Osmanlı Devleti, resmen değil, ama—bir emrivâki neticesi—fiilen Birinci Dünya Savaşına girmiş oldu.
Emrivâki şu şekilde gelişti: Alman asıllı Osmanlı Amirali Souchon, mahiyeti anlaşılmayan şaşırtıcı bir hareketle, 29 Ekim günü (1914) Rus limanlarını bombardıman ettirir.
Almanya'dan henüz satın alındığı ilân edilen Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) isimli savaş gemilerinin de iştirakiyle Karadeniz'e açılan Osmanlı donanması, Rusya'nın Odessa, Sevastopol ve Tedosya limanlarını bombalamaya başlar.
Bunun üzerine, Rusya da harekete geçti ve Osmanlı'nın Kafkasya'daki sınırını savaş birlikleriyle geçerek şiddetli mukabelede bulunur.
Böylelikle, Osmanlı devleti kendini apansız bir şekilde Avrupa'da çoktan (28 Haziran'da) başlamış olan Birinci Dünya Harbinin ortasında bulur.
Oysa ki, Osmanlı donanmasının Rus limanlarını bombaladığından, hükümetin ve hükümetin başında bulunan (aynı zamanda Dışişleri Bakanı) Sadrâzam Said Halim Paşa'nın dahi haberi yoktur.
(Bu arada, bir süre önce seferberlik ilân edildiği için Meclis'in faaliyetine son verilmiş ve bütün selâhiyet hükümete verilmişti.)
Evet, ortada Meclis yok, sadece İttihatçıların gölgesinde bulunan bir sultan (M. Reşad) ve yine İttihatçıların baskısı altında icraat yapan bir hükümet vardı.
Hükümetin başında bulunan Sadrâzam Halim Paşa, olup bitenleri duyunca, son derece müteessir oldu. Çok kahırlandı ve Sultan Reşad'a 30 Ekim günü gidip istifasını sundu.
Ancak, bu istifası kabul edilmedi ve bekletildi. Hemen ardından, Said Halim Paşa Köşk'ünde toplanan Bakanlar Kurulu, istifanın geri alınmasını istedi.
Bunun üzerine, Said Halim Paşa, Enver Paşadan malûmat istedi. Bir bakıma hesap sordu.
Zira, ülkesinin savaşa girmesini, asker kanının akıtılmasını kesinlikle istemiyordu. Oysa, şimdi izahı müşkil bir emrivâki ile karşı karşıya kalınmıştı.
Enver Paşa da, heyetin huzurunda yemin billah ederek, limanların bombalama emrinden habersiz olduğunu, kendisinin de böyle bir emri vermediğini söyledi.
Ne var ki, artık "defacto" olmuş ve Osmanlı Devleti istese de, istemese de bu eminsiz ve emânsız harbe girmişti.
Yine de, Said Halim Paşa, Almanya ile üç ay kadar evvel yapılan anlaşmanın bir saldırı anlaşması olmadığını, o anlaşmanın sadece "müşterek müdafaa" şeklinde olduğunu izah etti ve bu sınırlar içinde hareket edilmesini istedi.
Heyetin aynı fikirde ittifak etmesi üzerine, istifa dilekçesi geri alındı ve cephelerde gerekli tedbirlerin alınması için harekete geçildi.
Fâcia üstüne fâcia
Birinci Harbe iştirak etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı, hemen bütün cephelerde büyük fâcialar yaşadı, büyük toprak kaybına uğradı ve çok da zayiat verdi.
Başlangıçta hiç hesapta olmadığı halde, dört yıllık savaşın ardından, şehitlerin, gazilerin ve muhaceret neticesi dağılan, yahut telef olanların yekûnu dört milyona baliğ oldu.
Yaşanan fâciaların, elbette ki bir kaderî vechesi vardır. Hikmet lisânıyla bunların izahı mümkündür.
Ancak, Meclis ve hükümet dışlanarak, sultan ve sadrâzam adeta hiçe sayılarak, hele hele diplomasinin esâmisi dahi okunmayarak girişilmiş olan bir savaşın mantığını anlamanın, bunu vatan evlâtlarına izah etmenin mümkinatı görünmüyor.
* * *
Said Halim Paşa, ilk istifasını geri aldı. Ancak, İttihatçı komitacıların baskıcı taleplerinin sonu gelmedi.
Ülke, bir yandan harp halinde iken, bütün cephelerde bir "küçük kıyâmet" yaşanırken, komitacılar makam, mevki ve para derdine düşmüş, bunları elde etmek için de hükümetin başına üşüşmüşlerdi.
1917 yılı başlarına gelindiğinde, Said Halim Paşa daha fazla dayanamaz ve bu kez hiç geri almamacasına Sultan Reşad'a istifasını sunar. (3 Şubat 1917)
Zaten, bu istifanın hemen ardından çapsız ve ehliyetsiz biri olduğu halde, Talat Paşa'nın Sadâret makamına getirtilmesi gösteriyor ki, olup biten bütün karanlık işlerin gerisinde İttihatçı komitalar var.
Eski telgraf müdürü iken, Meclis Başkanı ve Dahiliye Vekili de olan Talat Beyin, komitacılar tarafından en çok istenen bir İttihatçı olduğu uzun zamandan beri bilinmekteydi.
Fakat, kabiliyet ve ehliyetsizliği sebebiyle, onu bir türlü Sadrazamlık makamına getirtemiyorlardı.
Sonunda ve bilhassa devletin en zayıf bir noktada bulunduğu bir zamanda, Talat Paşa hükümetin tepesine getirtilmiş oldu.
Diplomasiyi bilmeyen, askerlikten dahi hiç anlamayan Talat Beyin, günümüze kadar yansıyan en büyük özelliklerinden biri, Ermenilere yönelik "Tehcir Kânunu"nu çıkarttırmış olması; diğeri ise, o tarihlerde Türkiye'de aktif şekilde teşkilâtlanmaya başlayan Masonların hemen her isteğini yerine getirmeye çalışmasıdır.
* * *
Yerinde ve usûlünce kullanılan diplomasi, bir ülke için en az askerî kuvvet kadar önemlidir.
Askeriyenin siyasetin emrinde olması ve siyasilerin de muhtemel bir savaşa meydan/mahal vermemek için diplomasiyi lâyıkı vechiyle kullanması ise, hayatî derecede önemlidir.
Çok kritik bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde, dileriz ki, siyasilerimiz tarihten dersler çıkarır, mâzide yaşanan hatalara düşmez ve ülkeyi, milleti herhangi bir zarara uğratmadan süreci başarıyla yönetirler.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|