Suçluların savunma refleksi, aynı zamanda onların kendilerini nasıl hissettiklerini de yansıtıyor.
Bu sebeple, sorgulamalar karşısındaki reaksiyoner tavırları da farklı farklıdır.
Meselâ: "Hem suçlu, hem güçlü" olanlar, kendilerinde güç vehmettikleri müddetçe "saldırgan" olurlar. Bunlar, aynı zamanda zâlimdir; zulüm yapmaya devam ederler. Tâ "Ezzulm-ü lâyedûm/zulüm devam etmez" kalesinin duvarına toslayıncaya kadar...
Zulme devam edemeyip kuvvette düştüklerinde ise, bu kez "sözlü savunma" refleksi harekete geçer: "Ben yapmadım. Biz yapmadık" demeye başlarlar. Tıpkı, yaramaz ve haşarı tabiatlı bir çocuğun, işlediği suçlar karşısındaki savunma refleksi gibi...
Aslında, bu âni savunma hali, o kişinin hem suçlu, hem de âciz bir durumda olduğunun da bir göstergesidir.
Böylesi suçlu âcizlerin, meselâ kulağını çeker veya ayağına basarsanız, fazla ses çıkarmaz, şiddetli itirazlarda bulunmaz. Zira, o da her suçun bir cezası olduğunu bilir. Dolayısıyla, suçluluk psikozu içindedir ve bir bakıma cezayı zımnen kabul eder.
Bu sebeple, onun savunma refleksi de yavaşlar. (Polislerin özellikle âdi suçluları ortaya çıkarmada kullandıkları bu metod, çoğu zaman isabetli sonuçlar veriyor.)
Sözlü sorgulamada ise, suçlunun üzerine yoktur. Savunma refleksi son derece hassas, kuvvetli ve şiddetlidir. En iyi avukata bile parmak ısırtacak kadar profesyoneldir.
Ne var ki, bu tarz bir savunma halinin, zaif düşmüş suçlulara mahsus olduğunu da hesaba katmak gerekir.
* * *
Şu sıralar, kendini "Cumhuriyet aydını" klâsında gören bazı kalem ve kelâm erbabının, adeta suçluların savunma refleksine benzer bir hareketle, özellikle tek parti dönemindeki baskıcı uygulamaları savunma pozisyonuna geçtiklerini görmekteyiz.
Henüz, hürriyet ve demokrasinin hâkim kılındığı bir tarih mahkemesine çıkarılmadan, sadece "buluttan nem kapma" saikiyle harekete geçtiler ve kendilerini meselâ şu tarz sözlerle savunmaya başladılar: "Hayır! Öyle değil. Bu söylenenler doğru değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında dine ilişilmedi, dindarlara da baskı falan yapılmadı. Laiklik, dinsizlik şeklinde tatbik edilmedi. Kimseye kànun dışı, hukuk dışı bir muamele yapılmadı. Tek parti dönemine iftira ediliyor, haksızlık yapılıyor. Kanmayın, inanmayın bunlara..."
Evet, bu tarz bir savunma şekli, hiç şüphesiz ki "suçluluk psikozu"ndan kaynaklanıyor. Reaksiyoner olduğu âşikârdır ve tamamen "suçlunun savunma refleksi"ni andırıyor.
Ama, yine de kimsenin korkmasına gerek yok. Zira, eski tahribata karşı, mukabil bir tahribatla değil, zulme karşı bir başka zulümle değil, her halükârda yine tamiratla iş görülecek ve herkese adâletle, hakkâniyetle muamele edilecek.
Aynı şekilde, bundan böyle tek parti dönemi için, hesaba çekilecek olan şahıslar değil, fikirler, düşünceler ve politik yöntemler olacak.
Tarihimizin gidişat seyri de, bize durumun böyle olacağını gösteriyor.
MEDYA
Patronun itirafları
Dünkü Yeni Şafak gazetesinde röportajı yayınlanan eski medya patronu Dinç Bilgin, acı olduğu kadar düşündürücü ve bir o kadar da ibret dolu itiraflarda bulunuyor.
Bilhassa "28 Şubat süreci"nde sahibi olduğu atv ile Sabah gazetesinin demokrasiden uzaklaşarak "katı devlet yanlısı" bir yayın politikası izlediğini, andıç meselesinde oyuna geldiğini, sahibi olduğu yayın organlarında suçsuz bazı şahıs ve çevrelerin haksız eleştirilerle yıpratıldığını, özellikle Sabah'ın yoldan çıktığını acı, dramatik bir dille itiraf ediyor, Dinç Bilgin.
Aynı dönemde, Ankara'da düzenlenen "Bediüzzaman mevlidi", "İlâhi İkaz: Deprem" başlıklı neşriyatımız ile gazetemizin imtiyaz sahimi Mehmet Kutlular aleyhinde de çok şiddetli, küstahça, hatta düşmanca yayın yapan Bilgin'in o zamanki Sabah gazetesi-yine Bilgin'in itirafıyla-demek ki "raydan çıkmış, yoldan sapmış" bir durumdaydı.
Ne var ki, o dönemde en büyük fatura bize kesildi. Sayısız mahkeme ve maddî cezalarla, pek büyük mağduriyetler yaşadık.
Şimdi itiraflar gırla gidiyor; mâsumiyetimiz bir kez daha tescil edildi. Ancak, biz yine çektiğimizle kaldık.
Demek, görülecek hesap o derece ağırdır ki, bu dünyanın adâlet terazisi o sıkleti çekemiyor.
GÜNÜN TARİHİ 11 Ocak 1556
Fuzuli'den berceste mısralar
Azerî asıllı büyük divan şâiri Fuzûlî, Kerbelâ'da vefat etti.
Asıl adı Süleyman olan Fuzûlî'nin vefat sebebi, bölgede yaygın şekilde (sarî illet) yaşanan vebâ, yani tâun hastalığına yakalanmasıdır.
Bağdat Kasidesi, Hüsn ü Aşk, Leylâ vü Mecnûn, Şikâyetnâme gibi mühim eserlere imza atan Fuzûlî'nin en meşhur ve en makbul şiiri ise, Hz. Muhammed (asm) için yazmış oldu "Su Kasidesi"dir.
Şair Fuzûlî'nin bir de "Berceste mısraları" vardır ki, bunların da her biri insanın dünyasına ayrı pencereler açtırıyor.
İşte o mânidar mısralardan bir demet...
Döğülmeye, söğülmeye, koğulmaya billâh
Hep râzıyım, ammâ ki efendim senin olsam
* * *
Eylesen tûtîye (papağan) tâlim-i edâ-yı kelîmât
Sözü insan olur ammâ, özü insan olmaz
* * *
Ey dil ki hecre doymayıp istersin ol mehi
Şükr et bu hâle, yoksa gelir yüz belâ sana
* * *
Ah eylediğim serv-i hırâmânın içindir
Kan ağladığım gonce-i handânın içindir
* * *
Dostum, âlem seninçün ger olur düşmen bana
Gam değil, zîrâ yetersin dost ancak sen bana
* * *
Ne yanar kimse bana âteş- i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
* * *
Avâreler, felekzedeler, mübtelâlarız
Alemde bir muhabbete kalmış gedâlarız
* * *
Hâlî etmiştir mahabbet beni benden dostlar
Ayb kılman âlemde görseniz bî-pervâ beni
* * *
Demen kim adli yok, yâ zulmü çok her hâl ile olsa
Gönül tahtına andan özge sultân olmasın yâ Rab.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|