Irak'ın 2003 yılından itibaren işgalinden sonra başgösteren Şii Hilâli veya üçgeni veya ekseni deyim ve söylemleri giderek tavsadı. Elbette ki bitmedi. Halbuki, 2003 yılından itibaren ve özellikle 2004 yılından sonra Irak'ın İran destekli Şii milisler ve bir de Amerikan ordusu tarafından işgal edildiği sık sık tekrar edilen bir söylemdi. Hatta Abdulaziz Hekim 'ABD kara harekâtını bize bıraksın' diyecek kadar da açık sözlü ve dobra dobra konuşuyordu. Bununla birlikte, Körfez ülkeleri 1979 devriminden beri hem İran'ı, hem de Amerikalıları anladılar. Zira her iki ülke de diğerini bölge ülkelerine karşı korkuluk olarak kullanıyordu. Önce, ABD İran'ı korkuluk olarak kullanmış ve Saddam'ı Tahran üzerine salmıştı. Körfez ülkelerini de onun arkasına seferber etmişti. 1988 yılında İran-Irak savaşı berabere bitince iki yıl sonra bu defa da Saddam'ı Kuveyt'e yönlendirmişler ve ondan sonra da Körfez ülkelerine karşı onun korkuluğunu kullanmaya başlamışlardı. Ama her hamlede kazanan Amerikan tarafı oluyordu. Batan da bölge ülkeleri... Her savaş ve itişme ve didişme Amerikalıların bölgedeki nüfuzunu artırıyordu. Amerikalıların bu bayat numaraları anlaşılmaya başlamıştı.
Şimdilerde kimse Amerikalılar istedi diye İran'a, İranlılar istedi diye de Amerikalılara düşman kesilmiyor. Bush ve Nejad'ın birbirlerine karşı söylediklerini duymuyorlar bile. İki kutup başını böylece idare edip gidiyorlar. Halid Dahil gibi Suudlu mütefekkirler artık Körfez ülkelerinin pasif bir şekilde ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında oturmak istemediklerini dile getiriyor. Irak ve Afganistan'daki pozisyonu yüzünden zaten ABD'nin bölgedeki konumu da gayet nazik ve kırılgan. Görüşlerini dayatacak bir pozisyonda değil. Bundan dolayı, Körfez ülkeleri geniş bir manevra alanı elde ettiler. Bu manevra alanında hem İran'ı, hem de Amerikalıları eşit bir şekilde idare edip gidiyorlar.
Sözgelimi, 3 Aralık 2007 tarihinde ilk defa bir İran lideri (Nejad) Doha'daki KİK zirvesine çağrıldı. 1981 yılından beri gerçekleşen bir ilkti bu. İkincisi, Suud Kralı Abdullah da 'candüşmanı' Nejad'ı hacca davet etmişti. İran mihverine karşı Arap cephesini temsil eden Mısır ve Suudi Arabistan İran'a karşı detante politikası izlemeye başladılar. İran'a karşı yumuşarken bir taraftan da İran'ı yumuşatmaya çalışıyorlar. Larijani iki yıl içinde hem Suudi Arabistan'ı hem de Mısır'ı ziyaret etti. 1979 yılından beri Mısır ile İran arasında kesik bulunan ilişkiler yeniden kurulmaya doğru ilerliyor.
***
İşte bu noktada Amerikalılar 2003 yılından itibaren İran'ın nükleer silâhlar edinmek üzere programlanmış nükleer faaliyetlerini askıya aldıklarına dair istihbarat raporunu kamuoyuna deklare ettiler. Bu bir dönüm noktası oldu. Bu, İran ile ABD arasında savaş ihtimalinin daha da azaldığının işaretlerinden birisiydi. Bununla birlikte, beklenen Bush gezisi (8 Ocak 2008 ve sonrası) öncesinde Hürmüz'de beklenmedik bir şekilde yeni bir gerilim husule geldi. Bu noktada, İranlıların rivayetiyle Amerikalıların rivayeti birbiriyle çelişiyor. Kontrollü bir tırmandırma olduğu ortada. Ama iki taraf da birbirini tekzip ediyor. Bunun ötesinden galiba, Amerikalılar İran eksenli eski kutuplaştırma planlarını yeniden devreye sokmak istiyorlar. Zira ABD'nin en büyük silâhı kutuplaştırma. Özellikle hile ve yıkım üstadı olan Bush ekibinin siyasetteki en büyük araçları 'böl-yönet' politikaları ve bunun için de mutlaka kutuplaştırıcı malzemelere ihtiyaç var. Bu da İran ve teşeyyü olarak ortaya çıkıyor. Amerikalılar hâlâ bu malzemeden medet umuyorlar. Aslında bu bir Kissinger politikası.
***
İşte tam bu noktada Korkut Özal, Mehmet Şevket Eygi ve Sefa Saygılı gibi isimlerin bulunduğu bir ortamda Şevket Demir'in sohbet meclisinde bu konuyu gündeme getirdi. Kendi kanaatini söyledi. Kadir Mısıroğlu gibi Korkut Özal da aslında İran İslâm Devrimi'ne müsade edilmesinin ve Paris üzerinden gerçekleştirilmesinin arkasında İslâm dünyasının bu silâh ile kutuplaştırılması ve gerekirse parçalanması amacının yattığını söyledi. Bu elbette İran'ın veya Ayetullah Humeyni'nin planı değil. Ama Batılıların onunla ilgili ve onun üzerinden planları. Batı'nın İslâm dünyasını parçalamak ve kutuplaştırmak için elinde iki silâhı bulunuyor. Birisi mezhep kavgası diğeri de etnik kavga. Biz buna "şuubistan" ve "taifistan" modelleri diyoruz. İkisi de, 2003 tarihinden itibaren İran'ın da katkılarıyla Irak'ta sahneleniyor. Vizyona girdi. Bu noktada Kissinger zayıf kefeyi (Şiileri) desteklemenin batı çıkarları açısından daha elzem ve gerçekçi olduğunu savunuyor. Bunu da 1970'li yıllarda SSCB karşısında Çin'i desteklemelerine benzetiyor. Çünkü Sünniliğin yayılma istidadı ve sınırları çok geniş. Şiilik ise öyle değil. Veli Nasr'ın savunduğu gibi Şiiliğin uyanışı İslâm dünyasının kendi ayağını vurmasıdır. Taifistan modelinin uyanışıdır. Dolayısıyla birisi hayati Batı çıkarlarını tehdit ederken, diğeri temin ediyor. Veli Nasr gibi Şii uyanışını alkışlayan Fuad Acemi de 'Aman Türkler uyanmasın' diye New York Times gazetesinde yazıyor. Zira,' Türkler uyanırlarsa onları kimse durduramaz ve en ücra sınırlara kadar ulaşırlar' demektedir. Evet, Şia meselesi bu üçgende hikmetle mualece edilmelidir. Bu hikmetle mualece etmek elbette tehlikeyi görmezlikten gelmek demek değildir. Aksine, ne hafife alma ve ne de abartmadır.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|