vukuat yok.

Zamanın hükümeti, o bölgelere şefkat elini uzatmış, vargücüyle yatırıma yönelmiş ve hiçbir ayrımcılık yapmadan bölge insanına devletin her kademesinde vazife alma yolunu açmıştır.

Bir yerde ciddî yatırım hamlesi varsa, dolayısıyla işsizlik giderek azalıyorsa ve ırkçılık/ayrımcılık politikaları güdülmüyorsa, orada neden huzursuzluk olsun, neden âsayiş bozulsun ki...

* * *

Demokrat Parti dönemindeki huzurlu yılların çok geniş ve yaygın misâlini Osmanlı tarihinde de görmek pekâlâ mümkün.

1514 Çaldıran Zaferinden sonra Osmanlı'ya "müsalemetle" bağlanan Kürtler, tam dört yüz sene müddetle huzur ve barış içinde yaşamışlardır.

Bu uzun zaman içinde, Osmanlı'nın "Kürtçülük"ten dolayı bu bölgede herhangi bir sıkıntısı vaki olmuş değil.

Son dönemlerde bazı aşiretlerin başkaldırısı var, o kadar.

Osmanlı, kardeş olarak gördüğü Kürt, Arap vesair unsurlara hakikaten kardeşçe bakmış, onlara aynı duygu ve düşüncelerle kardeşlik elini uzatmıştır. Haliyle, yaptığının karşılığını da görmüştür.

Aslında, meselenin can damarı budur. Bir topluluğa nasıl bakarsan, onlara hangi niyet ve emellerle yaklaşırsan, mukabilinde de benzer yaklaşımlar görürsün.

Dileriz ki, şimdiki etkili ve yetkili makamlar, Osmanlı'dan ve Demokrat Parti döneminden yararlı dersler çıkararak, uzun zamandır kanayan yaraları tedâviye çalışırlar.

Tesbit

Temeldeki "sorun" ve itiraflar

Emekli Org. Aytaç Yalman'ın "Kürt sorunu"na dair Milliyet'ten Fikret Bila'ya vermiş olduğu röportajda çok çarpıcı ifadeler yer alıyor.

Bir kısmı aynen aşağıdaki gibidir:

"Sorunun sosyal boyutu eskidir. Aslında Türkiye’nin bunu o boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi. Ancak, maalesef yapılamadığını görüyoruz.

"Bu açıdan, o aşamada sorunun ’kendini ifade’ olarak tarif edildiğini görüyoruz.

"Dilini konuşmak; şarkısını, türküsünü söylemek ve dinlemek; kültürünü yaşamak istiyor".

"O dönemde, (bu tür) sosyal istekleri bile biz 'yıkıcı faaliyet' olarak görüyoruz.

"Biz, olayın sosyal yönünü görmemiş, dolayısıyla da sorunu zamanında görememişiz.

"Bizler, o dönemde 'Kürt yoktur' diye eğitilmişiz. Kürtleri, Türklerin kolu olarak görüyoruz." (Agg, 3 Kasım 2007)

Evet, demek ki neymiş?

Demek ki, zamanla "sorun" haline dönüştürülmüş bir "Kürt meselesi" varmış.

Ama, daha da önemlisi şudur ki: Bu "Kürt sorunu"nun temelinde, ayrıca bir "Türk(çülük) sorunu" varmış da, bunu biz yeni yeni itiraf ediyoruz.

Ne diyelim, bu "bölücülük"le ilgili itiraftan sonra, darısı diğer "öncelikli tehdit", yani "irtica" ile ilgili itiraflara...

GÜNÜN TARİHİ 7 Kasım 1982

Referandum fâciası

Darbecilerin tasarrufu ve baskısı altında hazırlanan "82 Anayasası" için referandum yapıldı.

Şiddetli baskı, tehdit ve tek taraflı propaganda kampanyasının ardından yapılan "sözde" referandumdan, yüzde 90'ın üzerinde "Evet/Kabul" oyu çıktı.

Anayasanın bu sûretle kabul ettirilmesiyle birlikte, darbe lideri Kenan Paşa da otomatikman 7. Cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.

Konuya dair geçici madde bu şekilde hazırlanmıştı.

O günlerde, anayasanın aleyhinde bulunmak, tenkit yahut itirazda bulunmak, hiç de kolay bir iş değildi. Anarşistlikle damgalanmayı ve hapse girip her türlü işkenceyi göze almak gerekiyordu.

Kelimelerle anlatılamayacak kadar ağır baskılar altında yapılan böylesi bir referandum, ancak "demokratik fâcia" şeklinde ifade edilebilir.

25 sene evvel bu şartlarda kabul ettirilen 82 Anayasası, bugün için gelişmenin önünde tam anlamıyla bir "ayakbağı" vazifesini görüyor.

Değiştirilmek isteniyor, ancak bu yöndeki çalışmaların önünde de ciddî engeller var.

Bakalım, Türkiye ne zaman bu ayakbağlarından kurtulacak.

NOTLAR

1) 82 Anayasasının geçici maddelerinden birinde, eski siyasilere "10 yıllık yasak" getirilirken, bir maddesinde ise şu ifadeler yer alıyordu: "Bu anayasa, baştan sona Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda hazırlandı; anayasadaki herhangi bir madde, bu ilke ve inkilâpların aleyhinde yorumlanamaz dahi."

2) Bugün yüzde doksan vatandaşın muzdarip olduğu YÖK de, yine bu anasanın kabul edilmesiyle birlikte kànunî statüye kavuşturuldu.

3) Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde yaptığımız tesbitlere göre, referandumda "Hayır/Red" oylarının fazla çıktığı bazı köy ve kasabalarda, vatandaşa çok ağır eziyetler çektirilmiş. Hatta, ölümle neticelenen bazı işkenceler vaki olmuş...

4) Ayrıca, kimi yerde o referandumda ayrı ayrı ve mühürsüz olarak zarflara atılan oy pusulaları sandık başında değiştirilmiş, yeni "hayır" olanlar dahi "evet"e çevrilmiş.

5) Referandumda kullanılan zarfların kâğıdı, içindeki pusulaların rengi açıkça belli olacak kadar ince ve şeffaf idi. Zarfın içine koyu mavi renkteki "hayır" pusulasını koymanın büyük risk taşıdığını hemen herkes biliyordu.

İşte bu şartlarda oylanan 82 Anayasası için, ortaya yüzde 92 gibi yüksek oranda bir "kabul fâciası" çıkmış oldu.

25 yıl aradan sonra, ülke hâlâ bu fâcianın yan etkilerinin tesirinden kurtulabilmiş değil.

07.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın ebedî cazibesi



Tuba Hanım:

*“Hakikat Çekirdeklerinden ‘Küremiz hayvana benziyor; âsâr-ı hayat gösteriyor..’ cümlesiyle başlayan 105. maddeyi açıklar mısınız?”

Risâle-i Nur’un ekser yerinde hayatla vahdet birlikte ele alınır. Hatta vahdetin, yani Kâinat Hâlık’ının birliğinin en açık delillerinden birisi olarak hep hayat nazara verilir. Üstad Bedîüzzaman, hayatı bazen kâinatla, bazen risâletle, bazen Kur’ân vahyi ile ve bazen de tevhidle öylesine iç içe işler ki, bu kavramlar neredeyse kardeş olurlar veya biri diğerini ispatlar, ya da her birisi kâinatın bir büyük ruhu olarak Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyetine imza atarlar.

Bahsettiğiniz maddede yerküremizin hayvana benzediği, çünkü her yanından hayat fışkırdığı ve hayat emareleri gösterdiği; yumurta kadar küçülmesi halinde bir nev'î hayvan olacağı; ya da bir mikrop, yerküremiz kadar büyüdüğü takdirde aynen yerküremize benzeyeceği beyan edilir. Ve ardından, hayattan ruha intikal edilir. Yerkürenin hayatı varsa, ruhu da vardır. Çünkü yerküre boş değildir! Yerkürenin ve hatta kâinatın her bir küresinin öylesine akıllı, isabetli ve istikametli hareketleri ve davranışları vardır ki, hayat, ruh ve şuur bu küreler için de, koca âlem için de, dev kâinat için de öyle uzak ve ulaşılmaz şeyler değildir! Öyleyse, İlâhî emre titiz bir performans ile mazhar ve muhatap olan âlem, bir büyük insandan farksız olmalıdır! Nitekim âlem insan kadar küçülse, yıldızları insanın vücut zerreleri ve cevherleri hükmüne geçecek; kendisi de şuur sahibi bir canlı hüviyetini kazanacaktır! Allah’ın böyle hayat ve ruh cevheri taşıyan çok mahlûkatı vardır.1

Saîd Nursî Hazretleri bu hususu bir âyetin zımnında Sünûhat’ta da ele alır. Cenâb-ı Hak: “Âhiret yurdu var ya! İşte asıl hayat o!”2 buyurarak, hakikî hayatın âhiret hayatı olduğunu; hatta âhiretin hayatın ta kendisi bulunduğunu; başka bir ifadeyle, âhiret hayatının hiçbir zerresinin “ölü” olmadığını bildirmektedir. Bedîüzzaman, bu âyetin dehşetli bir sırrı açtığını; yani bu âyette, bu çokluklar âleminin başlangıcının vahdet olduğu gibi, nihayetinin de vahdete gittiğinin “hayat”la ifade edildiğini kaydeder. Öyle ki, kâinata serpilmiş hayat katreleri ve pırıltıları, bir umumî hayatı göstermektedir. Zira hayat, hayat-ı ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın hayatının daimî tecellisinden başka bir şey değildir.3

Hayat öyle bir ezelî tecellidir ki, bütün âlem hayatın etrafında âdeta bir daire teşkil etmiş ve hayatı merkezine almıştır. Yani her şey hayatın etrafında mekik dokumaktadır. Bütün mevcudat hayata bakmakta, hayata hizmet etmekte ve hayat için lâzım olacak şeyleri yetiştirmektedir. Demek kâinatın Hâlık’ı, kâinattan “hayat” istemektedir.4 Zerrelerin baş döndürücü hareketlerle hayvan, insan ve bitki hayatına bir misafirhane, bir kışla ve bir mektep gibi girerek hayatla nurlanmalarının; hususî bir talim ve terbiye içinde letafet kazanmalarının hikmeti budur; yani ebedî hayata mazhar olmaktır. Vazife başındaki zerreler, âlem-i bekaya ve bütün cüzleriyle hayattâr olan âhiret yurduna birer zerre olmak için liyakat kazanmakla meşguldürler.5

Hayatın, bu kâinattan süzülmüş bir hulâsa olduğunu; şuurun ve hissin, hayattan süzülmüş bir “öz” bulunduğunu; aklın, şuur ve histen süzülmüş bir hulâsa olduğunu; ruhun da hayatın halis ve sâfî bir cevheri bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman; Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve manevî hayatının, kâinatın hayat ve ruhundan süzülmüş bir özün özü olduğunu ve risâletinin ise kâinatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safi bir hulâsası bulunduğunu; binaenaleyh, Hazret-i Muhammed’in (asm) maddî ve manevî hayatının kâinatın hayatının hayatı olduğunu; risâletinin, kâinatın şuurunun şuuru ve nuru bulunduğunu; Kur’ân Vahyinin ise kâinat hayatının ruhu ve kâinat şuurunun aklı bulunduğunu kaydeder. Bediüzzaman’a göre, Peygamber Efendimizin (asm) risâleti ve Kur’ân, kâinatın umumî hayatı ile o kadar ilgilidir ki, risâlet nuru gitse, kâinat divane olacak, vefat edecek; Kur’ân gitse, yerküre kafasını ve aklını kaybedecek, şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacak ve bir kıyameti koparacaktır.6

Bundandır ki, İslâmiyet vazgeçilmez vahdet ve hayat dinidir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 463

2- Ankebût Sûresi, 29/64

3- Sünûhât, s. 15 (yeni baskı: s. 84)

4- Mektûbât, s. 349

5- Sözler, s. 510

6- Lem’alar, s. 329

07.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri