Bediüzzaman, Risâle-i Nur talebelerinin mesleğini bir cihette “Sahabe Mesleği”, diğer cihette ise “Haliliye Mesleği” olarak vasıflandırır. Evet, Risâle-i Nur mesleği imana hizmet noktasında “Sahabe Mesleği”dir. İmanda terakkî ve tekâmül cihetinde ise “Haliliye Mesleği”dir. Hz. İbrahim’i (as) Allah’a dost yapan ve “Halilullah” (Nisa, 4:125) unvanını kazandıran sır, “tefekkür” yolu ile Allah’ın birliğine ulaşmış ve tevhidde terakkî etmiş olmasıdır.
Bediüzzaman Hazretleri “Risâle-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle Hazret-i İbrahim’in (as) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmesi” ifadesi ile bu hususa dikkatlerimizi çekmiştir. (Şuâlar, 723)
Yüce Allah, İbrahim’e (as) göklerde ve yerdeki mülk ve melekûta ait delilleri gösteriyordu ki kâmil bir imana sahip olsun. (En’am, 6:74-75) Kur’ân-ı Kerîm, mezkûr âyetlerde İbrahim’in (as) babası Âzer’in putları ilâh edinerek onlardan yardım istemelerini dalâlet olarak gösteriyordu. Yüce Allah da kendisine göklerin ve yerin melekûtunu göstererek akıl ve istidlâl yolu ile “yakînî” bir imanı kalbine yerleştiriyordu. İbrahim (as) “Lâ uhibbu’l-âfilîn” diyerek fani olan, kendisine bile yardım etmekten âciz olan ve bütün yardıma muhtaç olan varlıklardan yüz çevirerek bâkî olan, yaratan, rızık veren, bütün varlıklara yardım eden Allah’a yöneliyordu.
Hz. İbrahim (as) yıldızları, ayı ve güneşi görerek bunlar ile Allah’ın birliğine ve ebediyetine istidlâl yolu ile ulaşmıştı. Fani varlıkların ve sebeplerin hiçbir tesirinin olmadığını idrak ederek Allah’a tam bir iman ile teslim olmuştu. Böylece İbrahim (as) Allah’ın birliğine akıl ve istidlâl yolu ile ulaşmıştı. (En’am, 6:76-79) Daha sonra haşir ve ahirete, öldükten sonra dirilmeye de istidlâl yolu ile hakka’l-yakîn mertebesinde kalbin tatmini ile ulaşmak istemişti. (Bakara, 2:260) Bunun için yüce Allah’a şöyle münacatta bulundu: “Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.” Yüce Allah ona “İnanmıyor musun?” diye cevap verdi. İbrahim (as) ise “Bilâkis inancımı delillerle kuvvetlendirmek ve kalbimi tatmin etmek istiyorum” şeklinde cevap verdi. Yüce Allah da ona “Öyle ise dört kuşu al ve onları kendine alıştır. Sonra onları öldür, parçala ve karıştır. Sonra her bir parçasını bir dağın başına bırak ve isimleri ile kendine çağır. Bak nasıl uçarak sana geleceklerini gör” buyurdu. (Bakara, 2:260)
Bu âyet de, İbrahim’in (as) zamanın şartları ve anlayışına göre tevhid ve haşre istidlâl yolu ile nasıl ulaştığını göstermesi açısından çok mühimdir. Asrımızda Bediüzzaman Hazretlerinin de, İbrahim’in (as) yolundan giderek tevhid ve haşre dair bütün meseleleri akıl ve istidlâl yolu ile ispat ederek ortaya koyduğunu görmekteyiz. Bu bakımdan Risâle-i Nur mesleğinin “Haliliye Mesleği” olduğunu anlıyoruz.
Şefkat noktasında da İbrahim (as), kendisini ateşe atanlara bile şefkat ve merhametini esirgemeyerek, Allah’a yalvarırken bedduâ etmek yerine “Ya Rabbi! Kim bana uyarsa bendendir. Kim de karşı gelirse şüphesiz Sen onların Rabbisin, Gafur ve Rahimsin” (İbrahim, 14:36) diye af ve rahmet dileğini eksik etmiyor ve şefkatini gösteriyordu. Aynı şekilde Bediüzzaman da “şefkat cihetinde masumlar zarar görmemesi için”, dahildeki asayişi ihlâl edecek her türlü hareketten şiddetle kaçınıyor ve bunun sebebini de şöyle açıklıyordu:
“Çünkü tokada müstahak dinsiz münafıklar onda iki ise; onlara müteallik yedi, sekiz masum bîçâre, çoluk çocuk, zayıf, hasta ve ihtiyarlar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o münafık dinsizler daha az zarar görecekler. Onun için siyaset yolu ile idare ve asayişi ihlâl tarzında neticenin husûlü de meşkûk olduğu halde girmek, Risâle-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak ve hakikat şakirtlerini men etmiştir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 186)
Şefkati de yanlış anlamamak gerekir. Şefkat, her şeye hoşgörü ve sessizce yaklaşmak, muhatabının her haline kayıtsız kalmak değildir. Nitekim İbrahim (as) de halka şefkatle muâmele etmekle beraber Nemrud’a taviz vermemiştir. Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de buna “Şefkatle cihazlanmış şehâmet-i imaniye” demektedir. İzahını da şöyle yapmaktadır: “Yani, tezellül etmemek, haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlûmları da zelil etmemek. Yani, hürriyet-i şer’iyenin esasları olan müstebitlere dalkavukluk etmemek ve biçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 40) Risâle-i Nur’un “Haliliye Mesleği”ni takip etmesi, Hz. İbrahim (as) gibi “İzzet-i İslâmiyeyi” koruması ve “İ’lây-ı Kelimetullahı” gaye-i maksat etmesi yönüyledir.
Bediüzzaman, İhlâs Risâlesinde de “Haliliye Mesleğini”, “hıllet” yani samimi dost olmak ve Allah için dostluğu devam ettirmek ve dostluğun gereği olan “en fedakâr arkadaş, en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak” şeklinde izah etmiştir. Bu hıllet olan Haliliye mesleğinin olmazsa olmaz temelinin de samimî ihlâs olduğunu, aksi takdirde bu mesleğin devam etmeyeceğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. (Lem’alar, s. 224)
25.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|