|
|
Şaban DÖĞEN |
Bediüzzaman Said Nursî ve Cumhuriyet |
|
Bediüzzaman Said Nursî, gerçek anlamda bir cumhuriyetçiydi. Hem de dinine bağlı bir cumhuriyetçi… Çıkarıldığı Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde cumhuriyet hakkındaki görüşleri sorulmuş, “Mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayat’ım ispat eder” diye cevap vermiş, buna delil olarak da karıncaları örnek vermiş, onlara, Siirt’te ilimle uğraştığı günlerde, “Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini, karıncalara verirdim”1 diyerek onlara çorbasının tanelerini verdiğini söylemişti.
“Bu görüşünle selef-i salihîne muhalefet ediyorsun” diyenlere de cevabı şuydu Bediüzzaman’ın: “Hulefa-yı Raşidinin [Dört Halifenin] herbiri hem bir halife, hem reisicumhur idi. Sıddık-ı Ekber (r.a.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama, elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”2
Her konuda olduğu gibi cumhuriyet konusunda da Asr-ı Saadeti model almaktaydı Bediüzzaman. Onun Meşrûtiyet için söyledikleri Cumhuriyet için de aynen geçerliydi. Cumhuriyet de Meşrûtiyet gibi meşveret, adalet ve kuvveti kànunda toplamalıydı. Hakimiyet milletin olacak, böylece millet varlığını, etkisini gösterecekti.3
Cumhuriyette de şûrâ esas olacak, meclis varlığını hissettirecekti. Asr-ı Saadette hüküm hak, delil, akıl ve meşveretin elinde4 değil miydi?
Bediüzzaman cumhuriyetçi, hürriyetçi ve demokrattı. Bugün modern dünyanın nice mücadeleler sonucunda elde ettiği, savunageldiği bu değerlere İslâmî çerçevede sahip, kötüye kullanılmalarına da karşı çıkıyordu.
Bediüzzaman, en hürriyetçi insandan daha hürriyetçiydi. Bütün hak ve hürriyetlerin meşrû çerçevede müdahale görmeksizin kullanılması taraftarıydı. Söz ve vicdan hürriyetlerine meşrû düzeni sarsmadığı müddetçe kısıtlama getirilmemeliydi.
O, meşrû bir hürriyetçi olduğu kadar, meşrû bir Meşrûtiyetçi, o ölçüde dindar bir Cumhuriyetçi, dindar bir cumhuriyetçi olduğu kadar da demokrattı. Bunu “Cumhuriyet ve demotratlık mânâsındaki Meşrûtiyet ve kanun-u esasî denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet [kuvveti kanunda toplamak]”5 ifadelerinde de görmek mümkündür.
İşte Bediüzzaman bu ölçüler içerisinde cumhuriyete sahip çıktığı gibi demokrasiye de sahip çıkmıştı.
Dipnotlar:
1. Şuâlar, s. 317; 2. Tarihçe-i Hayat, s. 36; 3. Hutbe-i Şamiye, s. 93; 4. Muhakemat, s. 32; 5. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 69.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Tilâvet Secdesi üzerine |
|
Şanlıurfa’dan okuyucumuz: “Tilâvet secdesi ne demektir? Secde âyetlerini okuduğumuzda secde yapmamız zorunlu mu?”
Kâinatın Malik’ine, Hâlık’ına, Bâri’ine, Rabb’ine, Vâris’ine, Sahibine secde etmek makamların en yücesi.
Buhârî’de uzun bir hadîs-i şerifte, Resûlullah Efendimiz’in (asm) mahşerde şefaat anındaki büyük secdesi anlatılır. Secde denince, bu büyük secdeyi hatırlamadan geçmeyelim; ne dersiniz? Kıyâmet Günü günahkâr ümmetinin bağışlanması için Allah Resûlü (asm) tazarrû’ içinde def’alarca secdeye kapanır, her def’asında “Yâ Rab!... Ümmetî... Yâ Rab!...Ümmetî...” diye ümmetinin necâtını ister; böyle mahviyetkârane yapılan secde neticesinde Cenâb-ı Hakk, gönlünde arpa tanesi kadar, sonra zerre kadar, sonra hardal tanesi kadar imanı olanların Cehennemden çıkarılacağını müjdeler. Hadisin son bölümünü Enes b. Mâlik’in (ra) rivâyetinden takip edelim: “Ben dördüncü def’a dönüp geleceğim. Ve Allah u Teâlâ’ya o ilham olunan mübarek hamd ve sena kelimeleriyle hamd u sena edip secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana: “Yâ Muhammed!... Başını kaldır; söyle! Sözün dinlenecektir! İste; dileğin verilecektir! Şefaat et; şefaatin makbul olacaktır!” denilecek. Ben de: “Yâ Rab! Lâ ilâhe illallah diyen bütün beşeriyet hakkında şefaat etmeme izin ver!” diyeceğim. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “İzzetim, Celâlim, Kibriyâm ve Azametim hakkı için; Lâ ilâhe illallah diyen herkesi Cehennemden çıkaracağım!” buyuracaktır.1
Allah Resulü (asm) dünyada da en çok secde eden bir kul, bir habîb ve Resul idi. Habîbullah unvanı almasında elbette O’nun, secdeyi en büyük şeref bilen mübarek alnının ve secde için nasır bağlayan, su toplayan mübarek ayaklarının çok büyük yeri vardı. İbn-i Ömer (ra) anlatır: “Nebi-i Zişan Efendimiz (asm) Kur’ân okurken içinde secde âyeti bulunan bir sûreye geldiğinde secde eder; biz de kendisiyle birlikte secde ederdik. Öyle ki, bir kısmımız alnını koyacak yer bulamazdı. Allah Resulü (asm) buyurdular ki: “Âdemoğlu secde âyetini okuduğunda secde ederse, şeytan oradan ayrılır ve ağlayarak der ki: ‘Eyvah! Âdemoğlu secdeyle emr olundu ve secde etti! Cennet Onun içindir! Ben de secdeyle emr olundum ve isyan ettim! Cehennem de benim içindir!”2
Secde âyeti okunduğunda veya işitildiğinde yapılması gereken secdeye “Tilâvet Secdesi” deniyor. Tilâvet Secdesi yapmak Hanefî Mezhebinde vacip; diğer üç mezhepte sünnet-i seniyyedir. Okunduğunda secde yapılması vacip olan âyetlerden bazısı, secdeyi açıktan emrediyor; bazısı, peygamberlerin secde ettiklerini haber veriyor; bir kısmı da, kâfirlerin secde etmekten yüz çevirdiklerinden bahsediyor. Secdeyi emreden âyetler okunduğunda Allah’ın emrine ittibâ etmek gerekir; Peygamberlerin secde ettiklerini haber veren âyetler okunduğunda, peygamberlerin yolunda bulunduğumuzu amelimizle izhar etmek ve Cenâb-ı Hak’tan hidayet üzere bulunmayı fiilen istemek gerekir; kâfirlerin secde etmekten kaçındığını bildiren üçüncü kısım âyetler okunduğunda ise kâfirlere muhalefet etmek ve onların bu isyan halinden fiilen Allah’a sığınmak gerekir. İşte bu üç kısım âyetler okunduğunda Tilâvet Secdesi yapmak gayet münasip ve kulluğun haysiyetine yakışan bir ameldir. Tilâvet Secdesi, secde âyeti okunduğunda veya işitildiğinde hemen yapılır. Eğer hemen yapma imkânı yoksa ilk fırsatta yapılır; ama bilerek ve bir zaruret olmaksızın geciktirmek tenzîhen mekruhtur. Şâyet hemen secde yapmayacaksa; “Semi’nâ ve ata’nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” (İşittik ve itaat ettik; mağfiretine sığınırız Rabbimiz; dönüş Sanadır.)3 denir.
Hanefîlere ve Malikî’lere göre Tilâvet Secdesi şöyle yapılır: Secde âyeti okunduğunda veya dinlendiğinde, abdestli olarak hemen ayağa kalkılır, seccadenin üzerinde veya temiz bir yerde Ttilâvet Secdesi yapmak niyetiyle kıbleye dönülür, eller kaldırılmaksızın “Allahu ekber” diyerek doğrudan secdeye gidilir. Secdede üç def’â “Sübhâne Rabbiy’el-A’la” denilir, sonra “Allâhu ekber” denilerek secdeden kalkılır. Bu secdede teşehhüt ve selâm yoktur. Doğrulurken, “Ğufrâneke Rabbena ve ileyke’l-masîr” denilmesi müstehaptır. Secdeye giderken ve doğrulurken “Allahu ekber” denilmesi ve secde esnasında “Sübhâne Rabbiy’el-A’lâ” denilmesi sünnet-i seniyyedir. Secdenin ayağa kalkılarak yapılması ve secdeden sonra yine ayağa kalkılması müstehaptır. Bunlara ilâveten; Hanbelî Mezhebine göre secdeden sonra oturularak selâm verilir; Şafiî Mezhebine göre ise, secdeye başlarken niyet esnasında eller kaldırılarak iftitah tekbirinin alınması; secdeden sonra da oturularak selam verilmesi şarttır. İftitah (tahrim) tekbirinden sonra secdeye giderken de ayrıca tekbir alınması sünnettir.
Secde âyetini mealden okuyan veya dinleyen bir kişinin de secde yapması gerekir.
Dipnotlar:
1- Buhârî, C.12, 2188, 2- Müslim, Îman, 133, 3- Bakara Sûresi, 2/285.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Temel sosyal hastalığımız nedir? |
|
Aslında köşe yazarlarımızın işleri muhterem okuyucularıyla
*Yazılı bir meşveret,
*Karşılıklı fikir alışverişi,
*Bir müzakere ve mütalâa etmektir.
Bu, yıllardan beri uygulana gelen bir sistemdir. Zira, her zaman ve her zeminde Yeni Asya okuyucuları, gerek yayın politikasını, gerekse yazarları “mihenge vurma, murakabe ve kontrol”, Üstadı tabiriyle, “Zeki bir muhatap ve icabet eden” konumundadır.
Bu girizgâhtan sonra mevzumuza giriş yaparsak; insan ve hizmet olan yerde kusur, hata ve eksiklik vardır. Çünkü, beşer şaşar. Ancak, hatasından dolayı özür ve af dilemek, hatasını telâfi etmek de fıtratının bir gereğidir.
Toplum ve gruplar içindeki problemleri çözmek, sıkıntıları aşmanın birinci prensibi meşveret/danışma, müzakere ve mütalâadır. Ancak, “şahıs ve hadiselerden” ziyade, fikir ve sistem bazında yaklaşmalı. Zira, insan hatadan beri değildir. Hadiselere de her zaman cihet-i sittesi (altı yönü) ile yaklaşamayıp, kimi zaman tek cepheden bakıldığında isabetli teşhisler konamaz.
Meseleleri değerlendirirken, “müfsitler, fasık-ı mütecahirler ve zındıklar müstesna-suçlu, günahkâr aramamaktır. Yani, cihadımız cahillere değil, cehalete; fakirlere değil fakr u zarurete, muhaliflere değil, ihtilâf sıfatlarınadır. Düşmanımız da düşmanlık sıfatı olmalı…
Problemlere, sıkıntılara bu perspektiften yaklaştığımızda; nezahet, nezaketle, hak arama şuuruyla yapılan meşveret, müzakere ve mütalaalarla aşabiliriz. Hiç şüphesiz, tenkit ayrı, mihenge vurmak ayrı şeydir. Biz tenkitle değil, “yardımlaşmak, kusurlarımızı örtmek, eksikleri tamamlamak, vazifemize muavenetle” görevliyiz. İhlâs Risâlesi’nin ikinci düsturu buna amirdir. Yine Üstadın, “Sizler, ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını ve bazan Hücumat-ı Sitte Risâlesini mâbeyninizde (aranızda) beraber okumalısınız…1 şeklindeki tavsiyeleri de, meselelere hissi değil, prensipler, ilkeler, kaideler çerçevesinde yaklaşmamızı gerektirir.
Teşhis isabetli değilse, ameliyat-ı cerrahiye de yanlış yapılacaktır. Bu durumda da problemler, hastalıklar yaygınlaşır, müzminleşir. Temel hastalığımız Risâle-i Nur’u okumamak ve pratiğe tam olarak yansıtamamaktır. Zira, bilmek ayrı, uygulamak ayrıdır. İnsanlar helâk olur, bilenler kurtulur. Bilmek de yetmez, amel etmek, pratiğe geçirmek, hayata uygulamak gerekir. Uygulamak da yetmez, onlar da helâk olur. Ancak ihlas sahipleri kurtulur. Demek temel hastalığımız ihlâstır.
Genel rehavete kapılmamız, hizmet şevkini kaybetmemizin, dolayısıyla geride kalmamızın altı hastalık yanında, “Müslümanları ortaçağda durduran ve tevkif eden, geri bırakan altı hastalıkta”, ve keza, zindan-ı atalete (tenbellik, uyuşukluk zindanına) düştüğümüzün psiko-sosyal sebeplerinde. Onlar da, “ümitsizlik, şevksizlik, meylüttefevvuk/üstün olma meyli, sebepler zincirini atlama, yani, sünnetullaha, kevnî ve sosyal kanunlara uymama; hem kendisi, hem de hemcinslerinin hakkını aramama; acz ile kendine itimadı olmadığından işi birbirine bırakma/havalecilik; başkasının tembelliğini örnek alma; Allah’ın işine karışma ve meylürrahattır.2
Öyle ise, vurgumuzu, tahşidatımızı Üstadın teşhisleri üzerinde yapmalıyız. Yoksa teferruatı tartışarak ana meseleyi göz ardı edebiliriz. Risale-i Nur’u çokça okur, ihlâsı kazanmaya çalışırsak, diğer hastalıklarımızı da tedâvi edebiliriz, aşk ve şevkimizi de kazanabiliriz.
Bu arada, birlik ve beraberlik üzerine de vurgu yapmalıyız. Zira, bu nokta önemli değil, ehemmiyetlidir, lüzümlu değil, elzemdir. Zira, Üstad’ın hedeflerinden birisi İttihad-ı İslâm”dır. Kendi içinde müttehit olmayan, ittihad-ı İslam dâvâsında nasıl bulunabilir? Bununla birlikte özellikle meselenin püf noktasını teşkil eden şu ayrıntıya dikkat etmeli:
Risâle-i Nur presiplerinden, meslek ve meşrepten, dâvâdan taviz verilerek gerçekleştirilecek ittihad, gerçek ittihad değil; yalandan ittihaddır ve sonuçsuzdur.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 172.; 2-Münazarat, s. 136-140.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Birinci Harbe nasıl girdik? |
|
Osmanlı Devleti, resmen değil, ama—bir emrivâki neticesi—fiilen Birinci Dünya Savaşına girmiş oldu.
Emrivâki şu şekilde gelişti: Alman asıllı Osmanlı Amirali Souchon, mahiyeti anlaşılmayan şaşırtıcı bir hareketle, 29 Ekim günü (1914) Rus limanlarını bombardıman ettirir.
Almanya'dan henüz satın alındığı ilân edilen Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) isimli savaş gemilerinin de iştirakiyle Karadeniz'e açılan Osmanlı donanması, Rusya'nın Odessa, Sevastopol ve Tedosya limanlarını bombalamaya başlar.
Bunun üzerine, Rusya da harekete geçti ve Osmanlı'nın Kafkasya'daki sınırını savaş birlikleriyle geçerek şiddetli mukabelede bulunur.
Böylelikle, Osmanlı devleti kendini apansız bir şekilde Avrupa'da çoktan (28 Haziran'da) başlamış olan Birinci Dünya Harbinin ortasında bulur.
Oysa ki, Osmanlı donanmasının Rus limanlarını bombaladığından, hükümetin ve hükümetin başında bulunan (aynı zamanda Dışişleri Bakanı) Sadrâzam Said Halim Paşa'nın dahi haberi yoktur.
(Bu arada, bir süre önce seferberlik ilân edildiği için Meclis'in faaliyetine son verilmiş ve bütün selâhiyet hükümete verilmişti.)
Evet, ortada Meclis yok, sadece İttihatçıların gölgesinde bulunan bir sultan (M. Reşad) ve yine İttihatçıların baskısı altında icraat yapan bir hükümet vardı.
Hükümetin başında bulunan Sadrâzam Halim Paşa, olup bitenleri duyunca, son derece müteessir oldu. Çok kahırlandı ve Sultan Reşad'a 30 Ekim günü gidip istifasını sundu.
Ancak, bu istifası kabul edilmedi ve bekletildi. Hemen ardından, Said Halim Paşa Köşk'ünde toplanan Bakanlar Kurulu, istifanın geri alınmasını istedi.
Bunun üzerine, Said Halim Paşa, Enver Paşadan malûmat istedi. Bir bakıma hesap sordu.
Zira, ülkesinin savaşa girmesini, asker kanının akıtılmasını kesinlikle istemiyordu. Oysa, şimdi izahı müşkil bir emrivâki ile karşı karşıya kalınmıştı.
Enver Paşa da, heyetin huzurunda yemin billah ederek, limanların bombalama emrinden habersiz olduğunu, kendisinin de böyle bir emri vermediğini söyledi.
Ne var ki, artık "defacto" olmuş ve Osmanlı Devleti istese de, istemese de bu eminsiz ve emânsız harbe girmişti.
Yine de, Said Halim Paşa, Almanya ile üç ay kadar evvel yapılan anlaşmanın bir saldırı anlaşması olmadığını, o anlaşmanın sadece "müşterek müdafaa" şeklinde olduğunu izah etti ve bu sınırlar içinde hareket edilmesini istedi.
Heyetin aynı fikirde ittifak etmesi üzerine, istifa dilekçesi geri alındı ve cephelerde gerekli tedbirlerin alınması için harekete geçildi.
Fâcia üstüne fâcia
Birinci Harbe iştirak etmek mecburiyetinde kalan Osmanlı, hemen bütün cephelerde büyük fâcialar yaşadı, büyük toprak kaybına uğradı ve çok da zayiat verdi.
Başlangıçta hiç hesapta olmadığı halde, dört yıllık savaşın ardından, şehitlerin, gazilerin ve muhaceret neticesi dağılan, yahut telef olanların yekûnu dört milyona baliğ oldu.
Yaşanan fâciaların, elbette ki bir kaderî vechesi vardır. Hikmet lisânıyla bunların izahı mümkündür.
Ancak, Meclis ve hükümet dışlanarak, sultan ve sadrâzam adeta hiçe sayılarak, hele hele diplomasinin esâmisi dahi okunmayarak girişilmiş olan bir savaşın mantığını anlamanın, bunu vatan evlâtlarına izah etmenin mümkinatı görünmüyor.
* * *
Said Halim Paşa, ilk istifasını geri aldı. Ancak, İttihatçı komitacıların baskıcı taleplerinin sonu gelmedi.
Ülke, bir yandan harp halinde iken, bütün cephelerde bir "küçük kıyâmet" yaşanırken, komitacılar makam, mevki ve para derdine düşmüş, bunları elde etmek için de hükümetin başına üşüşmüşlerdi.
1917 yılı başlarına gelindiğinde, Said Halim Paşa daha fazla dayanamaz ve bu kez hiç geri almamacasına Sultan Reşad'a istifasını sunar. (3 Şubat 1917)
Zaten, bu istifanın hemen ardından çapsız ve ehliyetsiz biri olduğu halde, Talat Paşa'nın Sadâret makamına getirtilmesi gösteriyor ki, olup biten bütün karanlık işlerin gerisinde İttihatçı komitalar var.
Eski telgraf müdürü iken, Meclis Başkanı ve Dahiliye Vekili de olan Talat Beyin, komitacılar tarafından en çok istenen bir İttihatçı olduğu uzun zamandan beri bilinmekteydi.
Fakat, kabiliyet ve ehliyetsizliği sebebiyle, onu bir türlü Sadrazamlık makamına getirtemiyorlardı.
Sonunda ve bilhassa devletin en zayıf bir noktada bulunduğu bir zamanda, Talat Paşa hükümetin tepesine getirtilmiş oldu.
Diplomasiyi bilmeyen, askerlikten dahi hiç anlamayan Talat Beyin, günümüze kadar yansıyan en büyük özelliklerinden biri, Ermenilere yönelik "Tehcir Kânunu"nu çıkarttırmış olması; diğeri ise, o tarihlerde Türkiye'de aktif şekilde teşkilâtlanmaya başlayan Masonların hemen her isteğini yerine getirmeye çalışmasıdır.
* * *
Yerinde ve usûlünce kullanılan diplomasi, bir ülke için en az askerî kuvvet kadar önemlidir.
Askeriyenin siyasetin emrinde olması ve siyasilerin de muhtemel bir savaşa meydan/mahal vermemek için diplomasiyi lâyıkı vechiyle kullanması ise, hayatî derecede önemlidir.
Çok kritik bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde, dileriz ki, siyasilerimiz tarihten dersler çıkarır, mâzide yaşanan hatalara düşmez ve ülkeyi, milleti herhangi bir zarara uğratmadan süreci başarıyla yönetirler.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Zulüm nereye kadar? |
|
Allah zalimleri iflâh etmez. Cenâb-ı Hakk’ın “Kahhar” ismi herhalde en çok zalimler üzerinde tecellisini gösterecektir. Çünkü insanların, dünyada en çok kalbleri kanatan, vicdanları sızlatan fiilleri, zalimlik şümulüne dahil olan davranışlarıdır. Bu sebeple diyebiliriz ki, Cehennemin en derin çukurlarında zalimler azap göreceklerdir. Cennet nimetlerinden en uzak olanlar zalimler olacaklardır.
Bu sebepledir ki, Rabbimiz bizleri Kur’ân-ı Azimüşşân’ında defalarca ikaz etmektedir. Bizlere ‘zalimlerden olmayın’, ‘zalimlere yaklaşmayın’ denilmektedir. Allah’ın zalimleri iflâh etmeyeceği, onları hidayete erdirmeyeceği ifade buyurulmaktadır. Tarih boyunca, Allah’ın gönderdiği peygamberleri dinlemeyip zulümlerine devam eden zalimlerin nasıl bu dünyada dahi cezalandırıldığı Kitab-ı Mübin olan Kur’ân’da açıklanmaktadır.
İnsanlık ne çekmişse zalimlikten çekmiştir. Zulüm sıfatı insanların ebedî hayatlarını mahvetmiş, kimileri günah işleyerek, Allah’a isyan ederek kendi nefislerine zulüm etmiş, kimileri de elde ettikleri güçle kendisi dışındaki insanları zulümlere maruz bırakmıştır. Bu durumlar ne yazık ki devam etmektedir. Dünyadaki imtihan devam ettikçe de devam edecektir. Böylece mazlûmlar sabırları neticesinde daha fazla mükâfata lâyık olacak, zalimler de yaptıkları zulümden dolayı daha fazla cehenneme müstahak olacaklardır.
Allah’ın Resûlü (asm), iki çeşit insanların yaptıklarından dolayı bu dünyada dahi cezalarını göreceklerini ifade etmektedir. Bunlardan biri ve birinci grubu zalimlerdir. (ikinci grup, Anne babasına isyan edenlerdir.) Mazlûmların âhı kadar Allah’a yükselen başka bir şeyin olmadığı ifade edilmektedir. Bunun için de “Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste” denilmiştir. Mazlûmun ahını alanlar mutlaka yavaş yavaş bunun karşılığını göreceklerdir.
Zalimler tek ve meş’um bir güruhtur. “Benim zalimim biraz daha iyidir” gibi yaklaşımlar doğru değildir. Kendisine yakın olanın zulmünü hoş görenler, ne yazık ki zulme ortak olma tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çünkü zalimin benimkisi, seninkisi diye bir şey olmamalıdır. Dolayısıyla bütün zalimler lânetlenmeli, bütün mazlûmlara kol kanat gerilmelidir. Bu konularda nefsî yaklaşımlara değil, vicdanî seslere itibar edilmelidir. Nefis kendi yakınının zulmünü görmek istemez. Vicdan ise hiçbir şekilde, kimden gelirse gelsin, zalimane yaklaşımlara tahammül etmez, hepsine lânet okur.
Bilhassa zalimlerle mazlûmların iç içe girdiği zamanımızda çok dikkat etmeli insan olan insanlar. Sebebi açıkça belli olmayan hadiseler bizlere mazlûmu zalim, zalimi mazlûm gösterebilir. Bu sebeple zalimane hadiselerin yalnız su yüzündeki görüntülerine kanıp gerçek zalimleri göz ardı etmememiz gerekir. Bu sebeple de ayırt edilmeksizin, görünen görünmeyen bütün zalimler lânetlenmelidir. Zulüm ile zalimler konusunda tarafgirlik pozisyonuna girilmemeli, hiçbir zalimden yana olunmamalı, hiçbir zulüm hoş görülmemelidir.
Önce kendi nefsimize zulmetmeyeceğiz, arkasından da başka nefislere zulüm etmemek için büyük bir itina ile hareket edeceğiz. Zira kurtuluşa giden başka yol bulunmamaktadır. Zulmün olduğu yerde kurtuluş olamaz. Biliyoruz ki, Rabbimiz, bizim kul hakkıyla huzuruna gitmememizi istemektedir. En yüksek mertebe olan şehitlikle, Allah, ‘kul hakkı’ hariç bütün günahları bağışlamaktadır. Çünkü kul hakkını gasp etmek zalimliktir. Çünkü hiçbir şekilde insanların hukukuna girmenin bir mazereti bulunmamaktadır.
Mazlûm olmak da arzulanan bir şey değildir, ancak zalim olmaktansa mazlûm olmak çok daha iyidir. Zira zalimin akıbeti çok vahimdir. mazlûm ise mutlaka gasp edilen hakkını Mahkeme-i Kübra’da zalimlerden alacak, hakkını elde etmenin sevincine kavuşacaktır. Zerre kadar dahi olsa kimsenin hakkı kimsede bırakılmayacaktır.
Bu sebeple zalimlerden intikamımızı alabilmemiz için sabırlı olmak zorundayız. “Zalimler için yaşasın Cehennem” diyerek yüce mahkemeyi beklemeliyiz. Duygularımız bir an önce zalimlerin kahr olmasını istese de, Rabbimiz ne yapacağını çok daha iyi bilmektedir. Ona dayanmak, Ona güvenmek, Ona tevekkül etmek, Ona teslim olmak zorundayız.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
Nasrullah Camii vaazı - 2 - |
|
—Dünden devam—
“TAASSUPTAN HİÇ
HABERİ OLMAYAN BİR MİLLETİZ”
Dünyada Avrupalıları hakkıyla anlayan ve anladığını da iki cümle ile özetleyebilen bir Müslüman varsa o da ümmetin ulularından, iyi ahlâklı, mağfur Hersekli Hoca Kadri Efendi merhumdur. İslâm dünyasının en fedâkâr, en iyi ahlâklı ve ileri gelenlerinden Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün sohbet esnasında demişti ki:
‘-Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. Kültürüne, yüksek kişiliğine hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’de ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret oldu. Kendisiyle biraz hoşbeşten sonra dedim ki:
-Hocam! Senelerden beri burada oturuyorsun. Doğunun, batının ilimlerine, fenlerine cidden vakıf ender insanlardansın. Yakinen gördüğün şeyler tabiîdir ki tecrübeni, gördüğünü, arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?
-Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet, pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!’
Hakikat, Hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.
Bunların bütün insanlara bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husûmetleri vardır ki, hiçbir suretle sakinleştirmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir müteassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.
Ey camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor:
Bilirsiniz ki bizim dünya savaşına girmemizden en çok istifade eden bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu hatırlatayım ki ben bu kürsüde ‘dünya savaşına girmek mi lâzımdı, girmemek mi iyi idi, girmeden durabilir mi idik, biraz daha geç mi girmemiz uygun idi? …’ gibi meselelerin hiçbirini konu edecek değilim. O benim esas konumun, yetkimin dışındadır. Ortada bir olay var ki biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüzbinlerce şehit verdik. Yüzbinlerce aile ocağı söndü. Milyonlarca servet kaynadı gitti. Şimdi; Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine harp ilân ettikleri bir zamanda böyle tek ortakları, destekçileri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleriyle, bütün kitaplarıyla, bütün ediplerile, bütün yazarlarile bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu dünya savaşının ilk senesinde ben mühim bir görev ile Berlin’e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:
‘-Bizim millet meclisimizde bilhassa katolik vekiller kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi ilerlemiş, fen bilgisi olan bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için alçaklık değil midir?...’ diyorlar. ‘Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Ta ki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında anlaşılmış olsun.’
Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele ‘müsteşrik/doğubilimci’ denilip de doğu lisanlarına, doğu fen ilimlerine, doğu ahlâk ve adetlerini biliyor geçinen adamları mensup oldukları milletin fikirlerini asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki arada bir anlaşma, bir barışma olmasına imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için tabiî elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamıyla başarılı olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.
Harp esnasında bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun Müslümanlar halifenin ortağı sıfatıyla o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki hilâfetin merkezi, yani İstanbul’un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. ‘Alman dostluk yurdu binası kurulacak.’ denildi. Bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik.. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz karşılığa! Düşmanlar Kudüs’ü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket dünya savaşı üzerine büyük bir etki yapmıştı. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar üzülmüş olmaları gerekirdi.
Ey cemaati müslimin! İşe bakın ki; ‘Kudüs, ister İngilizlerin eline geçmiş olsun, ister bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden savaş bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da düşmanımız da olsa, dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin,’ diyerek Viyanalılar şenlik yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi, tarafta olduğunu bu misallerle de anlayamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.
(Vaazın tam metni www.yeniasya.com.tr’de)
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kontrol dışı |
|
1980’li yılların akabinde Brzezinski’nin çok duyulan bir eseri yayınlandı. ‘Out of control/Kontrol dışı’ diye. Kitaba göre dünya ve özellikle İslâm dünyası bir kontrol dışılık hali yaşıyordu ve bizde 28 Şubat sürecindeki gibi Brzezinski durumdan vazife çıkarma adına; ABD’yi, kontrol dışı dünyayı kontrole sokmak için görev başına çağırıyordu. Daha sonra göreve Brzezinski’nin üslûbunu beğenmediği Bush talip oldu. Yöntemi de kriatif kaostu. Şimdi kaosun altında kendileri kaldılar. Artık Amerikan yönetimi ve sistemi fiilen kontrol dışına çıktı. Ülkeyi kimin yönettiği bile belli değil. Bu ise dünyanın ödeyeceği muhtemel bedeli de astronomik hale getiriyor.
ABD’nin içini iyi bilenler Beyaz Saray’da iplerin Bush’un elinden çıktığını ve Beyaz Saray’da gizli gücün Cheney ve yıldızları sönse de yine de neocon fikriyatı olduğunu söylüyorlar. Bunu bir kişi söylese dudak kıvırır geçebiliriz. ABD’nin en nüfuzlu gazetecileri ile en nüfuzlu diplomatları söylüyor. Zaman zaman Abramowitz’le alâkalı olarak olumsuz ifadeler kullansak bile 2004 yılında Irak işgalinden sonra Time dergisine yazmış olduğu makale hâlâ geçerliliğini ve tazeliğini koruyor. Ama gelişmeler onun tavsiye ettiği doğrultuda yürümüyor. ABD’nin heybetini kurtarmak ve geleceği için kendisine fırsat tanımak için bir yıl içinde Irak’ı tahliye etmesi gerektiğini savunuyordu. Abramowitz ABD’ye içeriden bir bakış takdim ediyor.
Abdülhamid Bilici, 24 Ekim 2007 tarihli yazısında bu iç bakışı şöyle yansıtıyor: “Abramowitz’e göre işin en vahim tarafı ise bu krizi önleme imkânı varken, bunun yapılmamış olması. Washington’da AK Parti hükümetine ders vermek isteyen çevreler olsa da bunun asla ABD’nin politikası olmadığını savunan eski büyükelçiye göre, PKK’ya karşı adım atılmamasının ardında yönetim içindeki fikir ayrılıkları yatıyor. Dışişleri ile Pentagon arasındaki farklı yaklaşımlar. Hatta Pentagon’un Merkezî Kuvvetler Komutanlığı ile Avrupa Komutanlığı arasında yaşanan farklılıklar. Birinin önceliği Irak olduğu için PKK ile uğraşmak yeni bir sorun olarak görünüyor. Diğer kanat, Türkiye ile ilişkilere önem veriyor, ama Irak’ta değiller. Eski büyükelçi, Bush’un bu konudaki talimatlarının etkisinin Beyaz Saray’ın dışına dahi çıkamadığını belirtiyor. Ama her şeye rağmen, düzenli ordu ile olmasa da neden Amerikan özel birlikleri ile PKK’ya karşı operasyon yapılmadığını sorguluyor. Abramowitz, Kürt yönetiminin bu konuda adım atmamasını ise Türkiye’nin desteği olmadan da bölgede yaşayabilecekleri şeklindeki yanlış kanaate bağlıyor. Ona göre bu gerçek dışı bir yaklaşım…”
***
İçeriden bir başka bakış açısı yansıtan diğer uzman ise namlı ve tanınmış Amerikalı gazeteci Seymour Hersh. Onun Amerikan yönetiminin iç zaaf ve zafiyetleriyle alâkalı derin analizini yine Zaman satırları üzerinden takip edebilirsiz (27 Ekim 2007): “Gündemdeki Amerikan-İran krizine de değinen Hersh, Başkan George Bush ve ekibinin İran’a saldırmayı kafalarına koyduklarını ve özellikle Başkan Bush’un kendisini Batı’yı kurtarmakla görevli bir Mesih gibi gördüğüne inandığını iddia etti. Amerika’nın şu an Ortadoğu’ya yaklaşımının sadece ‘kurgudan’ ibaret olduğunu söyleyen Hersh, Ortadoğu’daki kaosun Beyaz Saray’daki yeni muhafazakâr çekirdek açısından ‘kabul edilebilir’ bir durum olduğunu ifade etti. Ortadoğu’da Şii-Sünni merkezli bir savaş planlandığını da iddia eden Hersh’e göre Amerika ve İsrail, yanlarına Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerini de alıp İran ve Suriye’ye karşı ortak bir cephe açmayı, Müslümanlar arası bir iç savaş başlatmayı istiyor. ‘Çok tehlikeli bir dönemdeyiz, Afganistan, Irak ve Pakistan’da bizden nefret ediyorlar’ diyen Hersh, Amerika’nın İran’a saldırması durumunda bunun Batı ile İslam’ın savaşı şeklinde gelişeceğini öne sürdü. Bush’un alınan kararlarda etkisi olamayabileceğini, ülkenin perde arkasından Başkan Yardımcısı Dick Cheney tarafından yönetildiğini de iddia eden ünlü gazeteci, ‘Basının görevi, hükümetin aldığı kararları alkışlamak değil, sorgulamaktır’ diyerek, İran ile yaşanan krize dair Amerikan basınında kullanılan savaş dilini de eleştirdi...” Görüldüğü gibi Hersh de İran konusunda Carter gibi konuşuyor. Buradan 11 Eylül’e ve rejimine geriye doğru bir kuş bakışı nazar atfedecek olursak; bu tarihte Amerikan iradesinin ve idaresinin birileri tarafından kaçırılmış olduğunu görüyoruz. Amerikan idaresindeki derin kaos nedeniyle hiçbir müsbet meselede anlaşamıyorlar. Sadece Cheney ekibinde İran’ı vurma dürtüsü ağır basıyor.
***
Irak’ı da kendilerine çevirdiler. Tam bir yamalı bohça. Talabani, Beşşar Esad’a Türkiye’deki sarfettiği kelimelerle ilgili çalım satarken Irak lideri gibi değil, Irak sanki Kürt devletiymiş de kendisi de lideriymiş havasında davranıyor. Buna mukabil, Maliki ise zaten ülkeyi Şiistan gibi yönetiyor. Evlere şenlik Meclis Başkanı Meşhedani ise ülkeyi selefi anlayışın çiftliği gibi görüyor ve sanki selefistanı yönetirmiş gibi ülkeyi yönetmeye kalkışıyor. Bunların ortak paydası elbette ki yok. Bu durumda, Türkiye’ye kendi başının çaresine bakmak kalıyor. İşin gerçeği ABD kendisine yardım edecek durumda değil iradesi neocon düşünce tarafından rehin alınmış bulunuyor. Bize nasıl yardım edecek? Gerçekçi olmak gerekiyor. Türkiye’nin bugünden tezi yok Bush’un son bir yılının ertesinde uygulanmak üzere sınırın içi ve ötesi için kalıcı makro planlar yapmalıdır.
Türkiye sınır ötesini hem makro hem de kalıcı olarak düşünmelidir. Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Birincisi, küçülmek ki bu ne Türkiye ne de bölge için çözümdür. İkinci seçenek ise büyümektir ki bu ise hem Türkiye hem de bölge için çözümdür. Başka çözüm şekli de yoktur. Sınırın ötesinde Talabani ve Barzani gibi uyumsuz liderler kaldığı müddetçe Türkiye büyümek zorundadır. Kaçınılmaz olarak bu böyledir. Bunu yaparken de hem içerideki vizyonunu hem de dış vizyonunu tadil etmelidir. Hem de kalıcı suretle. Bush gibi çılgınlık üzerine siyaset ise geri teper. Türkiye’nin de bölgenin de başka seçeneği yok.
Amerikan idaresi, Akıl dışı olduğu kadar aynı zamanda kontrol dışı da...
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Devlet, milletle barışsın |
|
Cumhuriyetin ilânının üzerinde 84 yıl geçtiği halde, Türkiye’yi ‘idare edenler’ ile ‘idare edilenler’ arasında tam bir uyum sağlanabildiğini söylemek zor. “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” denildiği halde, bu ‘tesbit’in gereği yerine getirilemiyor.
Bu konudaki sıkıntılar, cumhuriyetin ilân edildiği ilk yıllardan itibaren azalmakla birlikte günümüze kadar devam edip gelmiştir. En başta, 1950 yılına kadar devam eden “tek parti”li yönetim anlayışının; “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” tesbitiyle örtüşmediği de ortada.
Tabiî ki Türkiye’nin tek derdi, ‘tek parti’ yönetimi olmamıştır. Demokrasinin gereği olan “çok parti”li hayata geçildikten sonra da “milleti dinlemeyen”ler olmuştur. Devlet ile milletin kaynaşmasına engel olan uygulamalar, zaman zaman azalarak, zaman zaman da artarak günümüze gelinmiştir. Son günlerde yaşadığımız ve ocakların sönmesiyle sebep olan ‘terör’ saldırılarının bir sebebi de, bu kaynaşmanın temin edilememiş olması değil midir?
Cumhuriyetin en sade ifadesi, milletin dediğinin olmasıdır. Geriye doğru baktığımızda, bu prensibin gerçekleştiği söylenebilir mi? Millet, bulduğu her imkân ve fırsatta kendisinin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda arzu ve isteklerini ortaya koymuştur. Yapılan seçimler ve ortaya çıkan neticeler bunun en güzel örneğidir. Ne var ki, seçimler yapılıp sonuçlar ortaya çıkınca, bundan memnun olmayanlar “millete rağmen, millet için” uygulamalarını sürdürmüşlerdir. “Hayır, milletin tercihlerine saygı duyulmuştur” demek mümkün mü? En son, anayasa değişikliğiyle ilgili olarak yapılan ‘referandum’ neticesine bile itiraz edilip, ‘bahane’ler aranmadı mı?
Türkiye’yi idare edenler; milleti dışlayarak, onları ‘yok’ farz ederek bir yere gidilemeyeceğini anlamak durumunda. Hemen her sıkıntının altında bu yanlış anlayış yatıyor. Devlet ile millet kaynaşması tam anlamıyla temin edilemediği sürece sıkıntıları geride bırakmak mümkün olmayacak. Bu sebeple, geçmişten gelen yanlış alışkanlıklar bir yana bırakılarak bir ‘iç âlem muhasebesi’ yapılmalı ve milletin tercihlerine saygı duyulmalı.
Avrupa Birliği üyeliği yolunda adımlar atan Türkiye, devlet-millet-yönetici kucaklaşmasını samimî bir şekilde temin edebilirse; bundan hem millet, hem de devlet kârlı çıkar. Zaten sıkıntıları aşmanın başka çaresi de yoktur.
Peki, bu kucaklaşma ve kaynaşma çok mu zordur ki ‘yöneticiler’imiz bundan uzak duruyor? Aslında zor ve imkânsız değil. Ancak biraz fedakârlık ve gerçeklerle yüzleşme gerektiriyor. Türkiye’yi ‘idare edenler’ ise nedense bu yüzleşme ve fedakârlığa yanaşmıyorlar. Oysa devletin ve milletin kalıcı menfaatleri bu kucaklaşma ve kaynaşma noktasındadır. Bunu da en başta yöneticilerimiz görmelidir.
Devlet, milletle barışsın, kucaklaşsın. Ama bu ‘slogan’la değil; icraatlarla yapılsın. Cumhuriyetimiz ve demokrasimiz ancak o zaman anlam kazanabilir.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Çıkmazdan kurtulmak... |
|
Cumhuriyetin 84. yılında tıpkı bir asır öncesinin Osmanlı ülkesine olduğu gibi, Türkiye üzerinde “zâlimlerin satranç oyunları” oynanıyor...
Bir yandan çeşitli ajitasyon ve dalâverelerle Türkiye Kuzey Irak tuzağına çekiliyor. Diğer yandan sokaklar karşılıklı kışkırtılarak Anadolu karıştırılmak isteniyor. Kargaşa ve kaosla çatışma ve içsavaşa sürükleme provaları yapılıyor.
Bin seneden beri kardeşçe birlik ve beraberlik içinde yaşamış, Çanakkale’de, Yemen’de, İstiklâl Harbinde aynı cephede omuz omuza çarpışmış, yan yana şehid olmuş Türklerle Kürtler arasına fitne ateşi alevlendirilerek düşmanlık histerisi enjekte edilmeye uğraşılıyor.
Terör örgütü birden bire azarak peşpeşe eylemlerle son bir ayda yüzü bulan güvenlik görevlisi şehid ediliyor, siviller katlediliyor. Askerî konvoya, piyâde alayına saldırıyor.
Uzmanlar, son eylemlerin büyük bir organize sonucu olduğu tesbitini yapıyorlar. Saldırılar esnasında bölgedeki başta telsiz ve telefon olmak üzere bütün haberleşme sisteminin kesilmesinin örgütün tek başına başaracağı bir iş olamayacağını, mutlaka arkasında gizli servislerin ve “süper güc”ün bulunduğunu bildiriyorlar.
Anlaşılan, terör örgütü ve Kuzey Irak yerel yönetimi, el birliğiyle ABD adına Türkiye’yi bataklığa çekiyor...
* * *
Her şey bir yana, İngiliz Bankası Merrill Lynch’te Avrupa Ortadoğu ve Afrika Bölgesi Ekonomik ve Stratejik Araştırmalar Bölümü eski Başkanı Amerikan vatandaşı eşi Annalise Granwald’la Birleşik İngiltere Krallığı vatandaşı olup ABD ve Batıyı yakından tanıyan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Şimşek, bunu açıkça ele veriyor.
Geçen yıl iki askerinin teröristler tarafından kaçırılması üzerine İsrail’in ABD desteğiyle Lübnan’a girdiğini hatırlatan Şimşek, sekiz Türk askerinin PKK tarafından kaçırılmasının Türkiye’ye “sınırötesi harekât hakkı” verdiğini belirtiyor.
Şimşek’in New York’ta Amerikan- Türk Cemiyetinde bunları söylediği sırada, Danimarka’dan ecnebî himâyesinde yayın yapan terör örgütü televizyonu, mütemâdiyen kaçırılan sekiz Mehmetçiğin görüntülerini yayınlıyor; Türkiye’yi tahrikle bu bataklığa saplama taktiğini güdüyor.
Nitekim Beyaz Saray Sözcüsü Dana Perino, “Türkiye’nin kayıp askerlerini aramaya hakkı var” deyip örtülü bir biçimde “sınırötesi”ni onayladığını açıklıyor.
Pusu ve baskınlarla yapılan katliâmlar ve sekiz askerin derdest edilmesi, gösteriyor ki PKK ve Barzani yönetimi, Türkiye’nin sabrını taşırmak taktiğinde. Nitekim Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Sabrımız tükendi, PKK, Kuzey Irak’ı üs yaptı” sözleri de aynı kapıya çıkıyor.
Keza, yeni yeni Türkiye’nin ABD ile istihbarat işbirliğini geliştirdiği, ortak bir istihbarat merkezi kurduğu haberleri çıkıyor. “Sıcak istihbarat”ın operasyonlarda kullanılacağı, bizzat Amerikan Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Matt Breyza tarafından açıklanıyor.
Belli ki iddia edildiğinin tam aksine ABD, Türkiye’nin Irak’a girmesini istiyor. ABD’nin “sınırötesi harekâta karşı olduğu” şâyiası, çok yönlü bir politik taktik gereği...
Müslüman bir bölge ülkesini kendisine ortak etmekle bir milyon sivilin öldürülmesi ile üç milyonun göçe zorlanıp kaybolması vahşetini bir nev'î “meşrulaştırmak.”
Dahası, Türkiye’nin AB’ye girmesini geciktirmek ve komşularıyla kavgalı hale getirtip tamamen kendine mecbur etmek maksadıyla, bu tür politik provokasyonlara başvuruyor. Terör örgütü ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi kullanarak...
İçte ve dışta eş zamanlı eylem ve provokasyonlara Türkiye’yi felâketin ortasına itiyor.
Bu arada Türkiye’ye ve komşularına serâpa zarar olan; bölgede işsizliği daha da arttırmanın, bölge halklarının husûmetini celbetmenin ötesinde bir işe yaramayan “ekonomik ambargo”, bunun tuzu biberi oluyor...
* * *
Bu durumda Başbakan’ın, “bıçak kemiğe dayandı, günâh bizden gitti” deyip “sınırötesine mecburuz” demesi, bir nev'î tecâhül-ü ârifle bu taktiğin bir devamı olarak karşımıza çıkıyor.
Görülüyor ki her fırsatta “stratejik müttefikimiz” dediği ABD’nin yanında yer aldıklarını ve—Irak’ı atlayarak—Afganistan’da birlikte hareket edip her türlü desteği verdiklerini nazara veren Erdoğan, sözü “sınırötesi”ne getiriyor.
Doğrusu, Ankara da Irak’ın tek başına bir yetkisi ve gücü olmadığının farkında. Erdoğan’ın gelen son Irak heyetiyle ilgili olarak, “olumlu beklediğimiz bir şey yok” ifâdesi, bunun ikrarı.
“5 Kasım’da George Bush ile terör konusunu açık ve net bir şekilde konuşacağız” deyip, peşinden “sınırötesi” için, “Tabiî ki bu süreç içerisinde bin düşüneceğiz, bir yapacağız, ama pir yapacağız” beyânı, bunun tezâhürü...
Neticede Erdoğan’ın “Kuzey Irak için ne yapacağımıza biz karar veririz” çıkışı, Washington’un kararıyla aynı paralelde buluşuyor...
Buna rağmen, hâlâ Bağdat’taki “yetkimiz yok” diyen merkezî hükûmete yükleniyor; kuzeydeki yerel yönetimi ikazla kalıyor. Irak’taki ABD’nin işgal güçleri komutanı, “PKK ile mücadele için bir emir almadık” diye itiraf ediyor.
“Teröre göz yumduğu” için Kuzey Irak’a ambargo uygulayıp bölgenin en önemli ticaret kapısı Habur’u kapatacak hükümet, terörü himâye edip azdıran “stratejik müttefiki”ne karşı en ufak bir yaptırımda bulunmuyor...
Ve asıl sıkıntı buradan kaynaklanıyor. Türkiye, bu çıkmaz politikalarla bir defa daha oyuna getiriliyor.
Ankara bir an evvel bu çıkmazdan çıkmalı...
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Toplantı haftası |
|
Önümüzdeki 3 Kasım Cumartesi günü, 2007 sonbahar dönemi temsilciler toplantımız, yine İstanbul’daki merkez binamızda yapılacak.
Geçen toplantıdan bu yana gazetemizle ilgili olarak yaşanan gelişmeleri özet halinde birlikte hatırlayacak olursak:
* 19 Mayıs 2007 tarihinde yapılan Temsilciler Toplantısından bu yana geçen sürede gündem oluşturan 22 Temmuz ve cumhurbaşkanı seçimleriyle 21 Ekim referandumu, sivil anayasa, terör, sınırötesi operasyon gibi konularda, Risale-i Nur’dan aldığımız ölçülere dayanan ilkeli, tutarlı, yapıcı ve dengeli, her hal ve şartta demokrasiden, hak ve hürriyetlerden yana olan; iktidar partisini, kendisiyle ilgili rezerv ve mülâhazalarımızı mahfuz tutarak demokratik açılımlara teşvik eden ve bu yöndeki adımlarını destekleyen, ama hemen her konuda attığı geri adımları da eleştiren yayınlarımızla Yeni Asya farkını ortaya koymaya devam ettik.
* Manşetlerimiz, köşe yazılarımız, röportajlarımız ve karikatürlerimiz ses getirmeye, bizim dışımızdaki yayın organlarında ve internet sitelerinde iktibas edilmeye devam etti.
* Yazarlarımız Cevher İlhan’ın günlük, Şükrü Bulut’un haftalık yazılarına tekrar başlamaları okuyucularımız tarafından büyük bir memnuniyetle karşılandı.
* Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz hakkında, emekli orgeneral Doğu Aktulga hakkındaki yazısı sebebiyle verilen ve Yargıtay tarafından onaylanan mahkûmiyet kararına karşı, iç hukuktaki son aşama olan tashih-i karar talebimizin de reddi üzerine dâvâyı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürdük. Başvurumuzun işleme konulduğu, mahkemeden gönderilen cevabî yazı ile tarafımıza bildirildi.
Temsilcilerimizi hafta sonunda bekliyor, şimdiden, toplantının hizmetlerimiz için hayırlı neticelere vesile olmasını diliyoruz.
***
Bir risale kampanyası daha
Geçtiğimiz dönemlerde Hikmet Neşriyat’la birlikte zaman zaman yaptığımız ve çok güzel neticeler aldığımız Risale-i Nur kampanyalarından birini daha 22-30 Kasım tarihleri arasında gerçekleştireceğiz. Yeni tanzimli külliyatın büyük boy versiyonu için düzenleyeceğimiz bu kampanyanın da başarılı olmasını temennî ediyoruz.
***
Orta boy Tarihçe-i Hayat
Yeni tanzimli külliyatın orta boy versiyonunda şimdiye kadar Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şualar’ı yayınlamıştık. Bu eserlere son olarak Tarihçe-i Hayat’ı da dahil ettik. Orta boy Tarihçe, bu haftadan itibaren satışa arz ediliyor.
***
TÜYAP Kitap Fuarı
Geçtiğimiz 27 Ekim Cumartesi günü açılan ve 4 Kasım’a kadar devam edecek olan TÜYAP İstanbul Kitap Fuarına, Yeni Asya Neşiyat olarak özel bir standla biz de katılıyoruz. Risale-i Nur Külliyatı başta olmak üzere yayınlarımızın farklı bir okuyucu kitlesine tanıtılması açısından güzel bir fırsat olan fuardaki standımıza okuyucularımızı da bekliyoruz. Satışlarımızın orada da indirimli olduğunu ayrıca ifade etmemize herhalde gerek yok...
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Cumhuriyete resim ve ruh |
|
Bugün Cumhuriyet Bayramı. 84 yılı geride bıraktık. Yüzyılı tamamlamaya ramak kaldı.
Cumhuriyetimiz epey yol aldı. Ancak fırtınalarını dindiremedi. Siyasî, sosyal ve ekonomik dalgalanmalarını henüz güvenli bir limanda laminer akışın, doygunluk düzeyine taşıyamadı.
Cumhuriyet, bir imparatorluğun yıkılışı üzerine kuruldu. Harabelerinden çıktı. Harap, bîtap, savaştan çıkmış, coğrafyasının neredeyse tamamına yakınını kaybetmiş bir sıkıntılı ortamdan doğmuştu.
Cumhuriyet kavramı doğruydu. Cumhuriyet rejimi de doğruydu. Problem, bu isme uygun resimlerim seçilmemesi oldu.
Resimler aldatıcıydı. Her ne kadar altına cumhuriyet yazılsa da. Cumhur/halk, egemenliğin trafiğinde özne iken gerçekte nesne yapılmıştı.
İlk Meclisin kuruluş şartlarında, bir Cuma gününde Hacı Bayram Veli’nin ruhuyla barışık bir ziyaret ve duâ ile başlamışken, sonrasında bunun dışında çıkıldı.
Yani, resim isme gölge oldu. İsimden ibaret bir cumhuriyet intibaı verdi.
Halkın egemenliği dense de, “millî egemenlik” tanımında, millî bir politika yerine ikame edilen “millî güç” kuruldu.
Burada da “millî” ismi doğruydu. Resimler uymadı; millî eğitim, millî savunma, millî kütüphane, vs. ancak eğitim müfredatı milletin ruhu ve millî varlığı ile çatıştı.
Kütüphanelerde, arşivlerde, millî maziyi hatırlatan hiç bir kayıt okunamadı, ulaşılamadı.
Çünkü “millî siyaset belgesi”ne kadar varan savunma konsepti de, millî bütünlüğe getirdiği yorum ve tehdit algısı, millî beraberliği zorladı. Kırılmalara sebebiyet verdi.
Savunma, sınır içi, iç güvenlik bahanesiyle, cumhura rağmen on yılda bir darbeler rüzgârını estirdi.
30 yıl tek parti hakimiyeti, ardından on yılda bir darbe ve sonrasında modernleştirilen “post” darbeler, cumhuriyetin demokratik rejimini kaydırdı.
Kucaklayan söylemler geliştirilemedi. Irkçı bir yaklaşımla reaksiyon üretti. Dinî hassasiyetleri kendisi için çatışma alanı gördü.
Cumhuriyet olgusu, bu topraklara uymayan sipariş dayatmaların dolgusu yapılınca, milletle devlet bütünleşemedi.
Laiklik, antisini rakip alarak besleyerek çatıştı. Türklük, mukabil reddiyeyi teşkil edecek bir hoşnutsuzluğa sürükledi.
Çağdaşlık, halkın millî adaletinin muhalefetine soyununca, çağdaşlık kabında sunulan yanlış içecek zehirledi.
Cumhuriyet temsilî demokrasiye, çok partili sisteme geçmesine rağmen, bunu dahi hazmedemedi. Katılımcı demokrasinin kökleşmesine engel oldu.
Halk daha bir hafta önce, kendi başkanını, yani cumhurun başkanını seçsin mi seçmesin mi referandumuna şahit oldu.
Cumhuriyet “aydınları,” elit jakobenler ve kendini aslî unsur gören “millî” kuvvetler, halkın kendi başkanını seçmesine sıcak bakmadılar. Şükür ki % 30’u geçemediler.
Bu tesbitlerden sonra halkın gerçek cumhuriyete sahip çıkma oranının yüzde yetmiş olma sevincimiz bugünden sonrasına farklı bakma ümidimizi cesaretlendiriyor.
Şükür ki artık darbe yapılamıyor. Dolayısıyla engel olmak için de, şuurlanmaya ağırlık vermeliyiz.
AB yolunda terör tuzağını yenmiş, demokrasisini zümre hakimiyetinden kurtarmış, manevî misyonlarına yönelen, geleceğine pozitif kilitlenen bir cumhuriyet ümidimiz gittikçe artmaktadır.
Cumhuriyetçi Bediüzzaman isme uygun resim için ikazlarını yapıyordu. Zaman onu haklı çıkardı.
Artık, resimler cumhuriyete uygun, tablolar demokrasiye yakışır olmalı. Daha ötesi isimden ve resimden sonrası ruhunu ve mânâsını cumhuriyet olarak inşa etmektedir.
Yeni cumhuriyet yılımız hayırlı olsun.
29.10.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|