Önce temizlik, sonra güzellik
Bütün iyilikler ve güzellikler önce temiz, sağlam bir zemine ihtiyaç duymaktadır. Bu aslında temel bir kaidedir. Hangi iş olursa olsun, önce o işin varlığını devam ettirmesine engel teşkil edecek zararlılardan ortamı temizlemek gerekir ki, o iş uzun ömürlü, sağlıklı olabilsin.
Şirki terk, maasiyi (günahları) terk, masivâullahı (Allah’ın dışındaki her şeyi) terk anlamına gelen takvada da durum aynıdır. Önce ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi masivâdan tecrit edip, kesmek gerekiyor. Sonra, temizlenmiş bir kalble, ‘Bâkî-i Hakiki yalnız Sensin. Mâsivâ fanidir’ diyerek amel etmek gerekiyor. Aksi halde, hem Allah’a, ‘Baki ancak Sensin’ diyeceksin, hem de kalbinde Allah’tan başka şeyler taşıyacak ve onlara gönül bağlayacaksın. İkisi bir arada olmaz. Hatta Allah’ın dışındakileri de Allah adına sevmek tercih edilir.
İnsanın yaşadığı maneviyât için de durum aynıdır. Günahlar içerisindeki bir insanın yapacağı hayır ve hasenât, hâliyle pek de makbul olmayacaktır. Önce, kişinin günahlardan tövbe edip pişman olması, sonra bu temizlenmiş kalbe ibadetleri nakşetmesi, daha anlamlı ve yakışan olacaktır.
Bu düsturdan yola çıkarak denilebilir ki, kalplerinde hastalık olanlara, ibadeti, taati fayda vermez. Belki zarar verir. O kalbin önce hastalıklardan temizlenmesi gerekmektedir. Hadis-i şerif, bu temizlik yapılmadan yapılacak tezyinin, süslemenin anlamsızlığına dikkatleri çekmektedir: “Çok Kur’ân-ı Kerim okuyanlar var ki, Kur’ân bunlara lânet eder. Çok oruç tutanlar var ki, onun orucundan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur.”
Haram ile helâlin, güzel ile çirkinin, doğru ile yanlışın merhamet ile terörün bir arada olması mümkün değildir.
Ameliyatlarda uygulanan metot da yine budur. Yani önce ameliyat yapılacak unsur, temizlenir, hijyen hale getirilir. Sonra ise tedavi işlemine geçilir. Aksi halde yapılan ameliyat, verilen emekler ve beklenen sonuç oluşmayacaktır. Hatta daha vahim sonuçlar meydana gelecektir.
Günlük basit işlerimizde bile aynı yolu takip etmekte değil miyiz? Önce vücudumuzun, evimizin, işyerimizin temizliğini gerçekleştirip, sonra tezyinini, süslemesini yapmaktayız.
Temizlik yapmadan, tezyin yapmak pek de akıl kârı olmasa gerektir.
Önce terörü temizlemek, sonra yatırımlar yapmak
Ülkemizdeki terör hadiselerinde de durum aynı değil midir? On yıllardır Güneydoğu terör belâsıyla yanıp tutuşuyor. Bu yanıp tutuşma hali sadece Güneydoğu’ya mahsus da değil. Teröre kurban giden on binlerce şehit sebebiyle toplum, acılar ve sızılar içerisindedir.
Güneydoğu’daki terörü temizlemeden, buraya yapılacak bütün yatırımlar akim kalacak ve atılan bütün adımlar ülke için çok büyük bir maddî kayıplar oluşturmaktadır.
Medresetü’z-Zehra Üniversitesi,
uygulanabilecek bir projedir
Terör, öncelikli olarak kökü kurutulması gereken bir hadisedir. Terörün kökünün kurutulması ise, eğitimle mümkündür. Medresetü’z-Zehra; Bediüzzaman’ın Doğu’da yapılmasını idarecilere teklif ettiği, fen ilimleriyle müsbet ilimlerin birlikte okutulmasını düşündüğü bir üniversite modeliydi. 1900’lü yılların başında gündeme gelen, ‘Medresetü’z-Zehra Projesi’ hayata geçirilseydi, belki bu gün ülke, böyle bir belâ ile karşılaşmış olmayacaktı.
Durum onu gösteriyor ki, hâlen zarardan geriye dönülmekte bir adım atılmış değildir. Basiretli devlet adamları, bölge için temelleri sağlam adımlar atmadığı sürece, yaşananlardan ders alınmış olmayacaktır.
Devletin, bölgede dünyaya gelmiş, bölge insanlarının psikolojilerini çok iyi tahlil etmiş ve bölgede yaşanan problemlerle nasıl baş edilmesi gerektiği konusunda çözüm teklifleri sunmuş olan Bediüzzaman’a, kulak vermesi zamanıdır.
Birisinin hatasıyla başkası mes’ul tutulamaz
Bölgenin yakın geçmişine bakıldığında en acı manzara ise, terörü desteklemeyen masum vatandaşların böyle bir zan altında kalmalarıdır. Güvenliğiyle, sağlığıyla, eğitim hizmetleriyle, işsizliği ortadan kaldıracak istihdam projeleriyle devlet varlığını çok ciddi şekilde hissettirmelidir.
Devlet, güçlü ama şefkatli pozisyonu ile bölgeye öncelikle güven vermelidir. Bölgede yaşanmış olumsuzluklar konusunda zedelenmiş duyguları, zararlı hale gelmiş unsurları, tamir etmesi gerekmektedir. Bu da devletin her türlü imkânıyla bölgede olduğunun, vatandaşın yanında olduğunun ve devletin vatandaşın hizmetinde olduğunun bilinmesiyle sağlanabilecektir.
Türkiye’nin bu şerri def edecek gücü ve kuvveti vardır. Ancak bunu yaparken de, adaletli ve şefkatli bir yaklaşım içerisinde, hain ile masumu ayırt ederek gerçekleştirmelidir. Birisinin hatasıyla başkasını, akrabasını mesul tutmadan bu ayırımı gözetmelidir.
Neticede burada dış kaynaklı bir oyun sergilenmekte olduğu aşikârdır. Aksi halde, asırlardır omuz omuza yaşamış, akraba olmuş din kardeşlerinin birbirlerine böyle bir husumet içerisinde olması düşünülemez. Bu, kardeşi kardeşe kırdıran oyuna, önce bu bölgede yaşayan vatandaşların ‘Dur!’ demesi icap ediyor.
Bediüzzaman Said Nursî, bu kaide-i esasiyeyi kendi hayatında bizzat uygulamış bir âlimdir. Ülkenin savaş durumunda olduğu bir hengâmede, ilim tahsiline ara verip, bizzat talebeleriyle birlikte birlikler oluşturup, Ruslarla cephelerde savaşmıştır. Yani önce düşmanları def, sonra vatan ve millet menfaati için çalışmanın doğru olacağı mesajını vermiştir.
Evet, bu bir esaslı kaidedir: “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir.”
24.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|