Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Pele'nin çizgisi



Brezilyalı ünlü futbolcu Pele “Sürdürülebilir Başarının Sırları” başlıklı konuşma öncesi bir basın toplantısı düzenledi.

Önemli bir noktaya parmak bastı. Dedi ki:

“Bugünkü oyuncular sadakatlerini kaybediyor… Çünkü basınla çok fazla ilişkileri var. Çok fazla para söz konusu… Bizden bir miktar farklılar.”

“Bizden.” Yani, eski futbolculardan!

Pele örnek veriyor:

“Meselâ Fenerbahçe ile anlaşma imzalıyorlar. Fenerbahçe’ye gidiyorlar. ‘Fenerbahçe’yi çok seviyorum’ diyorlar. Ertesi gün Real Madrid’e gidiyor, ‘Takımımı çok seviyorum’ diye…”

Ekliyor ünlü futbolcu:

“Bu gelecek için biraz endişe verici.”

Ünlü futbolcu, tepkisini ve endişesini biraz yumuşatmış. Pele’nin endişe duyduğu an, işte bu dönemlerde yaşanıyor zaten.

Misal; Millî takımın Bosna galibiyeti sonrası, gazete manşetlerine yansıyan futbolcuların alacağı prim kuruşu kuruşuna yazıldı. Para ve kazançları bu miktarı hayalinde bile göremeyenlerin gözlerine gözlerine sokuldu.

Medyanın hiç mi kabahati yok. Futbolcuları baştan çıkartıp, onları medya maymununa çeviren bunlar değil mi?

Futbolcular asıl işini bırakıp ya manken peşinde veyahut kendini medyaya malzeme yaparak şöhret peşinde koştu.

Pele’nin çizgisine bakın. Onu efsane yapan “sır”rı göreceksiniz.

EMUD’UN TEPKİSİ

Emekli Muvazzaf Uzmanlar Derneği, kaçırılan 8 askerden bir tanesinin sözleşmeli uzman erbaş olduğun belirterek, yazılı ve görsel medyada bu kişinin “Uzman Çavuş” olarak aksettirilmesinden rahatsızlık duymuş. RTÜK’e bu konuyu bildirerek, yazılı ve görsel medyada yanlış aksettirilen rütbelerin mağduriyete sebep olduğu belirtilmiş.

İlgisi var mı bilmiyorum.

Yüksek Askerî Şûrâda atılan subaylar da böylesi haberler için RTÜK’e başvurup tepkilerini dile getirse… Meselâ “irtica” tanımı ile atılan subaylar kendileri için “sakil” ifadelen kullanan medyanın hesabını sorsa...

Çok mu?

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Memleket meselesi



Ülkemizin “mesele”leri bir değil, dokuz yüz doksan dokuzdur. Bunların başında da herkesin ittifak ettiği gibi ‘eğitim’ meselesi gelmektedir. Gerek devlet ve gerekse sivil toplum kurumları, zaman zaman araştırma ve raporlar yayınlayarak bu konuyu gündeme taşır, ancak bu problemin halledilmesi için kalıcı bir çare üzerinde ittifak edildiğine henüz şahit olmadık.

MÜSİAD da, eğitim sisteminin kanayan yarası haline gelen ‘meslek liseleri, meslekî eğitim’ konusuna el atmış ve konuyla ilgili olarak hazırladığı ve hükûmete sunacağı raporu kamuoyuna açıklamış.

Eğitimin her alanında olduğu gibi “meslekî eğitim” alanında da yeni bir acil eylem planına ihtiyaç olduğu ifade edilen MÜSİAD raporunda, meslekî eğitimin yeniden canlandırılması ve cazip hâle getirilmesi için dile getirilen tekliflerden bazıları şöyle:

nÖğrenciler, okullarında meslekî alanlar arasında geçiş yapabilmelidirler.

nİş dünyasına, meslekî eğitimle ilgili olarak inisiyatif verilmelidir.

nMeslekî eğitimde katsayı eşitsizliği giderilmeli ve meslek okulları cazip hale getirilmelidir.

nMeslek lisesi ve düz liseye devam eden öğrencilerin oranı tersine dönüştürülmelidir. Yüzde 70 meslek okulları, yüzde 30 düz lise şeklinde olmalıdır. Bu bir hedef olarak ortaya konulmalıdır.

nPiyasada eleman ihtiyacı olan alanların belirlenmesi gerekmektedir. Buna bağlı olarak meslek eğitiminde de belirlenen alanlara doğru bir yönelim olmalıdır.

nÖzel meslek kursları için KOBİ’lere benzer teşvik imkânları geliştirilmelidir.

nMeslek okulu öğrencilerinin yatay ve dikey hareketlilikleri kolaylaştırılmalıdır.

nMeslekî ve teknik eğitimde bakanlık, üniversiteler, kobiler ve işletmeler ortak çalışma platformları oluşturmalıdır.

nÜniversitelerdeki yüksek lisans ve doktora çalışmaları reel sektörün ihtiyaçlarına göre belirlenmelidir.

nÜlkemizin en çok sıkıntı çektiği konulardan bir tanesi, geleceğe dönük strateji yoksunluğudur. Sivil toplum kuruluşları önümüzdeki 10-15 yılın yükselen mesleklerini araştırmaları gerekmektedir.

nHükümet, MEB, YÖK, DPT ve TÜBİTAK’ın yanı sıra konuyla ilgili STK ve iş dünyası temsilcilerinin de katılacağı bir toplantıyla, meslekî eğitimin vurgulandığı bir “Milli Eğitim Vizyonu” oluşturulmalı ve bu uygulama değil devlet politikası haline getirilmelidir.

İmam hatip liselerinin önünü kesmek uğruna başlatılan ‘katsayı adaletsizliği’ sebebiyle bütün meslek liseleri bir bakıma ‘ölüm’e terk edildi. 28 Şubat sürecinin, eğitime ‘hediye’si olan bu uygulamadan iş adamları ve sanayiciler de dolaylı olarak mağdur oldu. Nitekim, Koç Holding, geçen yıl başlattığı bir kampanya ile “Meslek liseleri, memleket meselesi” diyerek çağrı yaptı.

Ne var ki, “imam hatip liselerinin önü açılır, İHL mezunları istedikleri üniversitelere girerler” diye ‘yüzde yüz yanlış’ olan bir uygulama halen devam ediyor. “Yasakçı”ların kabahati büyük, ancak bu yasağı bertaraf edemeyen siyasetçilerin kabahatini de unutmamak lâzım.

İş adamları sadece kendi menfaatlerini düşünüp “(İmam hatip liseleri hariç) meslek lisesi, memleket meselesi” demekten vazgeçmek durumundalar. Aksi halde “meslek lisesi, memleket meselesi” kampanyaları da sonuç vermez. Kaybedenler listesinde sadece İHL mezunları değil, bütün bir Türkiye var...

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Öğretmenlerin sorunları ne oldu?



Bugün Öğretmenler Günü… Gün dolayısıyla “gerçek gündem”le ilgili yazılarımıza bu hafta öğretmenlerin içinde bulundukları sıkıntıları ve sorunları dile getirerek devam edelim.

Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, öğretmenliği şöyle târif ediyor. “Çok özel, çok yüce bir meslek. Bedeli hiçbir maddî karşılıkla ölçülemeyecek kadar saygın. Sevgi ve fedakârlık mesleği. Sınırları okul ve sınıf duvarlarıyla çizilemeyecek, zil ile başlayıp bitmeyecek kadar ağır bir sorumluluk gerektiren kutsal bir görev…”

Peki, 18 milyonu aşan öğrenciye eğitim veren yaklaşık 640 bin öğretmen bu “kutsal görevleri”ni yaparken sıkıntı çekiyorlar mı, sorunları var mı, aldıkları maddî karşılık yetiyor mu, başkaca sorunları var mı?

Bütün bunların cevaplarını kendileri de aynı zamanda “öğretmen” olan ve meslektaşlarının haklarını savunmak durumunda olan eğitim sendikalarının yaptıkları araştırmalarla cevap aramaya çalışalım.

* * *

Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, devletin öğretmene bakıştaki önceliğini değişmesi sonucunda, lider konumu kaybettiğini ve hayata hazırlayan değil, sınavlara hazırlayan durumuna getirildiğinden yakınıyor.

Öğretmenlerin “dağ” gibi sorunlarının olduğunu söylüyor Gündoğdu. Bu sorunların başında maddî imkânsızlıklar ve kendilerine hak ettikleri değerin verilmemesinden şikâyetçi olduklarını belirtirken yaptıkları bir araştırmayı nazara veriyor. Araştırmaya göre, eğitim çalışanları ancak 20 yıl çalışarak ev satın alabiliyor. Evi olmayan eğitimci sayısı ise yüzde 57’yi buluyor. Eğitimcilerin büyük bir bölümü geçim sıkıntısı içinde. Ay sonunu ya zor getiriyorlar ya da borçlanarak geçimlerini sürdürüyorlar.

Gündoğdu kabaca bir hesap yapıyor. Yeni mesleğe başlamış öğretmen 840 YTL alıyor. Bunun 400 YTL’sini kiraya verdiğini düşünürsek geriye 440 YTL kalır. Tek ulaşım aracıyla işine gelip gitse nereden baksanız aylık 100 YTL ulaşım gideri olur. Geriye 340 YTL kalır. Aylık 100 YTL doğalgaz, 30 YTL telefon, 35 YTL elektrik, 25 YTL su faturası, 10 YTL yönetici aidatını sayarsak geriye 140 YTL kalır.

Varın gerisini siz düşünün. Bu öğretmen bir şey yemeyecek, bir şey giymeyecek mi, sağlığına bakmayacak mı? İşte bu yüzden öğretmenler bu ihtiyaçlarını karşılayabilmek için ek iş yapıyorlar.

* * *

Bir diğer araştırmayı da Türk Eğitim Sen yapmış. Araştırmanın satır başlarını verirsek öğretmenlerin durumları net olarak ortaya çıkıyor. Sendika tarafından yapılan ankete göre, öğretmenlerin yüzde 83.1’i 1000-1500 YTL arasında ücret alıyor. Öğretmenlerin yüzde 23.5’i ek iş yapıyor, yüzde 89.6’sı borçla yaşıyor. Öğretmenlerin yüzde 58.3’ü kirada oturuyor. Öğretmenlerin yüzde 78’i bilimsel gelişmeleri takip edemiyor. Öğretmenlerin yüzde 72.7’si çocuğunun öğretmen olmasını istemiyor.

“Çocuğunuzun niçin öğretmen olmasını istemezsiniz?” sorusuna öğretmenlerin yüzde 26.9’u öğretmenlik mesleğinin itibarı kalmadı derken, yüzde 13.3’ü öğretmenlerin gelir düzeyi düşük, yüzde 5’i öğretmenlerin (sözleşmeli, ücretli vb) iş garantisi yok, yüzde 4’ü öğretmenlerin çalışma şartları ağır, yüzde 50.7’si ise hepsi cevabını vermişler.

Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Şuayip Özcan, ankete değerlendirirken, öğretmenlerin artık çocuklarının bile öğretmenlik mesleğini seçmesini istemediklerini, bu durumda yapılması gerekenin, öğretmenlik mesleğine “kaybettiği itibarını kazandırmak” olduğunu vurguluyor.

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’nın (Eğitim Sen) yaptığı ankete göre ise “Bir takım elbise satın almak sizi ekonomik olarak nasıl etkiler?” sorusunu cevaplayan öğretmenlerin yüzde 49’u bunun bütçelerini çok fazla etkileyeceği, yüzde 32’si çok az etkileyeceği yönünde görüş bildirmiş. Ankete göre öğretmenlerin yüzde 57’si de kirada oturuyor.

* * *

Öğretmen açığı bir muamma. Bakanlığa göre 15-20 bin civarında. Sendikalara göre 200-300 bin… Sendikalar sözleşmeli öğretmenleri hesaba katmadan, Bakanlık bunları da katarak hesaplıyor. AB standartlarında bir eğitim göz önüne alındığında her halükârda öğretmen açığı 40-50 bin civarında.

Eğitim sendikaları vekil ve sözleşmeli öğretmenliğe karşı olduklarını vurguluyorlar. Sadece sözleşmeli öğretmen sayısı şu anda 30 bini geçmiş durumda. Sözleşmeli öğretmenlerin güvencesi yok, sosyal güvenlikleri farklı, bazı maddî ödentilerden faydalanamıyorlar, tayin ve atama hakları sınırlı. Eğitimciler, bu durumun eğitimin kalitesini düşürdüğünü sık sık vurguluyorlar. Bakanlık kadro alınamadığından dolayı öğretmen açığını bu yolla kapattığını söylüyor.

* * *

Öğretmenlerin sorunlarına yine eğitim sendikalarının değerlendirmeleri ile öğreniyoruz. Başta Millî Eğitim Bakanlığı olmak üzere hükümetin bu sorunlara çözüm bulup, neredeyse toplumun bütün kesimini ilgilendiren öğretmenleri sevindirmelidir.

Diğer yandan öğretmenler kendilerine “değer verilmesi”ni istiyor. Zira, ülkeyi yöneten kadroları da öğretmenler yetiştiriyor. Bir de 549 milletvekilinin bulunduğu Meclis’in yaklaşık yüzde 8’inin öğretmen kökenli olduğu göz önüne alınırsa sorunların çözümüne katkı da o oranda artacaktır. Öğretmenler sorunlarına kısa sürede çözüm bekliyor. Bu hakları elbette…

Bütün öğretmenlerimizin “Öğretmenler Günü”nü kutluyor, sorunlarına kısa zamanda çözüm bulunmasını temenni ediyoruz.

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“AB sözü”ne ne oluyor?



Türkiye’nin son iki yıldır AB yolunda bir arpa boyu ilerlemediği eleştirileri yapılırken, Dışişleri Bakanı’nın, Meclis’teki bütçe görüşmelerini hızlı ve sürpriz bir reform sürecinin tâkip edeceğini söylemesi, dikkat çekici bulundu. Belli ki başmüzâkereci Babacan da Ankara’nın demokratikleşme ve diğer AB uyum yasalarının bir hayli tavsadığının farkında. Bu yüzden “Türkiye’de bunlar da oluyor diye şaşıracaksınız” diyor.

Gerçi Babacan reformların neler olacağını açıklamıyor. Bu durum, daha baştan reformların salt “Güneydoğu açılımı” ve benzerî inhisarlarla ölü doğması endişesine yol açsa da, kamuoyu Bakan’ın açıklamalarının arkasını merakla bekliyor.

Diğer yandan Babacan’ın “uzun süren tartışmaların reformların içini boşalttığı” ifâdesi, AKP hükûmetinin son beş yıldır AB gündeminin saptırmasına geldiğinin örtülü bir itirafı. Gerçek şu ki Türkiye’nin demokratikleşmesini ve bölgesinde lider ülke olmasını hazmedemeyen hâricî ifsad odakları ve içteki işbirlikçi uzantıları, elbette gündem sapması oyununu oynayacak.

Türkiye’nin Kerkük’ün statüsüne itiraz edeceği sırada Hrant Dink suikastıyla gündemin içe kaydırılması bunun içindi. Yine Ankara’nın seçimler sonrası tam da yeni anayasayı gündemine alacağı süreçte, peşpeşe 40’ı aşkın askerin şehid edilmesinin hedefi buydu. Senaryolar, Türkiye’nin gerçek gündemine eğilmemesi; AB sürecinden uzaklaşması amacıyla sahneye konuldu. Bombalar, mayınlar bu menhus maksatla patlatıldı...

* * *

Ama mârifet, bu tuzağa düşmemektir. Başta demokratikleşme ve özgürlükler olmak üzere Türkiye’nin asıl gündemini devre dışı bıraktıran oyunları engellemektir. Başarı budur... Yoksa, dış ve iç mihrakların gündem sapması ve saptırılması oyunlarının arkası gelmez; ve bu gidişle Türkiye yıllarını kaybetmeye devam eder.

ABD’nin 11 Eylül’ün ardından işgal ettiği ülkelerdeki bağımsızlık hareketlerine “terör”, işgale karşı direnenlere “terörist” diyen konseptiyle Ankara, AB gündeminde hiçbir mesâfe alamaz. “Stratejik müttefiklik” gerekçesiyle Türkiye’nin BOP’un içine çekilip ortak edilmesiyle, demokratikleşme sağlanamaz.

İşin en acıklı yanı, Türkiye’nin AB’ye girmesini istemeyen “AB içindeki ABD’ciler”in tahriklerine kapılmaktır. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan ve “imtiyazlı ortaklık” gibi itici önerilerle ortalığı bulandıran Bush’un hayranı Selânikli Sarkozy gibilerin tahrikine gelmektir.

Şurası bilinmelidir ki AB, Sarkozy ve Merkel’den ibâret değil; ve Leyla Şahin davasında AİHM’in “hükûmet savunması”yla şaşırtılması örneğinde olduğu gibi, Ankara bir yanlışlık yapmadığı sürece, AB’nin irâdesi demokrasi, hukuk ve insan haklarından yana olacaktır.

Sarkozy’in Müslümanları “ayrık” gören ve okullarda başörtüsünü yasaklayan kışkırtmalarına karşı, AB temsilcilerinin başörtüsünün dinî bir vecîbe ve inanç özgürlüğünün gereği olarak yasaklanamayacağına dair teminatları ortada...

Bu bakımdan AB uyum yasalarındaki ihmalin hiçbir mâzereti yoktur. Zira Türkiye’nin tam üyeliği gecikse de, reformlar öncelikle Türkiye’yi rahatlatacak; demokrasisini geliştirecek ve kalkınmanın önünü açacaktır...

* * *

Şu hale bakın. Hâlâ 312. maddenin yeni ceza kanunundaki versiyonuyla yargılanmalar devam ediyor. Düşünceyi ifâde özgürlüğünü engelleyen yalnız 301. madde değil, 216. ve benzerî maddelerle fikirlerin ifâdesi “suç” sayılıp ceza alıyor. Güya bunlar sözde özgürlüklerin genişletilmesi ve ifâde hürriyetinin önünün açılması için “düzeltilmişti.”

Hâlâ, tamamen bir inanç hakkı olan başörtüsü yasağı devam ediyor. Peki hiçbir yasal dayanağı olmayan ve yüzbinlerce öğrenciyi mağdur eden yasadışı yasağın kaldırılması ne zamana kalacak? Türkiye’nin AB üyeliği mi beklenecek?

Nerede kaldı; “hiç kimsenin eğitim hakkından yoksun bırakılamayacağını” belirten, “devletin eğitim ve öğretim görevini yerine getirirken, vatandaşların dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme hakkına saygıyı” hükme bağlayan, AİHS Ek Protokolü ikinci maddesi?

Hâlâ YÖK, eğitim sisteminin sırtında bir “yük” olarak duruyor. Hangi Avrupa ülkesinde böyle bir kurum var?

Anayasa’nın bir başka bahara kaldığı anlaşılıyor. O halde siyasî iktidar, niçin Anayasanın 130. ve 131. maddelerini değiştirme teşebbüsünde bulunmuyor? Niçin bütün demokratik ülkelerde oldu gibi Yükseköğretim Kurumu’nun yetkisini “koordine” ile sınırlandırmıyor? Keza, siyasetin demokratikleşmesinin birinci şartı olan siyasî partiler ve seçim yasalarının AB standartlarına uyumu için neden tek kelime edilmiyor?

Sonuçta “yargı reformu” duruyor. “Eğitim demokratikleşmesi”nde ve eğitimin önündeki engellerin kaldırılmasında uygulamaya yansıyan esaslı bir uyum sağlanmış değil. Siyasetin demokratikleşmesi gündemde bile değil...

Babacan’ın açıklamadığı “şaşırtacak reformlar” bunlar olacaksa, ne âlâ. Değilse, bir defa daha kamuoyunu oyalamaktan ibâret kalacak demektir.

Peki ne zamana kadar? AKP’nin “AB sözü”ne ne oluyor?

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Reform fırsatı



Müzakerelere başlama tarihinin verildiği 17 Aralık 2004’teki AB zirvesi sonrasında hükümetin reform sürecinde frene bastığı ve o günden beri kayda değer yeni bir adım atmadığı yönündeki eleştiriler çokça dile getirildi.

Ama hükümetin, özellikle de Başbakanın bu eleştirilere tepkisi, hep öfkeli cevaplar şeklinde oldu. Erdoğan rehavet ve yavaşlama tenkitlerini kabul etmedi. Ta, geçtiğimiz günlerde İtalya Başbakanı Prodi ile bir araya gelinceye kadar...

O görüşme sonrası yaptığı açıklamada reform sürecinin yavaşladığını ilk defa kabul etti Erdoğan ve sebebini bu yılki seçimlere bağladı.

Kısa aralıklarla yapılan milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimleriyle, bu süreçte yaşanan tartışmaların reformlara vakit ve fırsat bırakmadığı, herkesçe kabul edilebilecek bir gerekçe.

Ancak öncesindeki iki senenin reform süreci noktasındaki hantallığını izah için yeterli değil.

Öte yandan, bir ara yine hükümet cenahından sâdır olan “Kopenhag kriterlerini karşılamak için gereken herşeyi yaptık ve tamamladık, artık yapacağımız başka birşey kalmadı” söylemleri de gerçeği yansıtmaktan çok uzaktı.

Bir defa, demokrasimizi Avrupa standartlarına uygun hale getirmek için atmamız gereken daha pek çok adım vardı. Anayasadan başlayarak temel kanunlarda hak ve özgürlükleri engelleyen pek çok madde olduğu gibi duruyordu ve bunlar temizlenmeden gerçek bir demokrasiden söz edebilmemiz mümkün değildi.

İkincisi, 17 Aralık’a kadar yapılan kısmî reformların uygulamaya intikali ve hayata geçirilmesi noktasında ciddî sıkıntılar devam ediyordu.

Nitekim Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın son günlerde peş peşe gelen açıklamaları, bu tesbit ve değerlendirmeleri doğruladı. Kopenhag kriterlerine uyumda kritik eşiğin ancak aşıldığını, buna mukabil “kriterleri yüzde yüz karşılama” noktasının çok uzağında bulunduğumuzu ifade eden Babacan, “Daha yapılacak çok iş var” dedi.

Ardından bir başka beyanında, uzun süren tartışmaların reformların içini boşalttığını dile getiren Babacan, yeni dönemde reformların gündeme gelmeleri ile Cumhurbaşkanı onayından çıkmaları arasındaki süreci mümkün olduğu ölçüde kısaltmayı hedeflediklerini söyledi.

Ve Mecliste bütçe görüşmelerinin tamamlanmasını takiben, yeni yıla güçlü ve hızlı bir reform programıyla gireceklerini, önceliği de yeni bir anayasaya vereceklerini, ancak bunu yaparken yasalarda yapılması gerekli paralel düzenlemeleri de ihmal etmeyeceklerini açıkladı.

Bunlar, hükümetten üç yıldır duymak istediğimiz mesajlar. Dileriz, uygulamaya da yansır.

Reform sürecini başlatma niyetinin önündeki en ciddî engel olarak gözüken sınırötesi operasyon konusunun bir şekilde formülize edilip rayına konulduğu yönünde beliren kanaat ve bununla bağlantılı olarak kamuoyunda kapsamlı bir çözüm planı beklentisinin ortaya çıkması, reformlar için elverişli bir atmosfer oluşturuyor.

Hükümetin Meclisteki çoğunluğu, CHP’nin temel açılımlarda kendisini de bağlayan birlik-beraberlik yaklaşımı, yeni dönemdeki hükümet-Çankaya uyumu ve kamuoyundaki reform beklentisi, birbirini tamamlayan pozitif etkenler.

Bu fırsat da harcanırsa çok yazık olur.

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hürriyet ve istişare topluma nasıl mâl edilebilir?



İman/İslâm hakikatlerini gün aşırı ve mutlaka her hafta okuyarak, müzakere ile mütalâa ederek kendisini yenileyen; hak, hürriyetler, istişare/başkasının fikirlerine saygı açısından kalabalığın peşine mi takılmalı; yoksa toplumun seviyesinin yükselmesi için mi çalışmalı? Cevap için önce psiko-sosyal yapımızı anlamalıyız:

Taklitçi bir yapımız var. Düşünce, duygu, his, davranış, fiil, öz ve sözlü olarak birbirimizi etkiler ve taklit ederiz. Şu da bir gerçektir:

Dinin/imânın etkisi medeniyete ve sâir dinamiklere göre daha ulvî ve daha üstün olduğu psiko-sosyolojik bir tesbittir. Zira, duygu merkezi kalp penceresinden seyreden vicdân, dinden başka âmir ve teşvikçi tanımaz. Özellikle, fıtrî/tabiî hak dinin sözü daha etkili, hükmü daha yüksek, tesiri daha tesirli.1

Eğer anayasa ve kanunlar toplumun tarih, kültür ve sosyal yapısına uygun yapılırsa, toplumumuz kısa zamanda hak ve hürriyetleri, dolayısıyla meşvereti, yâni fikir alış verişini, çok sesliliği özümseyebilir ve rahatlıkla pratiğe geçirebilir. Çünkü, zaten genlerinde ve inancında kodlanmış. Daha önce gördük ki, iman esasları hürriyetin düşüncesini geliştirir, İslâm şartları amele/pratiğe geçirir. Dolayısıyla, hürriyet, çerçevesini dinin çizdiği meşveretin emrine verilirse, bu milletin eski satvet/ihtişam ve kuvvetini hayatlandırır;2 tekrar o muhteşem tarihine ve özüne dönmeyi müjdeliyor.

Belki, şeyhlik, imâmet ve emir-komuta zinciri içinde de işler yürütülebilir. Fakat, gerçek başarı da, gerçek mertebe de, ancak “İslâm, imân ahlâk ve terbiyesi” ile yoğrulan hürriyet ve şer’î meşvereti ikame etmekle olabilir. Çünkü, hürriyet, ferdin, ailenin ve toplumun potansiyel yeteneklerini harekete geçirir. Hürriyetin/demokrasinin hâkim olduğu toplumlardaki muhteşem gelişmeler; istibdadın hüküm sürdüğü eski Demirperde ülkelerindeki geri kalmışlık bunun en bariz örneğidir.

Bundan ötürüdür ki, Risâle-i Nur mesleğinde istişâre, yâni, sahasında söz sahibi olanlarla fikir alışverişi, Asr-ı Saadetteki gibi hâkimdir. Bediüzzaman, “tahakküme ve tek görüşe” dayanan statükocu sistemleri, işlerin emir-komuta zinciri içinde cereyanının her türlüsünü “istibdat/diktatörlük”3 olarak görür; tel’in eder; meşrû meşrûtiyeti, demokrasiyi, hürriyeti, “meşveret” olarak değerlendirir; teşvik eder; der:

Nur talebeleri meşveretle hareket etmeli;4 Risâle-i Nur dairesindeki talebeler, istişâre sûretinde, basın-yayım gibi çok önemli işleri görmeye başlamışlardır.5 Siz, meşveretle ne lâzımsa yaparsınız.6 Bundan sonra her meselemizde emir, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de bir reyim var.7 Zaten aranızdaki samimi anlaşma ve şer’î meşveret sizi öyle şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı mânevinin (cemaatin toplamının oluşturduğu şahsiyet, güç) fikrini, o meşveretle bildirir.8

Eserlerini Türkçe yazan Bediüzzaman; sadece bir nazariyeci değil; aynı zamanda düşüncelerini hayata, pratiğe geçirmiş bir mütefekkirdir. O, düşüncelerini hayâl âleminde tasavvur edip, ütopik ve popülist söylemler geliştirmemiş; bilâkis fikir bazında ortaya koyduktan sonra bizzat kendi şahsında da uygulamış; fiilen de rehber ve önder olmuştur.

İşte Risâle-i Nur ve talebelerinin; çok seslilik, katılım, fikir-alış verişi, diyalog, meşveret gibi sivil örgütlülüğün kıstasları ve işleyişi konularında tecrübelerini konuşturarak toplumu bu yönde motive ettiği bir gerçektir. Zira, Asr-ı Saadet hürriyet ve meşveret modelini örnek alıyor. Dolayısıyla içtimâi ve sosyal konularda da kalabalığa uymaz, toplumu hak ve hürriyetlerle istişare konularında da bir seviyeye çıkarmaya çalışır.

Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 45; 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 80.; 3- Münâzarât, s. 22.; 4-Emirdağ Lâhikası, s. 125.; 5-Kastamonu Lâhikası, s. 94.; 6- Emirdağ Lâhikası, s. 141.; 6-Age, s. 219.; 7- Kastamonu Lâhikası, s. 91. 8- Kastamonu Lâhikası, s. 95.

24.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Doğunun kurtuluşu



“And olsun ki Biz Mûsâ’yı, ‘Kavmini karanlıklardan nûra çıkar ve Allah’ın geçmişteki nimet ve azap günlerini onlara hatırlat’ diye, mucizelerimizle birlikte gönderdik. Çok sabreden ve çok şükreden herkes için şüphesiz bunda ibretler vardır.”

Meâlini verdiğimiz âyet İbrahim Sûresinin beşinci âyeti.

Allah, Kur’ân’da, Hz. Musa ve kavminden bahsederken, Hz. Musa’ya onları bir yandan karanlıklardan kurtarırken diğer yandan da “Allah’ın geçmişteki nimet ve azap günlerini onlara hatırlat”masını emrediyor.

Hz. Musa, Firavun’un esareti altında inleyen İsrailoğullarını Allah’ın inayetiyle kurtarmış, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmıştı. Artık yaşama başta olmak üzere her türlü hak ve özgürlüklerini serbestçe kullanabiliyor, özgürce yaşıyorlardı.

Ne var ki nimetin hakkını verebilmek, benzer sıkıntılara düşmemek için o günleri unutmamak gerekiyordu. Nimet unutulmamalıydı. Tâ ki kıymeti bilinip şükredilsindi. Sıkıntılar da unutulmamalıydı. Aynı durumlara düşmemek için dikkatli olunsundu.

Kur’ân bütün asırların kitabı olduğuna göre bizler de bu âyetten asrımıza, yaşadığımız olaylara dersler çıkaramaz mıyız?

Elbette. Bir Irak, bir Filistin, bir Afganistan için elbette dersler çıkarılmalı. Hatta onlar boyutunda olmasa bile terörden muztarip olan bizler, Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan insanlarımız da gerekli payı almalıyız.

Ülke 80’li yıllardan bu yana muztarip. Ateş düştüğü yeri yakar misali daha çok Doğu ve Güneydoğu halkı muztarip, huzursuz, perişan. İki arada bir deredeler. Âlimleri, mürşidleri perişan… Halkın birçoğu göçe meçbur kalmış.

Olayın iki boyutu var. Biri bölge halkını, diğeri de yöneticileri ilgilendiriyor.

Yüzyıllardır bizi biz yapan, bir arada tutan, kaynaştırıp kenetleştiren değerlerimizi hatırlamak, onlara sahip çıkmak, yanlışlıklara pirim vermemek. Tâ ki terör cesaret bulamasın.

Yöneticiler de halka sevgi ve şefkatle yaklaşıp hak ve özgürlüklerini korumalı, maddeten ve manen kalkınmalarını sağlamalı.

Yukarıdaki meâlini verdiğimiz âyete Doğu ve Güneydoğunun kurtuluşu açısından bakarsak, terörün her şeyi alt üst eden cenderesinden, karanlıklarından kurtulup nura, aydınlık bir dünya çıkabilmek için Kur’ân’ın kurtarıcı, meded ve şifa verici manevî ilâçlarından faydalanmak. Geçmişteki acı-tatlı günleri unutmamak, bunlardan gerekli dersleri çıkarmak, doğrulara, güzelliklere sahip çıkıp yanlışları terk etmek.

Bediüzzaman da bu âyetin şifa kaynağı olduğuna dikkat çekip özetle der ki: “Tam Arapça ve Türkçe bilmeyen, mürşid ve âlimleri perişan olan Şark vilayetlerinin Risâle-i Nur imdadlarına yetişecek. Her taifeden çok başlarına gelen hadiseler ve âyette ‘Allah’ın geçmişteki nimet ve azap günleri’ tabir edilen elîm vak'aları hatırlatmakla ikaz ve irşad etmelerine bir işaret mânâsı taşıyor.”1

Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 625.

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kılavuzu din düşmanı olanın...



Said Nursî'ye düşmanlık edenlerin, o zâta kin ve öfke dolu sözlerle saldıranların, akla hayale gelmedik iftiralarla karalamaya çalışanların, rezil olmaktan ve zelil bir vaziyete düşmekten kurtulma şansları yok.

Zira, Said Nursî'ye kasten ve bilerek düşmanlık edenlerin, aynı zamanda "din düşmanı" olduklarını ve her vesileyle dindarları rencide edici söz ve davranışlarda bulunduklarını gàyet iyi biliyoruz.

Bu meyandaki bilgiler, yakın tarihimizin ibret sayfalarında kayıtlıdır.

İşte o ibretli tablolardan biri:

1966'da Yargıtay Başkanı olan İmran Öktem, aynı makamda iken 1 Mayıs 1969'da öldü.

İsmet Paşanın da katılmış olduğu cenaze merasimi olaylı geçti.

Tabutu, Ankara Maltepe Camiine götürülürken ortam iyice gerildi. Cami cemaatinden hiç kimse, cenaze namazına katılmıyor ve o şahıs için bir dinî merasim yapılmasını istemiyordu.

Cemaat gibi imamlar da aynı durumdaydı. İmamlardan hiçbiri onun cenaze namazını kıldırmak istemedi. Bunun üzerine uyduruk bir imam bulundu; fakat, yine de elektrikli didişmenin önüne geçilemedi.

Neticede, İmran Öktem için huzur ve huşû içinde bir dinî merasim yapılamadan, cenazesi götürülüp defnedildi.

Nefret uyandırdı

O tarihte ölen Yargıtay Başkanının cenaze merasiminde yaşanan bu büyük gerilimin iki zâhir sebebi vardı.

Birincisi: Başkan Öktem, ölümünden bir sene önceki (1968) adlî yılın açılış töreninde yapmış olduğu konuşmada, Voltaire'in bir sözünden hareketle "Tanrı'yı da insan yaratmıştır" diyerek, bütün mü'minlerin nefretine müstehak oldu.

İkincisi: İmran Öktem, Yargıtay Başkanı olduğu aynı sene içinde, yine adlî yılın açılış merasiminde yapmış olduğu uzun konuşmasının ağırlıklı kısmını Nurculuğa ayırdı ve vatan–millet zararına bir tek sâbıkası bulunmayan Said Nursî ile talebelerini âdeta "vatan hâinleri" şeklinde ilân etti.

İşte o şahıs, bu iki önemli sâbıkası sebebiyle, toplum nezdinden bir umumî nefretin mâsadakı oldu. Lâyıkı veçhiyle cenaze namazı dahi kılınamadan gitti.

Şıracının şahidi, bozacı

Adlî yılın açılışındaki konuşmasında Nurculuğa yüklenen, Said Nursî'nin kasten çarpıtılmış sözlerini aktarıp aktarıp insafsızca eleştiren Başkan Öktem'in delil ve dayanak olarak gösterdiği kaynak, yine kendisi gibi Said Nursî düşmanı olan Çetin Özek'in kaleminden çıkmış olan bir kitap müsveddesi idi. (Ki, bu da yine dine düşmanlığıyla bilinen Turan Dursun'un Nurculuk saplantısıyla aynı paralelde.)

Çetin Özek imzasıyla 1964'te basılan "Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun İç Yüzü" isimli bu paçavra, o günlerin Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararıyla (20.09.1965), Nurculuk hakkında ilmî rapor ve güvenilir bir kaynak şeklinde kabul ediliyor.

Ne yazık ki, bazı zavallı kişiler, bugün de ortaya çıkıp aynı kaynağa dayalı birtakım karalamalarda bulunabiliyor. Bazı televizyon ekranları veya gazete sayfaları da bunlara çanaklık ediyor.

Ama biz, güvenilir kaynak diye gösterilen o kitapçığın, ilmî ciddiyetten uzak olduğunu, daha ziyade bir hezeyannâme ve iftiranâme niteliği taşıdığını, o gün olduğu gibi, bugün de vargücümüzle haykırarak bütün dünyaya ilân ve ispat etmeye hazırız.

Alsınlar bütün güvenilir dokümanlarını ve yine en güvenilir adamlarıyla gelsinler, çıksınlar karşımıza.

Biz de, Said Nursî'ye ait hem günümüz baskısı, hem de orijinal elyazması eserlerini masaya koyup, tamamını karşılaştıralım.

Bakalım, ortaya ne çıkacak...

Haydi, hodri meydan!

Öyle "şıracının şahidi bozacı" taktikleriyle, artık kimseyi inandıramazlar. Geçti o günler. Çok gerilerde kaldı.

Nurculuk Dâvâsı

Yargıtayın sahte kaynağa dayalı menfî kararı yüzünden, yine dâvâların açıldığını ve bütün bu dâvâların beraatle neticelendiğini de biliyoruz.

Buyrun, bu hususla alâkalı olarak kapı gibi bir eser var orta yerde: Türkiye'de Nurculuk Dâvâsı.

Av. Bekir Berk imzasıyla 1971'de basılan ve 1973'te 3. baskısı yapılan bu dev eserde, mahkemelerin 1500 kadar beraat kararı yer alıyor.

Bu beraat kararları, sadece 11 Nisan 1971 tarihine kadar süren dâvâları ihtiva ediyor.

O tarihten sonra da, beraatler, yine aynı minval üzere devam etti.

Yani, ikide bir temcit pilavı gibi ortaya sürülen Yargıtayın mâlûm kararına dayanılarak, hiçbir Nur Talebesi mahkûm olmadı, hüküm giymedi.

Zira, ortada işlenen bir suç yok ki, tesbit edilebilsin. Aynı şekilde, Risâle–i Nurlar, 1500 mahkemeye rağmen yasaklanamadı ki, okuyanlar suç işlemiş olsun.

Ama, bütün bunlar, yine de cehaletin veya kasdî düşmanlığın zebunu olmuş kimselerin umurunda değil.

Değildir ki, mahkemelerin sayısız beraat kararlarına bakmak yerine, daha ziyade dine muhalif ve Nurculuğa da alenen düşmanlığıyla bilinen kimselerin hezeyannâmelerine sığınarak saldırıda bulunurlar.

Şükürler olsun ki, eskiye nazaran kuvvetleri hayli azalmış, tesirleri kırılmış, sesleri zayıf, cılız çıkıyor.

Zira milletimiz, kılavuzu din düşmanı olanları şimdi daha iyi tanıdığı için, onlara hiç itibar etmiyor.

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Var oluşun iki önemli sırrı: Plan ve yazı



Mustafa Bey:

*“Otuzuncu Sözün İkinci Maksad’ında geçen ‘İmam-ı Mübîn’ ve ‘Kitâb-ı Mübîn’ deyimlerini açar mısınız?”

Otuzuncu Söz’ün İkinci Maksad’ında zikri geçen önemli kavramlardan birisi İmam-ı Mübîn, birisi de Kitab-ı Mübîn’dir.

İmam-ı Mübîn ile Kitâb-ı Mübîn, esasen Kur’ân’da ifadesini bulan sırlı kavramlardandır. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede: “Biz her şeyi İmam-ı Mübîn’de takdir ettik”1 buyurur. Bir diğer âyette ise: “Size Allah’tan bir Nur ve Kitâb-ı Mübîn geldi”2 buyurulur.

Âyetlerde; her şeyin kendi muhtevasında plânı çizildiği, takdir edildiği, yazıldığı, sayıldığı, hesap edildiği bir İmam-ı Mübîn ile bu takdirden sonra, yine Cenâb-ı Hak tarafından gönderilen, indirilen, verilen, îcad edilen bir Nur ve bir Kitâb-ı Mübîn’den bahsedilir. Kur’ân bir başka âyette, İmam-ı Mübîn’in levhası olarak da Levh-i Mahfuz’u nazara verir.3

Kitab-ı Mübîn’den, İlâhî Kelâm noktasında Arş-ı Azam’dan gelen Kur’ân-ı Hakîm’i; İlâhî Kudretin tecellîsi noktasında da bu büyük kâinât kitâbını anlamalıyız. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kelâm sıfatının tecellisi Kur’ân-ı Hakîm; Kudret sıfatının tecellîsi de bu şehâdet ve gayb âlemi dediğimiz kâinattır.4 Bedîüzzaman’a göre Kur’ân, bu büyük kâinat kitabının tercümanı ve müfessiridir.5

İmam-ı Mübîn’in, Allah’ın ilim ve emrinin bir kısmına bir unvan olduğunu beyan eden Üstad Saîd Nursî, bu deyimin şehâdet âleminden ziyade gayb âlemine baktığını, zaman olarak şu andan ziyade geçmiş ve geleceğe nazar ettiğini, her şeyin görünen varlığından ziyade aslına, nesline, köklerine ve tohumlarına baktığını ve topyekûn vaki olacaklar için Allah’ın takdir buyurduğu mukadderâtın bir defteri hüviyetinde bulunduğunu kaydeder.6 Üstad Hazretleri bu tanımını şöyle açıklar: Her şeyin kökü, aslı ve başlangıcı gayet san'atlı ve muntazam bir şekilde eşyanın vücudunu, hayatını ve gelişimini netice veriyor. Bundan anlaşılıyor ki, her şey Allah’ın ilim düsturlarını içine alan bir defter ile tanzim ediliyor. Eşyanın neticeleri, nesilleri ve tohumları ise ileride gelecek mevcudâtın programlarını ve fihristelerini içerdiğinden, elbette Allah’ın emrinin bir küçük mecmuâsı hükmünde olmaktadır. Meselâ çam çekirdeği Allah’ın tekvinî emirlerini ihtiva eden bir küçük program hükmündedir. Hatta her çekirdeğin, tekvinî emirlerin cisimleşmiş bir versiyonu olduğu da söylenebilir.

Çekirdek ile ağaç arasındaki vazgeçilmez ve kopmaz ilişkiyi kâinat çapında büyütecek olursak; İmam-ı Mübîn’in, kâinatın bir büyük çekirdeği, yani geçmiş, gelecek ve gayb âlemi etrafında dal budak salan yaratılış ağacının bir büyük mukadderat programı ve bir büyük fihristesi ve plânı olduğunu söyleyebiliriz. Bu mânâda İmam-ı Mübîn, Allah’ın varlıklar için takdir buyurduğu kaderin bir defteri ve bir plân mecmuâsıdır. Bu plânın imlâsı, bu programın icrası ve bu kader defterinin hükmü ile atomlar eşyanın vücudundaki hizmetlerine ve hareketlerine sevk edilmektedir.

Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kitâb-ı Mübîn ise, gayb âleminden ziyade şehâdet âlemine bakar. Yani geçmiş ve gelecekten ziyade şu anki zamana nazar eder. Yani Allah’ın ilim ve emrinden ziyâde, kudret ve irâdesinin bir unvânı, bir defteri ve bir kitâbıdır. İmam-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir. Yani her şeyin vücudundaki, mâhiyetindeki, vasıf ve hallerindeki eksiksiz sanat ve intizam gösteriyor ki, bir Kâmil Kudretin düsturları ile, her şeye hükmü geçen bir İrâdenin kânûnları ile vücud giydiriliyor; sûretleri tayin ve teşhis ediliyor, muayyen bir miktar ve hususî bir şekil veriliyor. Allah’ın Kudret ve İradesinin küllî ve kapsamlı bir kânun mecmuâsı ve büyük bir defteri vardır ki, her bir şeyin hususî vücutları ve sûretleri ona göre biçiliyor, dikiliyor ve giydiriliyor. Ehl-i gafletin “tabiat” dedikleri şey, bu İlâhî kânundan başka bir şey değildir.

Zaman hakîkatına kâinat çapında bir tanım getiren Bedîüzzaman; zamanın, sabit ve dâim olan Levh-i Mahfûzun, değişken olan Levh-i Mahv ve İspatta, yani varlıklar âleminde, yani ölüme, hayata, varlığa ve yokluğa sürekli mazhar olan eşya üzerinde bir değişken defter ve bir yazar-bozar tahtadan ibâret olduğunu beyan eder. Bir başka ifadeyle, İmam-ı Mübîn’in imlâsı, hükmünün icrası ve programının uygulanması demek olan Kitâb-ı Mübîn üzerindeki bu imlâ ve kitabetin, yani bu icra ve uygulama sahifesinde yazılan kader yazılarının mürekkebi zamandır.7

Maddenin en küçük yapı taşı olarak tanıdığımız atomun hareketleri ise Saîd Nursî Hazretlerinin nazarında, kudret kalemi tarafından, bu ezelî plânın ve kudret âyetlerinin yazımı ve varlıkların yaratılması esnasında meydana gelen ihtizaz, cevelân, cereyan, akım ve titreşimden ibarettir. Yoksa atomların hareketleri, maddecilerin zannettikleri gibi tesadüf oyuncağı değildir.8 Bu titreşimin, bu akımın, bu cereyanın, bu cevelânın ve bu baş döndürücü hareketin binler hikmetlerinden bir hikmeti ise, zerreleri ve atomları nurlandırmak sûretiyle âhiret âlemine lâyık olmalarını sağlamak ve hayata aşina kılmaktır.9

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/12; 2- Mâide Sûresi, 5/15; 3- Burûc Sûresi, 85/22; 4- Sözler, s. 471; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 15; 6- Mektûbât, s. 40; 7- Mektûbât, s. 41; 8- Sözler, s. 504; 9- Sözler, s. 510

24.11.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

“Def-i şer, celb-i nef’a râcihtir”



Önce temizlik, sonra güzellik

Bütün iyilikler ve güzellikler önce temiz, sağlam bir zemine ihtiyaç duymaktadır. Bu aslında temel bir kaidedir. Hangi iş olursa olsun, önce o işin varlığını devam ettirmesine engel teşkil edecek zararlılardan ortamı temizlemek gerekir ki, o iş uzun ömürlü, sağlıklı olabilsin.

Şirki terk, maasiyi (günahları) terk, masivâullahı (Allah’ın dışındaki her şeyi) terk anlamına gelen takvada da durum aynıdır. Önce ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivâdan tecrit edip, kesmek gerekiyor. Sonra, temizlenmiş bir kalble, ‘Bâkî-i Hakiki yalnız Sensin. Mâsivâ fanidir’ diyerek amel etmek gerekiyor. Aksi halde, hem Allah’a, ‘Baki ancak Sensin’ diyeceksin, hem de kalbinde Allah’tan başka şeyler taşıyacak ve onlara gönül bağlayacaksın. İkisi bir arada olmaz. Hatta Allah’ın dışındakileri de Allah adına sevmek tercih edilir.

İnsanın yaşadığı maneviyât için de durum aynıdır. Günahlar içerisindeki bir insanın yapacağı hayır ve hasenât, hâliyle pek de makbul olmayacaktır. Önce, kişinin günahlardan tövbe edip pişman olması, sonra bu temizlenmiş kalbe ibadetleri nakşetmesi, daha anlamlı ve yakışan olacaktır.

Bu düsturdan yola çıkarak denilebilir ki, kalplerinde hastalık olanlara, ibadeti, taati fayda vermez. Belki zarar verir. O kalbin önce hastalıklardan temizlenmesi gerekmektedir. Hadis-i şerif, bu temizlik yapılmadan yapılacak tezyinin, süslemenin anlamsızlığına dikkatleri çekmektedir: “Çok Kur’ân-ı Kerim okuyanlar var ki, Kur’ân bunlara lânet eder. Çok oruç tutanlar var ki, onun orucundan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur.”

Haram ile helâlin, güzel ile çirkinin, doğru ile yanlışın merhamet ile terörün bir arada olması mümkün değildir.

Ameliyatlarda uygulanan metot da yine budur. Yani önce ameliyat yapılacak unsur, temizlenir, hijyen hale getirilir. Sonra ise tedavi işlemine geçilir. Aksi halde yapılan ameliyat, verilen emekler ve beklenen sonuç oluşmayacaktır. Hatta daha vahim sonuçlar meydana gelecektir.

Günlük basit işlerimizde bile aynı yolu takip etmekte değil miyiz? Önce vücudumuzun, evimizin, işyerimizin temizliğini gerçekleştirip, sonra tezyinini, süslemesini yapmaktayız.

Temizlik yapmadan, tezyin yapmak pek de akıl kârı olmasa gerektir.

Önce terörü temizlemek, sonra yatırımlar yapmak

Ülkemizdeki terör hadiselerinde de durum aynı değil midir? On yıllardır Güneydoğu terör belâsıyla yanıp tutuşuyor. Bu yanıp tutuşma hali sadece Güneydoğu’ya mahsus da değil. Teröre kurban giden on binlerce şehit sebebiyle toplum, acılar ve sızılar içerisindedir.

Güneydoğu’daki terörü temizlemeden, buraya yapılacak bütün yatırımlar akim kalacak ve atılan bütün adımlar ülke için çok büyük bir maddî kayıplar oluşturmaktadır.

Medresetü’z-Zehra Üniversitesi,

uygulanabilecek bir projedir

Terör, öncelikli olarak kökü kurutulması gereken bir hadisedir. Terörün kökünün kurutulması ise, eğitimle mümkündür. Medresetü’z-Zehra; Bediüzzaman’ın Doğu’da yapılmasını idarecilere teklif ettiği, fen ilimleriyle müsbet ilimlerin birlikte okutulmasını düşündüğü bir üniversite modeliydi. 1900’lü yılların başında gündeme gelen, ‘Medresetü’z-Zehra Projesi’ hayata geçirilseydi, belki bu gün ülke, böyle bir belâ ile karşılaşmış olmayacaktı.

Durum onu gösteriyor ki, hâlen zarardan geriye dönülmekte bir adım atılmış değildir. Basiretli devlet adamları, bölge için temelleri sağlam adımlar atmadığı sürece, yaşananlardan ders alınmış olmayacaktır.

Devletin, bölgede dünyaya gelmiş, bölge insanlarının psikolojilerini çok iyi tahlil etmiş ve bölgede yaşanan problemlerle nasıl baş edilmesi gerektiği konusunda çözüm teklifleri sunmuş olan Bediüzzaman’a, kulak vermesi zamanıdır.

Birisinin hatasıyla başkası mes’ul tutulamaz

Bölgenin yakın geçmişine bakıldığında en acı manzara ise, terörü desteklemeyen masum vatandaşların böyle bir zan altında kalmalarıdır. Güvenliğiyle, sağlığıyla, eğitim hizmetleriyle, işsizliği ortadan kaldıracak istihdam projeleriyle devlet varlığını çok ciddi şekilde hissettirmelidir.

Devlet, güçlü ama şefkatli pozisyonu ile bölgeye öncelikle güven vermelidir. Bölgede yaşanmış olumsuzluklar konusunda zedelenmiş duyguları, zararlı hale gelmiş unsurları, tamir etmesi gerekmektedir. Bu da devletin her türlü imkânıyla bölgede olduğunun, vatandaşın yanında olduğunun ve devletin vatandaşın hizmetinde olduğunun bilinmesiyle sağlanabilecektir.

Türkiye’nin bu şerri def edecek gücü ve kuvveti vardır. Ancak bunu yaparken de, adaletli ve şefkatli bir yaklaşım içerisinde, hain ile masumu ayırt ederek gerçekleştirmelidir. Birisinin hatasıyla başkasını, akrabasını mesul tutmadan bu ayırımı gözetmelidir.

Neticede burada dış kaynaklı bir oyun sergilenmekte olduğu aşikârdır. Aksi halde, asırlardır omuz omuza yaşamış, akraba olmuş din kardeşlerinin birbirlerine böyle bir husumet içerisinde olması düşünülemez. Bu, kardeşi kardeşe kırdıran oyuna, önce bu bölgede yaşayan vatandaşların ‘Dur!’ demesi icap ediyor.

Bediüzzaman Said Nursî, bu kaide-i esasiyeyi kendi hayatında bizzat uygulamış bir âlimdir. Ülkenin savaş durumunda olduğu bir hengâmede, ilim tahsiline ara verip, bizzat talebeleriyle birlikte birlikler oluşturup, Ruslarla cephelerde savaşmıştır. Yani önce düşmanları def, sonra vatan ve millet menfaati için çalışmanın doğru olacağı mesajını vermiştir.

Evet, bu bir esaslı kaidedir: “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir.”

24.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri