|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Daha sonra gelenler arasında ona güzel bir nam nasip ettik. İbrahim'e selâm olsun.
Sâffât Sûresi: 108-109
|
29.10.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kıyâmet Günü bir nidâ edici şöyle seslenir: "Kim Allah'tan başkaları için âmel işlediyse mükâfatını ondan istesin".
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 459
|
29.10.2007
|
|
Ben dindar bir cumhuriyetçiyim
Eskişehir Mahkemesinde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve lâtif bir vâkıa-i müdafaayı aynen beyan ediyorum.
Orada benden sordular ki:
“Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”
Ben de dedim:
Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim.
İşitenler benden soruyordular; ben de derdim:
“Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
Sonra dediler:
“Sen Selef-i Sâlihîne muhalefet ediyorsun.”
Cevaben diyordum:
“Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (ra), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İşte, ey müdde-i umûmî ve mahkeme âzâları. Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz.
Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir—şimdi yirmi sene oluyorki—hayat-ı siyâsiye ve içtimâiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm “Hasbünallâhu ve ni’mel-vekîl” olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:
“Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.”
Târihçe-i Hayat, s. 357
Lügatçe:
Selef-i Sâlihîn: Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaatin ilk rehberleri. İslâmın ilk dönemlerinin salih insanları.
Hulefâ-i Râşidîn: Doğru yolda olan dört büyük halife.
Sıddîk-ı Ekber: En büyük doğrulayıcı; Hz. Ebû Bekir (ra).
Aşere-i Mübeşşere: Cennetle müjdelenen 10 sahabî.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
29.10.2007
|
|
Şeytanın desiseleri-hileleri
Mektubat’ta geçen “..ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mağlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle...” cümlesinde insanları aldatan şeytanın bazı hileleri anlatılmaktadır.
Şimdi bu desiseleri ve sonuçlarını inceleyelim:
Gaflet: Aldırmazlık, boş bulunma, basiretsizlik, dalgınlık, ihtiyatsızlık ve dikkatsizlik anlamlarına gelmektedir. Buna göre, insan, gaflet içinde olduğunda, fazla incelemeden batıl ve kötü şeyleri hak ve güzel olarak kabul edebilir. Gerçekleşmesi imkânsız olayları da gafletle-dalgınlıkla olabilir kabul ederek birçok kötü durumlara düşebilir. Yine gafletle söylediği bir söz, yaptığı bir hareket ile, Allah korusun imanını kaybetme durumuna düşebilir.
Dalâlet: Sapma, doğru yoldan çıkma gibi anlamlara gelen dalâlet sonucu, insanlar bilerek doğruyu yanlış, güzeli çirkin görür ve gösterirler. Bir anlamda şeytanın sözcülüğünü yaparlar.
Safsata: Abes, anlamsız, abuk sabuk, mantıksız, saçma sapan vs. gibi anlamlar verilen safsata dolayısıyla kişiler, anlamsız ve abuk sabuk işlerin arkasından giderler ve yolların sonu cehenneme kadar devam eder.
İnat: Ayak direme anlamına gelen inat, bir gerçek karşısında bilerek ve isteyerek gerçeği kabul etmeme durumlarını insana yaşatır.
Mağlata: Kafa karıştıran aldatıcı söz. Sanki doğru söylüyormuş gibi çok anlamlara gelebilecek sözlerle, bir anlamda cerbeze yaparak insanların kafalarını karıştırmayı ve yanlış anlamalara sebebiyet vererek toplumun ve insanların kötü yollara düşmelerini sağlar.
Mükâbere: Münakaşada ağız kalabalığı ile karşısındakini yenmeye çalışma, yanlışta direnme, büyüklenme. Bir anlamda inat ve mağlatanın beraber kullanılma durumuna benzer. Bununla da kişi, insanlar arasında sanki şeytanın avukatlığını yaparak toplumun huzurunu bozar.
İğfal: Aldatma, ayartma demek olan iğfal, şeytan kılıklı insanların çok zaman başvurduğu yollardan biridir. Söz ile olabildiği gibi davranışlarla da insanlar iğfal edilerek aldatılabilir.
Görenek: Başkasında görüp özenme ve aynısını yapmaya çalışma anlamına gelen görenek, toplumun saadetini engelleyen, zamanımızın da en büyük belâlarından biridir. Ailelerin huzurunu kaçıran, özellikle dar gelirli insanları haram kazanç yollarına iten bir belâdır. ‘Onda var, biz de niye yok’, ‘Onlar almışlar, biz de alalım’ gibi birçok alıştırma ve tuzak cümleleri sonucu, görenekle insanlar gereksiz alımlar yaparak kendilerini büyük borç yükü altına sokuyorlar.
Bîtarafâne muhakeme: Tarafsız bir şekilde karar verme. Bir tarafta haklı, bir tarafta haksız iki kişi arasında tarafsız kalarak ondan sonra karar vermeye çalışmak gibi bir anlama gelebilen bîtarafâne muhakeme, Üstad Said Nursî’nin, şeytana hitabıyla; “... iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir... öyle şekilde muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir..”
Bu sayılan dokuz adet desise, hilelerle “..şeytan ve bir açıdan nefs-i emmaremiz, çok muhâlâtı intâc eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan sûretindeki hayvanlara yutturur.”
Ehl-i iman olarak bizler, şeytanın bu gibi hilelerine aldanmamak ve uyanık olmak durumundayız ki, bu dünya hayatımızın yolculuğu cehennemde son bulmasın.
O halde ne yapmak gerekir?
Önce şeytanı ve verdiği desiseleri, yaptığı hileleri iyi öğrenmeliyiz ki, bu tuzaklara düşmeyelim. Bunun yolu da, imanımızı kuvvetlendirip, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde verilen prensipleri hayatımıza tatbik etmektir. Ne midir bunlar? Meselâ, birkaçını sayarsak:
“Her söylediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değil. Bazan zarar verse sükût etmek... Yoksa yalana hiç fetva yok. Her söylediğin hak olmalı; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yo k. Çünkü hâlis olmazsa su-i tesir eder, hak, haksızlıkta sarf olur..”
“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören hayatından lezzet alır.” “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” “..hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla mânevî hastalıklarımızı (şeytanî desiseleri) tedâvi etmeliyiz... Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. Urvetü’l-vuska sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir, doğruluktur.”
“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmek.”
|
M. Fahri UTKAN
29.10.2007
|
|
Cumhuriyet ve Meşrûtiyet
Cumhuriyet ki,(HAŞİYE) adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir.
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64
***
Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir. Yani efkâr-ı âmmenizin misâl-i mücessemi olan mebusân hâkimdir; hükûmet, hâdim ve hizmetkârdır.
Münâzarât, s. 42
***
İşte, Meşrûtiyet “Ve işlerde onlarla istişare et.” (Al-i İmran Sûresi: 159); “Onların aralarındaki işleri istişare iledir” (Şûrâ Sûresi: 38) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.
Evet, Meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfiden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.
Münâzarât, s. 24
***
Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdâdın esâsı, kuvvet şahısta olur, kânunu kendi keyfine tâbî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle giydiriyor.
Münâzarât, s. 38
***
Zaman-ı Meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası hak’tır, akıl’dır, mârifet’tir, kânun’dur, efkâr-ı âmme’dir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezâyüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenâkus ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vustâ hükûmetleri inkırâza mahkûm olup, asr-ı hâzır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvârî bir ömre mazhardırlar.
Münâzarât, s. 33
***
Rûh-u Meşrûtiyet, şeriattandır; hayatı da ondandır. Fakat ilcâ-i zarûretle teferruat olabilir, muvakkaten muhâlif düşsün.
Münâzarât, s. 38
***
..Meşrûtiyet ile sû-i istimâlâtın ekser yolları münsed olur; istibdatta ise açıktır.
Münâzarât, s. 39
Haşiye: O zaman Meşrûtiyet; şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.
|
29.10.2007
|
|
İstanbul'un Fethinin görünmeyen bir cephesi
“Ubeydullah-ı Ahrâr Hazretleri, bir gün öğleden sonra, anîden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant’tan sür'atle çıktı.
Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada bekleyiniz!” buyurdu.
Sonra atını Abbas Sahrası denilen sahraya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip takip etmişti. O’nun anlattığına göre, Hâce Ubeydullah sahraya vardığında, atını sağa sola sürmeye başlamış. Sonra birdenbire gözden kaybolmuş.
Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
“Türk Sultanı Sultan Mehmet Han (Fatih), kâfirlerle harp ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allah’ın izniyle galip geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.Hâce Muhammed Kasım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir:
“Anadolu’ya gittiğimde, Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan Beyazıt Han, bana, babam Ubeydullah-ı Ahrâr’ın şeklini tarif ederek:
“O zatın beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu.
Ben de tarif ettiği bu zatın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup, bazen ona bindiğini söyledim.
Bunun üzerine Sultan Beyazıt Han dedi ki:
Babam Fatih Sultan Mehmet’ten dinledim:
“İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli anında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî’nin imdadıma yetişmesini istedim. Beyaz bir at üzerinde bir zat derhal yanıma geldi;
“Korkma!” buyurdu.
Ben de;
“Nasıl endişelenmeyeyim, küffar çok!” dedim.
Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi.
Baktım, büyük bir ordu gördüm.
“İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defa kös vur ve orduna hücum emri ver.” buyurdu.
Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı. İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”
|
Süleyman KÖSMENE
29.10.2007
|
|
|
|