Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Bir hânedânın serencâmı (1)



Bediüzzaman'la akraba olmak...

Elbette güzel bir mensubiyet bu.

Hatta, sadece mensubiyet değil ulvî bir mazhariyet.

Bu karabet, hele bir de arada zahiren herhangi bir nesebî bağ olmadığı hâlde, bizzat Bediüzzaman tarafından ifade edilmişse, normal akrabalıklardan çok daha büyük bir mânâ ifade eder.

Böyle ulvî bir hitaba muhatap olmak, pek çok meziyeti, mahareti, fedakârlığı ve cesareti taşımayı gerektirir. Üstelik bu gibi hasletlerin sadece bazı kişilerde olmaması, ailenin bütün fertleri tarafından nesiller boyu yaşanarak geleceğe taşınması da icab eder.

Üç, beş kişilik çekirdek ailelerde bunu yapmak mümkün olsa da, hanedan hususiyeti taşıyan ve mensupları farklı yerlerde yaşayan büyük ailelerde oldukça zordur ama imkânsız değildir.

Zamanın zaruretleri, hayatın zorlukları ve cemiyete hâkim olan telâkkilerin tazyikiyle aile bağları iyice zayıflamasına rağmen hâlâ husûsiyetlerini koruyan ailelerin olması da bunu göstermektedir.

Emirdağlı Çalışkanlar ailesi de onlardan biridir.

***

"Çalışkanlar hanedânı benim akrabamdır."

Bediüzzaman Said Nursî bu sözlerle ifade etmişti, Çalışkanlar ailesine karşı hissettiği yakınlığı.

Asırlar önce bir Türkmen aşireti ile birlikte Musul taraflarından gelip Emirdağ'a yerleşen 'Gayretli' lâkaplı Mustafa'nın nesli Süleyman Ali ve Hacı Osman'la Derviş Ali'ye intikal etmişti.

Onun, Çalışkan soyadını alması üzerine o lâkapla anılmaya başlayan hanedânının bütün mensupları da herhangi bir yerden telkin almadan ve sebep aramadan ona karşı aynı yakınlığı duymuşlardı.

Nitekim, Derviş Ali'nin vefatının akabinde sürgün olarak Emirdağ'a getirilen Bediüzzaman'ı ilk ziyaret eden ve ondan, "Burada ilk talebem sensin" taltifini alan kişi de Hasan Çalışkan olmuştu.

Ticaret için Denizli'ye gittiği zamanlarda Said Nursî'nin adını çok duyan Mehmed Çalışkan'ın, kardeşi Hasan'dan onun Emirdağ'a getirildiğini haber alınca ikinci gün sabah namazından sonra yaptığı ziyareti Osman'ın ve Abdullah'ın ziyaretleri takip etmişti.

İlk günlerde oteldeki bu hoşamedî ziyaretlerinin yerini daha sonra hizmet gayretleri almıştı. Yaptıkları ilk mühim hizmet de otelde rahatsız olan Üstadın bir eve çıkmasını sağlamak olmuştu.

Kendileri her gün eve uğrayıp onun şahsî hizmetlerini görürken aileleri de yemeğini pişirip çamaşırlarını yıkamaya başlayınca akrabalık halkasına hanedanın hanımları da dahil olmuştu.

Zamanla onlara, henüz altı yaşında olan Mahmud ve Ceylan, Halil, İhsan, Hüseyin, Üstadın Kâmil dediği Kemal, Mehmed Zeki, Sadık gibi ailenin ikinci kuşak nesilleri de katılmışlardı.

Böylece Çalışkan hânedanı, Said Nursî'nin etrafında hâlelenmişti.

Çalışkanlar, onun şahsına duydukları bu yakınlık sayesinde dâvâsını tanıyıp Risâle-i Nurların istinsahına ve intişarına yardım etmeye başlayınca 'muzır maniler' zuhur etmekte gecikmemişti.

Said Nursî'nin, ailenin en büyük ferdi olan Osman Çalışkan'a yazdığı mektupta "Sen sadakatinde haslardan olduğun gibi bana akraba olan Çalışkan hanedanının ehemmiyetli bir rüknüsün. Benim hakikî bir kardeşim hükmündesin. Sen, ticaret mesleğinin ifasıyla herkese dostane muâmele ettiğinden, Nurlar aleyhindeki bir kısım bedbahtlar senin mertliğinden, doğruluğundan, temiz kalbinden ve safvetinden istifade edip Nurların intişarına zarar verdiklerini hem maddî, hem mânevî haber aldım" sözleri ile de ifade ettiği gibi onu iğfal etmeye çalışmışlardı.

Ona dost görünerek kendi taraflarına çektikleri takdirde ailenin diğer fertlerini de Said Nursî'den soğutacaklarını düşünen 'münafıklar' onun bu ikazı sayesinde ihtiyatlı hareket etmesiyle hedeflerine ulaşamamışlardı.

'Dessas ve zındık komitesi' aralarına fitne sokamayınca onları karakola çağırarak tehdit etmişti. Onlar bu tehditlere aldırmayınca, Said Nursî'nin yanına gitmelerine mani olmak için kapısını içeriden ve dışarıdan kilitleyip önüne nöbetçi dikmişler, bunun üzerine Çalışkanlar da evin bitişiğindeki dükkânın duvarında delik açarak oradan gizlice eve girip çıkmışlardı.

Bediüzzaman da samimi bir akraba yakınlığıyla Çalışkan hanedânının acılarına, sevinçlerine ortak olmuş, yemeğini yapıp çamaşırlarını yıkayanlara 'emek parası', hizmetini görenlere 'ayak kirası' verirken, çocukların aralarındaki kavgalara varıncaya kadar her meseleleri ile ilgilenmişti.

O bunları yaparken çocukların babalarının fikirlerini sormuş, onlar da Said Nursî'nin yaptığı tasarrufları gönül rahatlığı içinde kabul etmişler ve hayatları boyunca hizmetlerini ihlâsla, sadakatle, metanetle sürdürmüşlerdi.

Onlar vefat edince hanedânın hasletlerini çocukları yaşayıp yaşattılar.

***

Ceylan, Halil, İhsan...

Çalışkanlar hanedânının ikinci kuşak nesli arasında temayüz etmiş isimlerdi bunlar. Fıtratları değişik, mizaçları farklıydı ama çalışkanlıkları, cesaretleri, zekâları ve sağlam karakterleri sayesinde Said Nursî'nin dikkatini çekmeyi başardılar.

Masum olmalarını nazara alarak bütün çocukları sevmekle birlikte, akraba saydığı hanedân mensuplarına hususî bir itina gösteren Bediüzzaman, onların içinden bu üçünü seçti ve fıtratlarına göre aralarında vazife taksimi yaptı.

Bunu da diğerlerinden ayırdığı İhsan'a söyledi.

"Kardeşim İhsan, seni dünyaya bırakıyorum. Eğer seni dünyaya vermeseydim Halil'i ve Ceylan'ı alamazdım, o zaman da onlar Nur hizmetini yapamazlardı. Bunun için sen Halil'in ve Ceylan'ın mânevî kazançlarına ortak oluyorsun."

Bediüzzaman Said Nursî'nin bu hitabına muhatap olan İhsan Çalışkan, 1933 yılında Emirdağ'da dünyaya geldi. Babası Osman Efendinin ve annesi Sultan Hanımın itinası sayesinde iyi bir aile terbiyesi gördü.

Okulda öğretilen bilgilerin dışında hususî bir eğitim almadı ama boş zamanlarında babasının dükkânına gidip yardım ettiğinden küçük yaşlardan itibaren ticarî hayata âşinâ oldu.

Said Nursî Emirdağ'a getirildiğinde on, on bir yaşlarındaydı. Zaman zaman babası veya amcaları ile birlikte ziyaretine giderek onu ilk tanıyan ve hizmet eden çocuklardan biri oldu.

Bediüzzaman, hanedanın diğer çocukları ile birlikte İhsan'la da yakından ilgilendi. İhsan, onun teşvikinin de tesiriyle çarşıda gıda maddeleri alıp satmaya başladı. Dükkânı yeni açtığı günlerde Üstadın gelip 'Bu para ticaretine benim teberrükümdür' diyerek on lira vermesi ona büyük bir mânevî sermaye oldu.

İşlerinin iyi gittiğini görünce İhsan'ı, kardeşi Abdullah'ın kızı ile evlendirmek isteyen babası, her meselede olduğu gibi bu hususta da önce aile büyüğü addettiği Said Nursî'ye danıştı.

Gelin adayının, hanedan mensuplarından yemeklerini pişirip çamaşırlarını yıkayan Şükran olduğunu öğrenince izdivacı makul karşılayan Bediüzzaman, Osman Efendiye çorba, pilav hazırlamalarını söyledi. İhsan'a da "Şükran benim kerimemdir, sen de benim damadımsın" diyerek lâtife etti.

Aynı zamanda duâ mânâsı da taşıyan bu maddî, mânevî destekler sayesinde mutlu bir yuva kuran ve ticaret hayatında da bir hayli başarılı olan İhsan, ailenin geçimine katkıda bulunarak babasının ve ağabeyinin Nur hizmetine daha çok zaman ayırmalarını sağladı.

Bu sayede, Said Nursî ve bazı talebeleri ile birlikte babasının, ağabeyinin de aralarında bulunduğu hanedandan altı kişi, Afyon Hapishanesine hapsedilince oraya giderek ihtiyaçlarını karşılayıp hizmetlerini görme fırsatı buldu.

Ellili yıllarda Isparta'da kalmaya başlayan Said Nursî sık sık Emirdağ'a gelip gittiği için onun mânevî himayesinde devam eden ailenin işleyişi, onun ahirete irtihalinden sonra da pek aksamadı.

Ne var ki, İhsan daha Üstadının yokluğuna alışamamışken, 1965 yılında önce babası, ondan bir hafta sonra da Bediüzzaman'ın 'Dünyaya bırakmam' dediği ağabeyi Halil daha otuz beş yaşında iken Eskişehir'de vefat edince maddî ve mânevî yönden sıkıntılı yıllar başladı.

Bu kaderî tecelliler onun hayatının akışını etkiledi ise de Çalışkanlar hanedânının meziyetlerini ve hassasiyetlerini gelecek nesillere ulaştırmaya azmettiği için Said Nursî ile aralarındaki akrabalık bağlarına ve Nurlara olan sadakatine pek tesir etmedi.

Onun için çeşitli hizmet grupları tarafından Bediüzzaman'ın adına icra edilen içtimaî faaliyetlere katılıp anlatılanları dikkatle dinlemeyi ve başarıları takdir ederken hatalı gördüğü hususları kavl-i leyyinle hatırlatmayı taşıdığı mensubiyetin vecibesi addetti.

Said Nursî'ye karşı hissettiği akrabalık bağları o kadar canlı idi ki, kürsülerde konuşmacıların, ondan 'Bediüzzaman' diye söz ederken konuşma heyecanıyla adını söylememelerini bir eksiklik telâkkî ederdi.

Üstadının her yerde adıyla sanıyla anılmasını ve zihinlere öyle nakşolmasını sağlamak için programı sükûnetle takip ettikten sonra konuşmacının yanına gider ve önce tebrik ederdi.

Ardından da "Kardeşim, Üstadımızın adı Said Nursî'dir. Ondan bahsederken sıfatının yanı sıra adını da söylerseniz daha iyi olur" derdi, ses tonu ile de olsa muhatabını kırmamaya gayret ederek.

Ruhu, hissi, aklı, şuuru ve bütün hasseleriyle Risâle-i Nur'a öylesine müştaktı ki, her akşam bir başka yere Nur dersine gider, gözlerden uzak bir köşeye oturup okunan bahisleri sonuna kadar dinler, ders bitince de geldiği gibi yine sessizce kalkar giderdi.

Bu arada kendini tanıyanlar ve Said Nursî ile olan yakınlığını bilenler onunla ilgili birkaç hatırasını anlatmasını istedikleri zaman 'Hatıra da, hakikat da orada' dercesine Risâle-i Nur Külliyatını işaret ederdi.

Bunları yaparken yüzünden tebessümü, cebinden şekeri hiç eksik etmezdi. Ne zaman nereye gitse yanında onları da götürür ve tebessümü nazarı yüzüne değen herkese takdim ederken şekerleri hususan çocuklara verirdi.

Babası, dedesi, abisi veya bir başka yakını ile derse gelip onunla karşılaşarak şekerini bir sefer tadan çocuklar artık o derslerin müdavimi olurlar ve her dersin sonunda hemen yanına giderek etrafında halkalanırlardı.

Zira ders bitince sıra 'ders baklavalarını' almaya gelirdi.

***

Tarih 12 Ocak 2003, vakit yatsı sonrasıydı.

İhsan Çalışkan yine bir Nur dersindeydi. Birinci ders bitmiş, çaylar dağıtılmaya başlanmıştı. Çocuklar, onun şekerleri ikinci dersin sonunda verdiğini bildikleri hâlde, her zaman yaptıkları gibi şekerleşen tebessümünün cazibesine kapılarak etrafını sarıverdiler.

Fakat o her zamankinden farklı bir şey yaptı. Sağ elindeki kırmızı kaplı kitabı sol eline aldı ve cebinden çıkardığı kırmızı jelatine sarılı şekerleri, dersten sonra yemelerini işaret ederek kimseye fark ettirmeden onların ceplerine koydu.

Şekerlerini alan çocuklar sevinçle yerlerine giderken o bir süredir kalbinde hissettiği şiddetli çarpıntının tesirinin, nuranî simasındaki tebessüm hatlarını karıştırması üzerine başını hafifçe önüne doğru eğdi.

O sırada ikinci ders başladığı için birkaç yudum aldığı çayını yan tarafına koydu, duvara yaslanıp vücudunun ağırlığını, sağ kolunu dayadığı hasır yastığa vererek sessizleşti.

Umumiyetle o şekilde ders dinlediği için 'Kardeşim' dediği arkadaşları onun ders esnasında kalp krizi geçirerek hayata veda ettiğini ancak ders bittikten sonra anladılar.

Ölümüne ağladılar, ama ölüşüne hayran kaldılar.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

"Şehîd-i Kerbelâ'sın yâ Hüseyn"



İşte yeni bir Muharrem ayındayız.

Hafta sonunda, Cumartesi günü "aşura" ile "aşure"nin harmanlanmasına şâhit olacağız milletçe.

Kerbela acısının sızısını yüreğinde duyan Müslümanların tümü, farklı uygulamalarla da olsa yakınacak, göz yaşı dökecek bu günlerde. Kerbelâ şehitlerinin kanlarını dökenlere lânetler okuyacak.

Hz. Nuh'un gemisinde kalan son erzâkın karışımıyla pişirilen aş olan "aşure" de kapı kapı dolaşacak aynı günlerde. Tatlı olan "aşure"yi kimileri, Kerbelâ acısına hürmeten şekersiz yapacak.

Ben ise birkaç gün önceden başladım Hz. Hüseyin'e ağıtları, Kerbelâ destanlarını, ilâhî-lerini, nefeslerini dinlemeye.

Daha önce de bahsettiğim, Mercan Dede'nin "Su" isimli CD'sinde, sahasının en iyilerinden Sabahat Akkiraz'ın okuduğu "Ab-ı Çeşm"i dinliyorum sıklıkla. Kerkük yöremizin bu anonim parçasının/ilâhisinin, Mercan Dede ve Sabahat Akkiraz elinde yeniden şekillenmiş hâli, insanı Kerbelâ çölüne, acının tam da orta yerine götürüp bırakıyor!

Gözyaşı dökmeden, çenen titremeden, yüreğin yanmadan dönüş yok!

Bu modern çalışmanın arkasından; varlığının değeri lâyıkıyla bilinmeyen ve bilgisinden, birikiminden yeterince faydalanılamayan, sevgili dostum Taşkın Savaş'ın "İstanbul Bektaşileri" isimli CD'sini dinliyorum. Özellikle de Kâhyâzâde Arif Bey'in güftesine Hacı Arif Bey'in yaptığı besteyle yüreklerimize işleyen hüzzam makamındaki "Kurretü'l-ayn" ilâhisini.

"Kurretü'l-ayn'ı Habîb-i Kibriyâsın yâ Hüseyn

Nûr-i Çeşm-i Şâh-ı Merdân Mürtezâsın yâ Hüseyn

Hem ciğerpâre-i Zehrâ Fâtıma Hayrünnisâ

Ehl-i Beyt-i Müctebâ Ali Abasın yâ Hüseyn

Sana gülle dokunan ümmid eder mi mağfiret?

Gonca-i Gülşen Saray-ı Mustafâ'sın yâ Hüseyn

Ehl-i mahşer dest-i Hayber'den içerken Kevseri

Sen susuzluklar şehîd-i Kerbelâ'sın yâ Hüseyn

Kıl şefâât ârif'e ceddin Muhammed aşkına

Arza-i mahşerde makbulerrecâsın yâ Hüseyn"

Bu yürek burkan ilâhileri dinlerken bir taraftan da konuya uygun, gündeme uygun kitaplar karıştırıyordum ki.

Fuzuli'nin "Hadikatü's süeda / Saadete Ermişlerin Bahçesi" isimli eserinin sonlarında bir yerde "zınk" diye kalakaldım.

Hz. Hüseyin'in kesilmiş başının bir tabak içinde Yezid'in önüne getirildiği meclisin anlatıldığı bölümden bir parçaydı bu. "Hadikatü's süeda"dan okuyalım:

"Rebi'ül-ahbar adındaki kitapta yazar: Abdülvehhab adında bir Hıristiyan, elçilik vazifesiyle Rûm diyarından gelip o mecliste hazırdı. Hazret-i İmam'ın yüzünü görünce ah çekip şunları söyledi;

-Ben Hazret-i Resulün hayatında, ticaret maksadiyle Medine'ye gitmiştim. İstedim ki Peygambere bir hediye götüreyim. Sahabeye:

-Hazret-i Resul neleri severler? diye sordum.

Mübarek tabiatlerinin güzel kokulardan hoşlandığını söylemeleri üzerine bîr mikdar misk ile bir parça anber alıp o Hazrete götürdüm.

Peygamber o sırada Ümmü Seleme'nin evinde bulunuyordu. Hediyeleri kendisine verdim.

- Adın, nedir? diye sordu.

- Abdülvehhab'dır, dedim.

- Eğer İslâm dinini kabul edersen ben de senin hediyelerini kabul ederim., buyurdular.

Mübarek yüzüne bakarak anladım ki Hazreti İsâ'nın geleceğini haber verdiği Peygamber odur. İltifatları eseri olarak derhal Müslüman oldum. Bir müddetten beri imanımı gizleyip kendi işlerimle meşgul idim. O gün, Hazret-i Resulün yanında iken, mübarek başı huzuruna getirilmiş bulunan bu aziz, henüz çocuktu. Odaya girince Hazret-i Resul, onu bağrına bastı ve yüzünü yüzüne sürerek şöyle buyurdu:

- Allah'ın rahmetinden nasib almasın o bahtsız ki senin öldürülmene razı olacaktır.

Bir başka gün de, yine Hazret-i Resul ile birlikte mecliste bulunuyordum. Bu aziz, büyük kardeşiyle birlikte içeri girip:

- Dede!, dediler. Hangimizin daha kuvvetli olduğumuz bahsinde aramızda anlaşamıyoruz. Karar verdik ki huzurunuzda güreşe tutuşalım. Kimin kuvveti ötekinden fazla ise belli olsun!

- Ey gözüm nurları... dedi, güreşmeniz doğru değil. Her biriniz, birer şey yazın. Hanginizin yazısı daha fazla beğenilirse, o ötekine galip sayılsın!

Şehzadeler, bu teklifi kabul ettiler ve ikisi de birer satır yazı yazıp Hazreti Resulûllah'a arz ettiler. Peygamber, hiçbirinin hatırını kırmamak için:

- Ey ciğer köşelerim! dedi. Yazılarınızı babanız Ali Murtaza'ya gösterin. Kararını o versin!

Şehzadeler yazılarını gösterdikte babaları;

- Annenize gösterin! dedi.

Şehzadeler Hz. Fâtıma-i Zehra'ya arzettiklerinde O da:

- Çocuklarım! Ben iyi yazı ilmini bilmem. Fakat birkaç tane incim var. Onları yere atayım. Hanginiz fazla toplarsa o galip sayılsın, dedi.

Hazret-i Fatıma-i Zehra o incileri atıp şehzadeler toplamaya koyulduklarında - Hazret-i Peygamberden işitmiştim- Allah Cebrail'e emir eder ki;

- Ey Cebrail! Yeryüzüne inip bu incileri iki çocuk arasında müsavî surette taksim et! Öyle ki bunları paylaştırırken aralarında fark olup hiçbirinin hatırı kırılmasın!

Düşünün ey dostlar!

Hazret-i Allah, Hazret-i Mustafa, Hazret-i Murtaza ve Hazret-i Fâtıma-i Zehra'nın onlara en küçük bir elem erişmesini istemezken ne bedbahtlardır o kimseler ki bunlara bunca zulmü reva göreler ve birini zehir ile öldürüp, birine kılıcı musallat edeler."

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hangi birisini düzeltelim? (2)



Prof. Nur Vergin, dindarlara çok büyük baskılar yapıldığını söylüyor. Ertuğrul Özkök, "ibadetlerinden kimse sıkıntıya düşürülmedi" iddiasında. (Tabiî, kendi çevrelerindeki oruç, kurban gibi meselelerden kimse sıkıntı çekmedi) Taha Akyol; Özkök ve zihniyetinin Prof. Vergin'i linç etmeye kalktığını yazdı, ama "Elbette Türkiye'de ibadetlere kimse karışmıyor; tam bir özgürlük vardır" diyor.

Laiklik adına dindar insanlara yapılan işkenceleri ve hâlen çektirilen sıkıntıları ciltlere yazmakla tüketemeyiz. Şu tabloya bakar mısınız:

Laik-seküler anlayışı, hayatın her kademesinde uygulamak isteyen CHP; 1947 kongresinde, "Laiklik, yalnız din ile siyaset arasında bir alâka kurulmaması değil, sosyal hayatın her yönü ile din arasında bir münâsebet kurulmamasıdır"1 der.

Aslında laiklik, bir idâre şekli ve bir rejim değildir. Ama, Türkiye'de bir rejim gibi algılandı. Dahası, Osmanlı aydınlarının, laiklik olarak ifâde edilen düşünceye buldukları ilk karşılık, "asrîlik"tir.2 Bu kavram, Anglo-sakson geleneğindeki "sekülarizmi" (dindışılığı, dinsizliği) karşılamaktadır. Asrîleşmek ilericilik, din ise gericilik demektir! Öyle ise, modernleşmek, yâni asrîleşmek için dini ortadan kaldırmak gerekir! Üstelik liberal değil, "jakoben" Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, "Biz Avrupa'daki mânâda bir laiklik kabul etmiyoruz, devlet kontrolü olacaktır ve olmasında da fayda ve zarûret vardır"3 şeklindeki sözleriyle CHP zihniyetinin laiklik anlayışını ortaya koyuyordu.

1926'da kabul edilen Cezâ Kanunu'nun, meşhur 163. maddesi, dinî faaliyetlerle ilgili cezaları öngörüyordu. 15 Nisan 1928'de, Anayasanın 2. maddesi olan "Bu devletin dini, din-i İslâmdır" ibâresi kaldırılır. 26. maddede yer alan, "Meclis, dinî hükümleri yerine getirir" hükmü de çıkarılır. Laiklik maddesi, Anayasa'ya 1937 yılında, bir politika gereği sokulmasına rağmen, o zamana kadar ilke ve inkılâplar tamamlanmış, din dersleri tamamen kaldırılmış, din adına ne varsa yasaklanmıştı.

Oysa siyasî literatürde, demokrasinin temel esaslarına aykırı olmamak şartıyla laiklik, devletin her türlü inanç, düşünce karşısında tarafsız kalmasıydı. Bediüzzaman, "Laik cumhuriyeti dini dünyadan ayırmak demek olduğunu biliyoruz. Yoksa, hiçbir hatıra gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu, gayet ahmak bir dinsiz kabul eder"4, "Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim"5, "Hem, bu mübarek vatanda bu fıtraten dindar millete hükmedenler, elbette dindarlığa taraftar olması ve teşvik etmesi, vazife-i hakimiyet cihetiyle lâzımdır. Hem madem, laik cumhuriyet, prensibiyle bîtarafane kalır ve o prensibiyle dinsizlere ilişmez; elbette dindarlara dahi bahaneler ile ilişmemek gerektir"6 diyerek o mefhum kargaşasında, laikliğin gerçek târifini vermişti.

Laikliği dinsizlik olarak algılayan ve öylece uygulamaya çalışan zihniyet, 28 Şubat süreciyle hâlâ aynı bağnazlığı devam ettirmektedir.

Dipnotlar:

1- Doç. Dr. Mümtaz'er Türköne, Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi, s. 3.;

2- A.g.e.;

3- Sebilürreşad, Mecliste Anayasa Müsakereleri, c. 13, sayı: 320, Nisan 1961, s. 317.;

4- Tarihçe-i Hayat, s. 204;

5- Şualar, s. 318;

6- Tarihçe-i Hayat, s. 195.

13.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nasıl bakarsan öyle görürsün



Başlıktaki güzel söz, Hz. Ali'ye (ra) ait. Neşeli bir insanın çevresindeki herşeyi sevinçli, bayram havası içinde; üzüntülü bir insanın da her şeyi yaslı görmesi bakış açılarından kaynaklanmaktadır.

Ve yine yarım bardak su iki kişiye gösterildiğinde birinin, "Yarısına kadar boş" demesi kötümserliğini; "Yarısına kadar dolu" diyenin de iyimserliğini gösterdiği gibi.

Bu bakış açısı gerçeklere sırt çevirmeyi, hayalperest olmayı gerektirmiyor. Güzel huylu olma, güzel görüp güzel düşünmenin bir sonucu. Bediüzzaman'ın dediği gibi, "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır."

Mü'mince bir bakış açısıdır bu. Çünkü iman, hayata ve olaylara, her şeyi sevimli, güzel, cana yakın gösteren şeffaf, berrak, aydınlık bir gözlükle baktırır. İnançsızlık ise herşeyi korkunç, sevimsiz, çirkin gösteren kapkara bir gözlük takar insanın gözüne.

Bu bakış açısıyla iyi insanın elinde her şey iyi, faydalı ve sevimli olur. Tıpkı katilin elinde adam öldüren bıçağın uzman bir cerrahın elinde ameliyat yapıp adam kurtardığı gibi.

Berat TV, hergün saat 13.00'te Fikir Bahçesi'nde dinleyicilerine sunduğu basından seçmelerde birkaç gün önce köşemizde yazdığımız Bizim Radyo'yla ilgili değerlendirmemizi de takdim etmiş. Genele hitap etmeye çalışan TV, dinî musikî ağırlıklı bir televizyon. Sık sık bizim köşe yazılarımızı da okuduklarını belirttiler. Büyük tahribatlara da vesile olabilen görüntülü yayının iyiye, faydalıya kullanılabildiğinin de güzel örneklerinden birisi. İnançsızlık ve ahlâksızlık furyasının bir kalmayıp binlerce olabildiği günümüzde müsbet, faydalı çalışmalar yapma gerektiğini bir kere daha anlıyoruz.

Televizyonlar insanların kendiyle barışık olmasına, güzel görüp güzel düşünmeye, mutluluklara niçin vasıta olmasın? İnsanlar niye ruh, akıl ve gönül dünyalarına hitap eden, huzura garkeden çalışmalarla yüzyüze gelmesin?

Evet, çeşitli programlarla insanların ruhları dinlensin, akıl ve kalpleri doysun. Zerre kadar dahi iyiliğin karşılıksız kalmadığına, insanların en iyisinin insanlara en çok faydası dokunan olduğuna inanan insanlar olarak niye yaptıklarımızla "Allah razı olsun" dedirtmeyelim?

Berat TV Genel Yayın Müdürü Abdurrahman Pala'nın dâveti üzerine 11 Ocak Cuma akşamı saat 18.00'de 'Zulmetten Nura' programının konuğu olduk. Sohbetimizde insanın dünyadaki misyonu, sonsuz bir hayatın yolcusu olduğu üzerinde durduk. Hoşlarına gitmiş olacak ki Berat TV'de 15 dakikalık sohbetler sunma teklifinde bulundular. Biz de kabul ettik. Bakalım hayırlısı. Faydalı olabilirsek ne mutlu bize.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Batı dünyasında aileyi koruma mitingleri.



7 Ocak 2008 tarihli Yeni Asya'da ilk sayfadan verilen haber ilgimi çekiyor.

Hıristiyanların aile konusunda İspanya Madrit'te düzenledikleri mitingle ilgili bir haber bu. İktidardaki hükûmet, aileyi etkileyecek bir dizi kanun tasarısını gündeme getirince din adamları ve halk sokaklara dökülüyor. Papa da video konferansla bu mitingi desteklediğini belirten mesajlarla katılıyor yürüyüşe. Hıristiyan ailelerin, çocuklarının dinî eğitimine önem vermesi gerektiğini ve bu çabanın her şeyin üstünde olduğunu belirtiyor mesajında.

Eşcinsel evliliklerin serbest bırakılması, boşanmanın kolaylaştırılması, okullarda dinî eğitimle ilgili yapılan yeni düzenlemeler, kürtaj yasası. Bunlar İspanya'daki Katolikleri çileden çıkaran yeni düzenlemeler.

Habere göre tasarıdaki bu düzenlemelerin "laiklik" çerçevesinde yapıldığını söyleyen hükümet yetkililerine meydanlarda verilen cevap, yapılmak istenenlerin bir "felâket" olduğu yönünde.

Fransız modeli olmaz!

Haberi okuyunca geçtiğimiz Mayıs ayında Roma'da düzenlenen benzer bir mitingi hatırlıyorum. İtalyan Hükümeti medenî kanunda değişiklik yapmak isteyince, dindar Hıristiyanların sokaklara dökülmesine sebep olmuştu.

Zira hükümet yetkilileri "Fransa'da nasıl evlenmeden birlikte yaşayan çiftlerin ve onların çocuklarının yasal haklarını (vergi indirimi, sosyal haklar gibi) düzenlemeye yönelik uygulama kabul edildiyse, bizde de evlilik dışı beraberliklerin yasal güvencesi olmalı" demişti.

Bu Katolik Kilisesi ve sağ partilerin büyük tepkisini çekmiş, aile kurumunun zayıflayacağı, eşcinsellerin evliliğinin teşvik edileceği gerekçesi ile yaklaşık 1.5 milyon İtalyan Roma'da "Aile Günü" mitingi düzenlemişti.

Fransız modeli laikliğin İspanya ve İtalya'da kabul görmezken, ülkemizde baş tâcı edilmesi ilginç değil mi?

Görünen o ki, menfaatten ve hayvânî arzularından başka hiçbir değeri tanımayan materyalist anlayış, bulaşıcı bir hastalık gibi bütün insanlığı tehdit etmekte, toplum hayatını hızla çürütüp bozmakta. Aynen bizim gibi, dindar Hıristiyanlar da bu durumdan tedirgin vaziyetteler.

Eğlenceli kilise

Yıllar önce dinlediğim panelde bir rahibin "Batı insanı artık Pazar günlerini kilise yerine eğlence ve alış veriş merkezlerinde geçirmekte. Aynı Allah'a inananların bu konuda iş birliği yapması gerekmez mi?" dediğini hatırlıyorum.

Kilisenin genç nesli çekebilmek için en son uyguladığı yöntemlerden birini görmek de yine Avustralya'da kısmet oluyor. Melbourne şehir merkezinde devasa boyutlarda hazırlanmış bir grup neşeli gencin resminin yer aldığı "Eğlenceli Kilise!" afişleri!

Kiliseler cemaatlerini çekebilmek için artık reklâm yolunu da tercih ediyorlar demek ki!

Bireyselleşmenin ilginç bir örneği

Avustralya'da yaz okuma programının gerçekleştirileceği piknik alanının kiralanması ile ilgili bir anekdotu anlatıyor arkadaşlar gülerek. Sözleşmeyi yaparken buranın işleyişine dair bir sual soruyorlar kadına. Kadın "Burası kayınpederim, eşim ve bana ait bir işletme!" cevabını veriyor. Arkadaşlar "Biz olsak 'Ailecek burayı çalıştırıyoruz' deriz. Ama onlar ben, eşim ve kayınpederim demeyi tercih ediyorlar" diyerek tabloyu yorumluyorlar. Ailede "Biz" değil, "Ben" anlayışına dair ilginç bir örnek. Sizce de öyle değil mi?

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Nurlara muhatap olmak



Bediüzzaman'ın mesleğini, meşrebini hüve hüvesine anlamak ve olduğu gibi hayata geçirmek imkânsız olmasa dahi, oldukça zor ve müşkül bir meseledir. Onun fikir ve düşüncelerinin derinliğine ve ihatasına vâkıf olup, o hakikatları kendi akıl terazimizde tartarak anlamak, imkânsız olmamakla beraber, bizim gibi aklı sınırlı, zihni müşevveş insanlar için hiç de kolay değil elbette. O fikir ve düşünce insanının eşsiz eseri olan Nur Külliyatı'nda, bütün insanlığın istifadesine sunulan hak ve hakikatları, prensip ve düsturları bihakkın anlayıp, kendi te'vil ve yorumlarımızla doğru bir şekilde hayata geçirmek imkân dahilinde olsa dahi, epeyce bir kafa yorgunluğunu gerektirir herhalde.

Söylemek istediğimiz, Nur Risâlelerini anlayabilmekteki zorluklar veya o eserleri her insanın anlayamayacağı ya da öyle herkesin risâlelere muhatap olup faydalanamayacağı değil elbette. Tam tersine en âmî, en yabânî insanlar da Risâle-i Nurları okuyup faydalanabilme imkânına sahiptir. Nurlardaki hak ve hakikatlardan faydalanmak, onlardan istifade ederek saklı olan feyiz ve faziletlere nâil olabilmenin yolu her insana açıktır. Her insan, kabiliyetine göre, sarf edeceği mesaî ve zahmetin miktarına ve derecesine göre ondan istifade edebilir. O nurlardan istifade etmekte en etkili, en kestirme yol ve metod, tam bir teslim ve kanaat, kalbî bir yöneliş ve itimattır. İhlâslı bir yöneliş, sebat ve sadakatli bir duruş da risâlelerden azamî istifadeyi netice verir. Dikkatli tefekkürî bir okuma veya dinleme, karşılıklı fikir teâtileri şeklinde yapılan müzakereli dersler de, risâlelerdeki derûnî meseleleri anlayabilmemiz için önemli yol ve çarelerdir. Dikkatsiz, dağınık ve yorgun bir kafa ile, müşevveş ve bulanık bir zihinle nurlara muhatap olmak, onları okumak veya dinlemek bütün bütün feyizlerden mahrum olmamakla beraber, istenilen doğru anlamayı, arzu edilen istifadeyi vermeyebilir.

O halde ne ile, niçin meşgul olduğumuzu; bunun sonucunda ne gibi nimetlere, ne gibi ikramlara mazhar olacağımızı düşünüp öylece davranmakta fayda var. Kâinatta en büyük dâvâ olan iman ilmini tahsil ettiğimizi, iman ilmi olmadan dünya ve ahiret hayatımızın harabiyete ve hasarete dûçar olacağını düşünelim. Öylece Risâlelere dört el ile sarılmanın akıllı bir iş olacağını akıldan çıkarmamak lâzım.

Bu meyanda akıldan çıkarmamız gerekli, çok önemli bir husus da, Bediüzzaman'ın fikir ve düşüncelerini, tavsiye ve telkinlerini olduğu gibi anladıktan sonra, doğruca yaşamak ve öylece de neşredebilmek hususudur. Bu noktada bu işin ihmâle veya basite alınacak bir tarafı olmamalı. Müellif-i muhteremin söylediklerini, yazdıklarını ciddiye almalı, doğru bir şekilde öğrenip, doğru bir şekilde yaşamak ve neşretmek hususunda azamî bir dikkat, azamî bir gayretin içinde olmalı her bir müntesip. Perde olmamalı, mani olmamalı, nakise getirmemeli o hak ve hakikatlara. Muhtemel istifhamlara, ihtimâl dahilindeki şek ve şüphelere kapılar aralanmamalı, sûistimallere sebep olacak söz, hâl ve davranışlardan kaçınmalı her bir şakirt.

Nurlardaki prensip ve düsturları anlayıp, neşretmede kendisine ait olan mizacından kaynaklanan zaaflarından, tutkularından, vartalarından arınmış yaklaşım ve duruş sergilemenin gayretinde olmalı her bir müntesip.

Risâlelerdeki hakikatlarla örtüşmeyen, oradaki prensiplerle uyuşmayan huylarını, meşreplerini çoğu zaman bir kenara koyabilme kemâlâtını gösterebilmeli her bir hadim. Cihanı ve bütün insanlığı alâkadar eden bu kudsî hizmete, bu güzide cemaate zarar verecek, onlara nakise getirecek söz, hâl ve hareketlerden şiddetle kaçınmalı her bir hizmet erbabı.

Şu söylemeye çalıştığımız hususların gerçekleşmesi de, iyi bir risâle kültürü ile beraber amel ile olur, nefsimizde yaşamakla olur, başkalarını numûne-i imtisâl almakla olur. Vazifemizin kudsiyeti, dâvâmızın yüceliği, mes'ûliyetimizin ağırlığı, omuzumuzdaki emanetin ulviyeti; azamî bir ciddiyeti, azamî bir gayreti, azamî bir himmeti gerektiriyor. Ucunda saadet-i ebediye bulunan bir meşgale, bir hizmet, elbette azamî gayretleri, azamî himmetleri, azamî zahmetleri ve meşakkatleri gerektirir.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



Abdullah Bey:

*"Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın güneşe, aya, zeytine ve değişik şeylere yemin ettiğini görmekteyiz. Allah başlıca hangi şeyler üzerine yemin etmektedir ve bunun hikmetleri nelerdir?"

İnsanoğlu tarih boyunca konuşmalarına ve sözlerine kuvvet vermek, muhatabını ikna etmek, sözlerinin doğruluğuna güvenilmesini istemek ve bunu sağlamak için yemini kullanmıştır. Yani yeminli ifadeler kullanmak insanoğlunun yabancısı olduğu bir üslûp değildir.

Kur'ân, âlemlerin Rabb'i sıfatıyla Allah'tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur'ân-ı Hakîm'in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de, bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, âyetlerini yeminle bazen teyit etmiş ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak değerine ve kıymetine işaret etmiş ve dikkatleri bu varlıklara çekmiştir.

Cenâb-ı Hak bizzat Kendi ismi üzerine yemin ettiği gibi1; peygamberlerine2, peygamberlerin yaşadığı veya vahyin geldiği beldelere3, meleklere4, Kur'ân'a5, kıyamet gününe6, kâinatta var olan önemli varlıklar üzerine, meselâ kaleme7, gökyüzüne8, güneşe9, aya10, geceye11, sabaha12, kuşluk vaktine13, ikindi vaktine14, yıldıza15, havaya16 ve bitkilere17 yemin etmiştir.

Bu yemin ifadeleriyle insanların âyetlere olan iman ve güvenlerini temin etmek, âyetleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekküre teşvik etmek, önemli nimetleri hatırlatmak; Kur'ân'ın, Kur'ân'ın verdiği haberlerin, kıyamet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, sorgunun, Cennetin ve Cehennemin hak olduğu konusunda insanları iknâ etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetleri ilk plânda tesbit etmek mümkündür.

***

İzmir/Bornova'dan okuyucumuz:

*"Kur'ân'da Allah'ın peygamberleriyle bire bir konuştuğu ile ilgili âyet var mıdır? Varsa nelerdir?"

Cenâb-ı Hak, Mütekellimdir. Yani konuşandır, kelâm, söz ve beyan Sahibidir. Peygamber görevlendirmek ve vahiy göndermek sûretiyle kelâmıyla ve konuşmasıyla insanlara istikamet veren Cenâb-ı Hak'tır.

Cenâb-ı Hak, şu âyetlerde Kendi Zat'ının kelâm ve söz Sahibi olduğunu beyan buyurmuştur:

* "Size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir kısmı Allah'ın sözünü işitiyor, ona akılları yattıktan sonra bile bile onu tahrif ediyorlardı."18

* "Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler."19

* "Puta tapanlardan birisi sana gelirse, onu kabul et. Tâ ki, Allah'ın kelâmını dinlesin."20

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Musa'nın (as) Tur dağında vahye mazhar kılınışını ve Allah'ın kelâmına muhatap oluşunu şöyle beyan buyurur:

* "Musa tayin ettiğimiz vakitte gelince, Rabb'i onunla konuştu."21

* "Ey Musa! Seni gönderdiklerimle ve konuşmamla insanlar arasından seçtim."22

* "Bir kısım peygamberleri sana daha önce anlattık. Bir kısmını ise sana anlatmadık. Allah, Musa ile gerçekten konuştu."23

Cenâb-ı Hak, peygamberlerin bir kısmı ile konuştuğunu şu âyette de beyan eder:

* "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan bir kısmı ile Allah konuştu ve derecelerini yükseltti."24

Şu âyet de Cenâb-ı Hakk'ın konuşmasının keyfiyeti hakkında bilgi vermektedir:

* "Allah bir insanla ancak vahiy sûretiyle veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir; izniyle dilediğini vahy eder."25

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi, 15/92; 2- Yâsîn Sûresi, 36/1; 3- Tûr Sûresi, 52/1-3; Beled Sûresi, 90/1; 4- Sâffât Sûresi, 37/1; Nâziât Sûresi, 79/1-2; 5- Vâkıa Sûresi, 56/77;Tûr Sûresi, 52/2; 6- Kıyâmet Sûresi, 75/1; 7- Kalem Sûresi, 68/1; 8- Burûc Sûresi, 85/1; Târık Sûresi, 86/1; 9- Şems Sûresi, 91/1; 10- Şems Sûresi, 91/2; 11- Leyl Sûresi, 92/1; 12- Fecr Sûresi, 89/1; 13- Duhâ Sûresi, 93/1; 14- Asr Sûresi, 103/1; 15- Necm Sûresi, 53/1; 16- Zâriyât Sûresi, 51/1; 17- Tîn Sûresi, 95/1; 18- Bakara Sûresi, 2/75; 19- Fetih Sûresi, 48/15; 20- Tevbe Sûresi, 9/6; 21- A'râf Sûresi, 7/143; 22- A'râf Sûresi, 7/144; 23- Nisâ Sûresi, 4/164; 24- Bakara Sûresi, 2/253; 25- Şûrâ Sûresi, 42/51.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Avustralya ve ahiret



Toplumda, daha ziyade televizyondaki Ekmek Teknesi dizisinin Nusret Babası olarak tanınan tiyatro oyuncusu Savaş Dinçel'in geçen ay vefat ettiğini duymuş olmalısınız.

Vefatından hemen sonra Dinçel için düzenlenen bir veda toplantısında, yakın arkadaşlarından tiyatrocu Müjdat Gezen şöyle demiş:

"Savaş Avustralya'ya gitti, biz de gideceğiz." (Milliyet, Cafe ilâvesi, 26 Aralık 2007)

Vefat eden kişiler için âhiret âleminin bir evvelki menzili hükmündeki kabir ve berzah âlemini Avustralya'ya benzetmenin izahı ne?

Bu tuhaf benzetmenin bundan dokuz sene önce, 17 Ağustos depremi sonrasında atv-şimdi Show TV-haber anchorman'i Ali Kırca tarafından da kullanıldığını hatırlamaktayız.

Depremden sonra Sabah gazetesinde çıkan yazısında Kırca, depremde vefat edenlerin derin acılarla kıvranan geride kalanlarını "tesellî" etmek için bu benzetmeden medet ummuştu.

"Farz edin ki, depremde ölen sevdikleriniz bir daha hiç geri dönmemek üzere Avustralya'ya gittiler. Bunu böyle kabullenin ve bundan sonraki hayatınızı bu kabulle sürdürün."

Peki, niye Avustralya da, ahiret değil?

Kaldı ki, Avustralya Türkiye'ye 20 bin kilometre mesafede çok uzak bir kıta olsa da, gidildiğinde geri gelinmeyecek bir yer değil. Gidiliyor da, geliniyor da.

Bu benzetme, ahiret inancından mahrumiyetin, ölüm ve ayrılık gerçeği karşısında tesellî bulamayan ve bulması da mümkün olmayan laik dünya görüşünü ne kadar zorladığını, ne derece abes ve anlamsız avunmalara mahkûm ettiğini gösteren çok ibretli bir örnek.

Ahiret veya berzah diyemiyor, onun yerine Avustralya'yı koyuyor. Ama böyle yaparak ne kendisini, ne de cenaze yakınlarını rahatlatabiliyor ve tesellî edebiliyor. Boş bir avunma.

Oysa ölüm ve ahiret gerçeğini en güzel şekilde anlatan Bediüzzaman'ın izahları öyle mi?

"Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, sönmek değil, tebdil-i mekândır, yer değiştirmedir. Bir çekirdeğin filizlenip çiçek açmak ve meyve vermek üzere toprağa düşmesi gibi, berzahta ve Cennette ebedî çiçekler açmak üzere başka bir âleme intikaldir. Kendisinden önce vefat eden dostlara kavuşmaktır" diyor Said Nursî.

Onun bu noktada, Denizli hapsinde mazlumen şehit olarak vefat eden talebesi Hafız Ali için yazdığı mektupta kullandığı şu cümle, son derece enteresan, düşündürücü ve ferahlatıcı:

"Nasıl ki buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabere ile (tanışıp haberleşerek) sohbet ediyoruz; aynen öyle de, Hafız Ali'nin tavattun ettiği (vatan tutup yerleştiği) âlem-i berzah (kabir âlemi), nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş." (Şualar, s. 292)

Nerede kabir, berzah ve âhiret kavramlarını kullanmamak için Avustralya'ya sığınmaktan medet uman anlayışın zavallılığı ve sığlığı...

Ve nerede ahirete imanın verdiği dinamizm ve canlılığı, kabir âlemiyle Isparta ve Kastamonu arasında hiçbir fark görmeyişiyle ortaya koyan inanç dünyasının zenginliği ve derinliği...

Ve nerede "Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta; birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da biz yine bir ve beraberiz" diyen bir ebedî dostluğun ferahlığı...

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İslâm dünyasının geleceği



Şükürler olsun ki İslâm; insanların kalplerini fethetmeye devam ediyor. Yüz yılın başında, dünyadaki Müslüman nüfus 300 milyon civarında tahmin edilirken, bugün bu rakam 1.5 milyar olarak ifade ediliyor.

İslâmın; insanların kalplerini fethetmesi, bu dinin 'fıtrat dini' olmasından kaynaklanıyor. Hangi konu var ki, İslâmın emir ve yasakları insanlığın menfaatine olmasın? Maddî anlamda 'zengin'liğe ulaşan insanlık, mânevî yaralarının tedavisini ancak İslâmda bulabiliyor. Zaten öyle olmasaydı, diğer dinlerin tabileri 'fevc fevc / gruplar halinde' İslâma teslim olur muydu?

İslâm dininin, insanların kalplerini fethetmesi bir vak'a olduğu gibi; İslâm dünyasının sıkıntılar içinde olduğu da bir vak'adır. Ama bu 'dünya'nın kargaşa içinde olması, Müslümanların umumiyetle 'fakir' olması veya 'demokrasi'nin içlerinde tam anlamıyla yayılamaması; mensup oldukları dinin değil, fert fert 'şahıs'ların kabahatidir. Bazı 'aydın'ların anlamak istemediği de, tam bu noktadır. 'İslâm dünyası'nın içine sürüklendiği eksikliklerin kabahatini; mensup oldukları 'din'de aramak tam bir yanılgıdır... İslâmın emir ve yasaklarına riâyet edenlerin, dünyaya örnek olan medeniyetler kurduklarına tarih şahittir.

"Asya münafıkları ve Avrupa dessas zalimleri"nin sebep olduğu bu neticeden kurtulmak da, yine İslâm dünyasının gayretine bağlıdır. Bu noktada teknik anlamda 'örnek' alınması gereken bir 'kurum' var; o da Avrupa Birliği.

Nitekim, İslâm Konferansı Teşkilâtı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, bu durumu ifade eden şu tesbitte bulunmuş: "AB, İKT için en mükemmel örnek, üye ülkeler arasındaki işbirliği açısından. AB bu seviyeye 50 senede ulaştı. Buraya ulaşırken İslâm dünyasından farklı özelliklere sahiptiler. En başta coğrafî bütünlük. Fas neresi, Endonezya neresi? Ayrıca siyâsî irade ve siyasî tecrübe İslâm dünyasında aynı seviyede değil."

Ancak İslâm dünyasında yakınlaşma ve kaynaşmadan yana en önemli faktörün, Müslüman milletlerin tarih boyunca birlikte yaşama arzusuna ve tecrübesine sahip olması olduğunu da vurgulayan İhsanoğlu, İslâm ülkelerinin Türkiye'nin AB üyeliğini desteklerken bunu "İslâm dünyasıyla Batı arasında sağlam bir bağlantı ve muhtemel krizleri önleyecek önemli bir imkân'' olarak gördüklerini dile getirmiş. (AA, 12 Ocak 2008)

Şunu hatırlamak lâzım: Bugün 'Avrupa Birliği' şemsiyesi altında; kalkınma ve refah yolunda birlikte ilerleyen AB üyesi bazı ülkeler, geçmiş yıllarda kendi aralarında 'yüz yıl süren savaş'lara imza atmışlardır. Böyle kanlı ve kavgalı bir 'mazi'den gelen ülkeler, neticede ortak menfaat için bir araya gelmiş ve son yılların en başarılı birliğini oluşturmuş durumdalar. İşte, İslâm dünyasını meydana getiren 'dost ve kardeş ülke'ler; Avrupa'nın ortaya koyduğu bu birliği 'örnek' olarak alabilir ve almalıdırlar.

İslâm ülkeleri arasında oluşturulması gereken birlik, sadece ekonomik konularla da sınırlı kalmamalı. En başta, demokrasi ve hürriyet konusunda köklü adımlar atılmalı ve 'yönetilen'lerle 'yöneten'ler arasındaki uyumsuzluk sona erdirilmelidir. Bu da belki İslâm Konferansı Teşkilâtının öncülüğüyle mümkün olabilir.

Türkiye, ağır işleyen sistemine rağmen 'dost ve kardeş ülkeler'e bu konuda da yardımcı olabilir... İslâm dünyasının geleceği, maddî ve manevî 'birlik'leri en kısa zamanda kurabilmektedir.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bush'a ağız ve gönül dolusu şükran



Bush'un Ortadoğu gezisi geride bazı tortular bıraktı. Şüphesiz ziyareti 'aşırı Yahudileri' çok sevindirdi. Onlar da bunu gizleme gereği duymadılar. Zaman gazetesinin başlığında olduğu gibi İsrail'de Bush'u baş hahamlar karşıladı. Sadece karşılamakla kalmadılar içten şükranlarını arz ettiler. "Madem ki, Irak'ı bizim için dümdüz ettin, bizden de derin bir şükranı hak ettin' şeklinde görüşlerini ifade ettiler. Ben Gurion Havaalanı karşılama töreninde kısa bir konuşma yapan Eşkinazi toplululuğu dinî lideri Hahambaşı Yona Metzger, Irak işgaliyle ilgili şükranlarını arz ederken ağzından şunlar dökülmüş: "İsrail'i desteklediğiniz ve bilhassa Irak'a savaş açtığınız için size şükranlarımı takdim etmek istiyorum..." Bush da bu içten teşekkür ve kutlamadan dolayı memnuniyetini izhar ve ifade etmiş.

Metzger'in Irak savaşıyla alâkalı olarak söyledikleri İsrail kamuoyunun ekseriyeti tarafından paylaşılıyorsa da aslında Amerikan Yahudilerinin ekseriyeti tarafından paylaşılmıyor. Bununla birlikte Hahambaşı Metzger, İsrail kamuoyunun ekseriyetinin görüşlerine tercüman olmuş. Ancak Amerikan Yahudileri açısından durum farklı. Onların kabul ve tasvibatına mazhar değil.

2007 yılında Amerikan Yahudileri nezdinde yapılan kamuoyu yoklamalarında Yahudilerin yüzde 70'inin Irak savaşını onaylamadıkları ortaya çıkmıştı. Sadece yüzde 28, Irak'a karşı açılan saldırıyı onaylıyor. Aralık, 2007'de CBS tarafından hazırlanan God's Name belgeselinde Irak savaşından dolayı Bush'a şükranlarını arz eden Hahambaşı Metzger dünyanın en önemli 12 din adamı arasında gösteriliyordu. Newsweek dergisi ise Metzger ve diğer din adamlarının fotoğraflarını belgeselle birlikte yayınlamıştı. Metzger, belgeselde Dalai Lama ve Rowan Williams gibi seçkin dinî liderlerin arasında görülüyordu. Çok ilginç, Yahudi siyasî ve dinî liderleri Bush'u karşılama ve istikbâl sırasında kantarın topuzunu iyice kaçırdılar. Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Bush'un kalan süresi zarfında barış yapamayacağını ilân etmişken Bush'u karşılama töreninde tam 180 derece dönerek Kasım ayına kadarki sürenin çok büyük bir süre olduğunu ve bu süreye nice barış süreçlerinin sığdırabileceğini söyledi.

***

İsrailli Yahudi hahambaşları Irak'ı dümdüz ettiği için Bush'a şükranlarını arz ederken kendinden menkul Bektaşi bilgesi İlhan Selçuk da aynı günlerde Kur'ân'ın Yahudilere nasıl baktığını yazdı. 'Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez' gibi bazı âyetleri alt alta sıralayarak güya Kur'ân'ı Kerim'in Yahudilere bakışını nazara veriyor. Ondan sonra da düşmanlıkları ortadan kaldırmak için cumhuriyet idaresinin kimi âyetleri bu sebeple zorunlu olarak askıya aldığını yazıyor. Şimon Peres de Davos'ta sadece âyetleri değil düşmanlıkları bertaraf için tarihi de askıya almak gereğini savunmuştu, 'Tarihi de ortadan kaldıralım' diyordu ama tarihten önce Irak'ı tarih hâline getirdiler ve ortadan kaldırdılar. Bir de Hahambaşı, Şimon Peres'in huzurunda bunun için Bush'a utanmadan şükranlarını arz ediyor. Acaba bu şükran ifadesi İlhan Selçuk gibiler için bir şeyler çağrıştırıyor mu? Bilinmez! Bir de bu şükran meselesine Yahudilerle diyalog zaviyesinden de bakılmalı.

***

Ama aşırı ve çılgın Yahudiler dışında barışı ve buna bağlı olarak İsrail'in geleceğini tehlikeye attığından dolayı Bush'a ateş püskürenler kıyasıya eleştirenler de var. Afganistan ve Irak savaşını gereksiz görenler aynı zamanda 2006 yılında Lübnan Savaşı'nın Bush'un İsrail'e yeşil ışık yakmasıyla gerçekleştiğini hatırlamıyorlar. Yine Hamas hükümetine yönelik ambargo ve Gazze halkının açlığa mahkûm edilmesi de Bush'un etki alanının dışında değil. Yine kimi İsrailli yazarlara göre, Bush'un hedeflerinden birisi de -gerçekleştirilebilse- Beşşar Esad rejiminin devrilmesi. Bu tek taraflılığının bir sonucu olarak Bush'un Ortadoğu'daki tesiri yok mesabesine inmiştir. Bu bağlamda, Maariv gazetesinin yazarları Bush'la dalgalarını geçmişler. İçlerinden birisi 'Bush'un bölgede icra ettiği tesir Hamas'ın askerî kanadının lideri Ahmet Caberi'nin de gerisinde kaldı' diye yazıyor. Dolayısıyla İsrail'de bazıları Bush'a şükran hisleriyle meşbu' ve dolu iken Yossi Sarid gibi kimileri de Maniheist yaklaşımlarıyla ve zevzeklikleriyle dalga geçiyor ve eğleniyorlar.

13.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri