"Her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde” şeklindeki cümleyi her zaman işitiriz. Dinî ve millî bayramlarda yetkililerin yayınladığı mesajlarda, deprem gibi büyük âfetlerde ve terör olaylarının tırmandığı zamanlarda bu cümlenin daha fazla kullanıldığını görüyoruz. İhtilâl liderleri de, parti liderleri de, dinî cemaat liderleri ve kanaat önderleri de yıllardır aynı sözleri sıklıkla dile getirmişlerdir. Terör olaylarının azgınlaştığı ve sınır ötesi bir harekâtın söz konusu olduğu şu günlerde, yine “birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu günler” şeklindeki söylemi çok sık işitir olduk.
Halbu ki birlik ve beraberliğe her zaman çok muhtaç durumdayız. Bunu anlamak ve ifade etmek için illâ ki bir millî felâket yaşamamız gerekmez. Zaten bu bilinci her zaman canlı tutar ve gereğini de yerine getirirsek, toplumsal acıları daha az yaşarız.
Birlik ve beraberliği istemek güzel de, bunu gerçekleştirmek için neler yapacağız, hangi ortak değerler etrafında birleşeceğiz? Bizi birbirimize bağlayacak olan bağlar nelerdir? Bu konularda doğru bir tesbit yapmadan, sadece temenni etmek ve istemekle arzu edilen birliği sağlamak mümkün değildir.
Milleti tarif ederken, “aynı topraklar üzerinde yaşayan, bir takım maddî ve mânevî bağlarla birbirine bağlanmış insan topluluğudur” diye tarif ederiz. Burada maddî bağ olarak ırk, dil, kılık kıyafet ve folklör gibi unsurlar sayılabilir. Maddî bağlar milletin objektif unsurlarını teşkil eder. Millet kavramının bir de subjektif unsurları var ki, asıl kuvvetli bağlar burada bulunmaktadır. Bunlar, inanç birliği, ortak geçmişten gelen tarih birliği, kültürel ve geleneksel birliktelik gibi mânevî bağlardır. Bu bağlar zayıfladığı zaman, sadece objektif bağlarla bir milleti uzun süre ayakta tutmak ve güçlü kılmak mümkün değildir.
Subjektif unsurların başında din bağı gelir. Aynı Allah’a inanan, aynı Peygamberin ümmeti olan, aynı kitabın hükümleri ile amel eden insanların meydana getirdiği birlik, dünyevî bir kaygı taşımadığı için çok daha sağlam ve sarsılmaz olur. İnsî ve cinnî şeytanlar araya nifak sokarak onları bölemezler. İslâm dini, insanlar arasındaki ilişkilerde her zaman hak ve adaleti, şefkat ve muhabbeti emrettiği için, Müslümanlar arasındaki bağlar çok daha kuvvetlidir. İnsanların imanı arttıkça, aralarındaki bağlılık da artar. Dahilî ve haricî hiçbir güç onları bölüp parçalayamaz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ağırlığı Türk ırkından olmak üzere, çeşitli etnik unsurlardan meydana gelen üniter bir devlettir. Resmî dili Türkçe olmakla beraber, Türkçe dışında değişik dil ve lehçeler de kullanılmaktadır. Her unsurun da kendine has örf ve âdetleri, gelenek ve görenekleri, kılık ve kıyafetleri vardır. Bunların hepsini objektif bir kalıp içinde eritip “Haydi birleşin” demek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Ama subjektif dediğimiz mânevî potada birleşip kaynaştırmak çok daha kolay ve akılcıdır. Çünkü her zaman dediğimiz gibi, halkımızın yüzde doksan dokuzu Müslümandır. İslâmiyet ortak paydasında birleşmek çok daha kolay olacaktır. Tarihin en şanlı devletlerinden olan Selçuklu ve Osmanlı gibi Türk Devletlerini ortaya çıkartan da bu Müslüman kimliği etrafındaki birleşme olmuştur. Onun için birlik ve beraberlik deyince, ilk önce İslâm potasındaki birlik akla gelmelidir.
İnanç birliğinde insanları birbirine bağlayan bir çok “bir” vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu “bir”leri şu şekilde ifade etmektedir:
“Meselâ; her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir, bir, bir... Yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir, bir. Bu kadar bir bir’ler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o râbıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebet-i uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.”
Yıllardır birlik ve beraberlik çağrısı yapanlar, yukarıdaki paragrafı insanlara tavsiye ve telkin etmiş olsalardı, çok daha güzel neticeler alınır, arzu edilen birlik ve beraberlik çok sağlam bir şekilde tesis edilmiş olurdu.
Öyleyse, her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde, her zamankinden daha çok Bediüzzaman’a kulak vermek zorundayız.
07.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|