|
|
Rifat OKYAY |
Öpecek gözlerimizi bulamasan da! |
|
Öğrenmenin doruğundan öğretmenin hazzına eren bahtiyar kişiler; muallimlerimiz, öğretmenlerimiz.
Sadece Kasım ayında bir gün hatırlanan yalnızca öğretmenliğin mânâyı ismidir. Üzülmeye değmez öğretmenim, çünkü her öğretmen bilginin ucunda, her kendini bilenin kalbinde üç yüz altmış dört gün meyveleri yenen, çiçekleri koklanan sizlersiniz.
Böyle gelmiş böyle gider demeyelim. Ama ilim ve irfan bunu gerektiriyor ki; Maddî meselelerin hiçbir zaman halledilemez çünkü geçmişte de halledilememiştir. Yaptığın iş soyunduğun güreş pek çetin, bunu ancak sen anlarsın ve anlatırsın. Ürün almak için sadece istek ve gayret yetmiyor. Verimli bir toprak ve bol su ile gübre de lâzım.. Güneş de işin cabası. Şimdi siz yerleştirin:
Toplum var, aile var, okul var, bilgi var, çevre var ve öğretmen var.
İstekler sıralama geliyor: Ahlâklı olsun, bilgili olsun, dürüst olsun, uslu olsun, saygılı olsun, ilim-irfan sahibi olsun ve adam olsun!..
Nasıl olsun öğretmenim sade mi? Az şekerli mi? Şekerli mi? Üzülme öğretmenim sahralar yalnız geçilmeye niyet edilir. Ama geçilir ya da geçilmez. Şu var ki geçersin hem de geçilirsin. Çünkü sen öğretmensin, muallimsin. Cahillerin düşünceleri, fikirleri, hareketleri senin ayak topuğunda ancak bir köpük olmuş bak!..
Söyleyebilenler var: "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum" kelâmullahu vechenin sözünü. Kırkta bir tatbik edilmişse bile ne çıkar! İyi ve güzel amelleri zayi etmeyen var. O yeter.
Asrın sahibinin dilende de yerin yakuyu gibi ya da minare başıdır. Sen hep minare başını hedefle elif gibi dimdik, dostdoğru, ilim-irfan dolu ol ve "Y" ye hiç özenme inşallah.
"Y" deyince; Molla Güranî'nin elindedir Fatih Sultan Mehmet küçüklüğünde, ilk hocası bu "y"yi biraz "elif" 'e benzetmiştir. Akşemseddin bu "elif" 'i inceltmiş ve feth-i mübin gibi bir başarı ile süslemiştir. Kudret ve zaferin "elif"i ilim-irfanın kapısında zamanı gelince yine "y" olmayı bilmiştir. Bunun şahidi Vefa hazretleridir. "Sana elif olmak düştü, buna devam et" demeyi bilen bir muallim bir öğretmen koca Sultan Mehmed Fatih'in karşısında.
Cahillerle bilmeyenlerle, bilenlerin bir olmadığını bütün kâinatı saran kitab-ı mübin-i kerim ile ilân eden Cenâb-ı Rabbül âlemindir. O seni "Alim" olarak kuşatmıştır. Yine mükâfatını O verecektir. Biz sana ne vaad edebilir ne de birşey yapabiliriz ki. Zaten âlemin nuru: nur-u Muhammedi de seni böyle tanıtıyor: "Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir"
Biz halkın ve hakkın huzurunda size bir şey yapamıyoruz. Ama lâfımız çok, bizi affet öğretmenim.
Öpecek gözlerimizi bulamasan da biz yine sizin ellerinizden öpüyoruz. Her muazzam, muhteşem ve mukaddes mânâların altında imzaları olan kıymetli öğretmenlerim!..
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Büyücünün büyüsü bozuldu! |
|
Fransa Devlet Başkanının canını sıkan, yalnızca Fransa gençliği değil. Cezayir seyahati öncesinde, eski sömürgesindeki cakasını bitirecek bir açıklama, Cezayirli bakan Muhammed Şerif Abbas´tan geldi: "Nicolai Sarkozy seçim zaferini İsrail ve Yahudi lobisine borçludur." Der Spiegel dergisinin Al Ahbar gazetesinden yaptığı iktibasa göre, Fransa´yı kızdıran bu beyanat, Cezayir´de yaprak bile kımıldatamamış.
İkinci Avrupa´nın, hakkında çok konuşulan bu politikacısının bir ferd olarak değerlendirilmesi sizce doğru mudur? Siyasetteki ihanet tarzını, prensiplerini ve neticesini göstermesi noktasında önemli olduğundan, Sarkozy meselesini bir çizgi olarak ele almamız daha isabetli olur. Çeyrek asır öncesi Avrupa politikalarında nisbeten fertler belirleyici rolleri oynarlardı. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, küresel güçler hareket imkânı bularak globalleşmeyi, maalesef lehlerine çevirdiler. Önceden organize olmuş ve talî akımları da gayelerine kullanan meşhur galip cereyanlar, ülkelerin politikalarını etkileme ve iktidarlarını değiştirme noktasına ulaştılar. Hadisenin bu cihetini gözden kaçırdığımızda; ne 11 Eylülcü neoconların iktidarlarını anlayabiliriz ve ne de siyasî kapasiteleri itibariyle gelmiş geçmiş Avrupa politikacılarının çok gerisinde bulunan Nikolai ile Angela´nın Fransa ve Almanya iktidarlarının kaynaklarını anlamak mümkün değildir.
Bu girift bilmeceyi, saldırgan ifsad cereyanlarının kontrollerindeki kapitalin, enstitü, üniversite ve bazı sivil toplum örgütlerini işgalindeki stratejiyi tahlil ederken de çözmek mümkündür. Global dev ticarî müesseselerin, yaşları ortalama otuz civarındaki gençlerce idaresi sizce mümkün müdür? Fıtrat kanunlarına göre değil. Fakat, cemaatleşmiş global organizeli güçlerin kendilerini gizlediğini, söz konusu gençleri, belli gayr-ı insanî eğitimlerden geçirdikten sonra; acımasız, fırıldak, cerbezeci, sihir kabiliyetine sahip ve gayet serî ve atak halleriyle ekonomik savaşların nirengî noktalarına yerleştirdiklerini öğrendiğinizde, hadisenin rengi hemencecik değişiveriyor. Onların lügatlerindeki düzenin kaos, barışın savaş, demokrasinin diktatörlük, refahın fukaralık ve kamusal ahlâkın ahlâksızlık mânâlarına geldiğini, yine onların icraatlarını takip ederek anlamanız mümkündür. Kendilerini Firavun ve Nemrut yerine koyarak her şeyi gözetlediklerini sanan bu semavî din karşıtı düşüncenin, gözetlenmeye asla tahammülü yoktur. Teknolojide, kapitalde, siyasette, ticarette ve dünya dizaynında gözetlenmeye müsaade etmediklerinden, hepsinde de tekelleşmeye giderler. Yani mümkün oldukça kontrolü belli merkezlerde toplamaya çalışırlar. Ara sınıfları kaldırmaya, sosyal devleti imhaya, ekonomik yük getirdiğinden aileyi bitirmeye, insanî duygularını kaybettiklerinden, kendileri dışındaki insanlara köle muamelesi yapmaya bayılırlar. Öyle ayak oyunları, sihirleri, global bilgi ağları ve bu iğrenç oyunlara kaide üreten enstitüleri vardır ki; bu belânın önüne sendika, ulusal devlet, milliyetçilik, tarikat ve diğer koruma sistemleriyle geçmek mümkün değildir.
Hadisenin ve kişilerin mahiyetlerini deşifre etmek, yukarıdaki nahoş tablodaki manzarayı, kavgasız-dövüşsüz bir şekilde insanlığın arzuladığı manzaraya çevirebilir. O saldırgan komitaların icrasındaki prensiplerin zıddına yapışmak bir çözüm olduğu gibi, semavî dinleri doğru halleriyle cemiyete takdim etmek de diğer bir çaredir. Bilhassa Allah´a ve ahirete iman düşüncesi toplumda filizlenmeye başladıkça, firavun gibi dört elle bu dünyaya sarılmışların patır patır döküldüklerini müşahede etmek mümkündür.
Sarkozy´nin de mensup olduğu cenahın muhafazakâr olmadığını, belki modern bolşevik olabileceğini daha önce belirtmiştik. Zira Avrupalı muhafazakârların aileye ve ahlâka verdiği önemi çok iyi biliyoruz. Cheney´den Wolfowitz´e, Sarkozy´den Merkel ve diğer neocon ve neoliberal temsilcilerin ailevî ve ahlâkî hayatlarına dikkat ettiğinizde, Freud´un talebelerinin Levi Troçki ile birlikte kurdukları düzene ne kadar yaklaştığımızı daha iyi anlarız: Esnafı ve tüccarı yutan dev ticaret merkezleri, kadın erkeğin birlikte çıplakça girdikleri modern hamamlar, başkasının namusuna el atmayı normalleştirme çabaları, aile kurmanın ve çocuk yapmanın önüne getirilen yüksek engeller ve bu dehşetli kaos ve tereddiye itiraz edenlere karşı kullanılan sihirbaz medya ile dünyanın hangi limanına yanaştığını hâlâ anlayamayanları, belki de haşir sabahı uyandıracaktır.
Burada 68´liler için kullandığımız kuşak kelimesini de kullanamıyoruz. Zira bunları belli yazarlar, toplum ve belli bir eğitimden ziyade "enstitüler" veya o enstitülerin laboratuvarlarında hazırlanan özel eğitim malzemesi ile belli kişiler, belli maksatlar için yetiştiriyorlar. Arkalarındaki gizli ağ ve cemaatin desteğiyle kariyerin basamaklarını zorlanmadan, seke seke çıkarlar. En çok ticaret ve siyaset alanında karşılaştığımız bu tipler için "belli bir nev" kelimesini kullanabiliriz. Tıpkı şeytan gibi, tanınması ile tesiri azalan ve çoğu kez maskaralaşan bu 'nev´in üzerindeki örtüyü kaldıracakların, ancak ve ancak Allah´a ve ahirete inanmış ehl-i kitap olduğuna inanıyoruz.
Şu yazımızı o cereyana mensup, hadiseden haberdar birisine okuduğunuzda, alacağınız cevap dünyanın her yanında aynıdır: Komplo teorisi! Sarkozy henüz İçişleri ve Maliye bakanlıklarını yürütürken, gazetemiz sözkonusu şahsın mahiyetini haber vermişti. Zavallı Madam Royal! Henüz sihrin tesirinden çıkabilmiş. Fevkalâde şaşkın. Le Pen de bugünlerde uyandı: "Sarkozy büyük bir sihirbazdır!" diyor. Buna da şükür... Zira büyü bozuldu. Karanlık enstitüler, Nikolai´a yeni yeni büyüler ulaştıramazsa, mesele tavazzuh edecek. Bizim için önemli olan bu 'nev'i tanımak... Şahıslara takılıp kalmamak. Seri bir şekilde mânâları anlayarak hadisenin yekûnundan haberdar olmaktır. Bu da, ancak imanla olur. Nur'larda bunun usûlü yazılıdır. O meşhur hadis-i şerifi elbette biliyorsunuz: "Mü'minin ferasetinden korkunuz..."
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
301'e niye dokunulamıyor? |
|
Demokratikleşme yolundaki en çetrefilli engellerden biri haline gelen 301 sorunundan kurtulmanın en kolay ve kestirme yolu, ıslahı gayr-i kabil bu maddeyi tamamen kaldırmak.
Ama nedense bu bir türlü yapılamıyor. Dahası, kaldırmak şöyle dursun, değiştirilemiyor.
Şimdiye kadar yapılan değişiklikler pek fazla işe yaramadı. Şu anda öngörülenlerin de, ne oldukları hâlâ net bir şekilde ortaya çıkmamış oldukları bir yana, sonuç vermesi beklenmiyor.
İçeride bu kadar sıkıntıya yol açan, dışarıda da elimizi zayıflatan, hattâ fanatik Ermeniler tarafından bize karşı koz olarak kullanılır hale gelen bu maddeyi kaldırmak veya değiştirmek niye bu kadar zor? Ve bu işin arkasında ne var?
Bu soruların cevabına ışık tutan ilginç bir bilgi epey zaman önce medyaya şöyle yansımıştı:
"TCK'nın tartışmalı 301. maddesinde yer alan 'Türklüğü' ifadesinin Atatürk'ün vasiyeti olarak kabul edilmesi gerektiği görüşünü ilk ortaya atan kişi, yeni TCK'nın mimarı olan ve 2004 yılında hayatını kaybeden ünlü hukukçu Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'di. Dönmezer, 301. madde ile ilgili değişiklik önerilerinin tartışıldığı sırada '1926 yılında çıkartılan Ceza Kanununa "Türklüğü" ifadesi bizzat Atatürk'ün isteği ile girmiştir. Bu ifade Atatürk tarafından kaleme alınmıştır' demişti. (...) Meclisteki komisyon toplantılarına katılan Yargıtay temsilcisi Keskin Kaylan, Dönmezer'in 'vasiyet' iddiasını yeniden gündeme taşıdı." (Vatan, 26.9.06)
Yargıtay üyesi Kaylan'a göre, metinde yer alan "Türklüğü" kelimesi Atatürk'ün vasiyeti kabul edildiği için 301 değiştirilemezdi.
Bu haber, 301 sıkıntısının neden bir türlü aşılamadığını açıklayan en önemli sebebi gözler önüne seriyor. İşin içinde Atatürk var ve bir yerde onun adı geçiyorsa, orada dokunulmaz bir alan oluşuveriyor.
Şu hale bakın. 301 yüzünden bu kadar sıkıntı ve mağduriyet yaşanıyor, bunca sıkıntı çekiliyor; bu maddeyi kendisinden aldığımız faşizm İtalya'sının, yerini demokratik bir İtalya'ya bırakmasıyla, ülkenın o zamanki çağdışı kanunlardan kurtulmasının üzerinden yarım asrı aşkın bir süre geçiyor; ama bizde, vaktiyle oradan aldığımız yasa maddesine hâlâ dokunulamıyor!
Neden? "Atatürk öyle uygun görmüş" diye!
Bu nasıl bir anlayıştır? 21. yüzyıl Türkiye'sinde âyet ve hadisler bile tartışılabiliyor, ama Atatürk'e atfedilen bir kelimeye dokunulamıyor!
Doğrusu, inanılır gibi değil. Ve yazık...
301'e dokunulamamasının bir diğer sebebi de, maddeyle korunan kurumlar içinde "askerî ve emniyeti muhafaza kuvvetleri ile adliye"nin de bulunması. Gerçi TBMM, hükümet ve bakanlıklar da 301 korumasındaki diğer kurumlar, ama onlara yönelik en insafsız eleştiri, hattâ hakaretlerde bile bu maddenin kullanıldığına pek şahit olmadık. Buna karşılık, asker ve yargıya yönelik en sıradan ve ölçülü eleştirilerin dahi derhal 301 kapsamına alınarak soruşturma ve dâvâ konusu yapıldığı, birçok örnekle sabit.
Bu durum da, maddeyi kaldırmanın, hattâ kaldırmak bir yana, değiştirmenin niye bu kadar zor olduğunu yeterince açıklıyor olsa gerek.
Dolayısıyla, 301 tartışması, demokrasimizin üzerindeki ipoteklerin nerelerden kaynaklandığını çok açık bir şekilde gözler önüne seriyor.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Korkut Özal'ın analizi |
|
Irak'ın 2003 yılından itibaren işgalinden sonra başgösteren Şii Hilâli veya üçgeni veya ekseni deyim ve söylemleri giderek tavsadı. Elbette ki bitmedi. Halbuki, 2003 yılından itibaren ve özellikle 2004 yılından sonra Irak'ın İran destekli Şii milisler ve bir de Amerikan ordusu tarafından işgal edildiği sık sık tekrar edilen bir söylemdi. Hatta Abdulaziz Hekim 'ABD kara harekâtını bize bıraksın' diyecek kadar da açık sözlü ve dobra dobra konuşuyordu. Bununla birlikte, Körfez ülkeleri 1979 devriminden beri hem İran'ı, hem de Amerikalıları anladılar. Zira her iki ülke de diğerini bölge ülkelerine karşı korkuluk olarak kullanıyordu. Önce, ABD İran'ı korkuluk olarak kullanmış ve Saddam'ı Tahran üzerine salmıştı. Körfez ülkelerini de onun arkasına seferber etmişti. 1988 yılında İran-Irak savaşı berabere bitince iki yıl sonra bu defa da Saddam'ı Kuveyt'e yönlendirmişler ve ondan sonra da Körfez ülkelerine karşı onun korkuluğunu kullanmaya başlamışlardı. Ama her hamlede kazanan Amerikan tarafı oluyordu. Batan da bölge ülkeleri... Her savaş ve itişme ve didişme Amerikalıların bölgedeki nüfuzunu artırıyordu. Amerikalıların bu bayat numaraları anlaşılmaya başlamıştı.
Şimdilerde kimse Amerikalılar istedi diye İran'a, İranlılar istedi diye de Amerikalılara düşman kesilmiyor. Bush ve Nejad'ın birbirlerine karşı söylediklerini duymuyorlar bile. İki kutup başını böylece idare edip gidiyorlar. Halid Dahil gibi Suudlu mütefekkirler artık Körfez ülkelerinin pasif bir şekilde ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında oturmak istemediklerini dile getiriyor. Irak ve Afganistan'daki pozisyonu yüzünden zaten ABD'nin bölgedeki konumu da gayet nazik ve kırılgan. Görüşlerini dayatacak bir pozisyonda değil. Bundan dolayı, Körfez ülkeleri geniş bir manevra alanı elde ettiler. Bu manevra alanında hem İran'ı, hem de Amerikalıları eşit bir şekilde idare edip gidiyorlar.
Sözgelimi, 3 Aralık 2007 tarihinde ilk defa bir İran lideri (Nejad) Doha'daki KİK zirvesine çağrıldı. 1981 yılından beri gerçekleşen bir ilkti bu. İkincisi, Suud Kralı Abdullah da 'candüşmanı' Nejad'ı hacca davet etmişti. İran mihverine karşı Arap cephesini temsil eden Mısır ve Suudi Arabistan İran'a karşı detante politikası izlemeye başladılar. İran'a karşı yumuşarken bir taraftan da İran'ı yumuşatmaya çalışıyorlar. Larijani iki yıl içinde hem Suudi Arabistan'ı hem de Mısır'ı ziyaret etti. 1979 yılından beri Mısır ile İran arasında kesik bulunan ilişkiler yeniden kurulmaya doğru ilerliyor.
***
İşte bu noktada Amerikalılar 2003 yılından itibaren İran'ın nükleer silâhlar edinmek üzere programlanmış nükleer faaliyetlerini askıya aldıklarına dair istihbarat raporunu kamuoyuna deklare ettiler. Bu bir dönüm noktası oldu. Bu, İran ile ABD arasında savaş ihtimalinin daha da azaldığının işaretlerinden birisiydi. Bununla birlikte, beklenen Bush gezisi (8 Ocak 2008 ve sonrası) öncesinde Hürmüz'de beklenmedik bir şekilde yeni bir gerilim husule geldi. Bu noktada, İranlıların rivayetiyle Amerikalıların rivayeti birbiriyle çelişiyor. Kontrollü bir tırmandırma olduğu ortada. Ama iki taraf da birbirini tekzip ediyor. Bunun ötesinden galiba, Amerikalılar İran eksenli eski kutuplaştırma planlarını yeniden devreye sokmak istiyorlar. Zira ABD'nin en büyük silâhı kutuplaştırma. Özellikle hile ve yıkım üstadı olan Bush ekibinin siyasetteki en büyük araçları 'böl-yönet' politikaları ve bunun için de mutlaka kutuplaştırıcı malzemelere ihtiyaç var. Bu da İran ve teşeyyü olarak ortaya çıkıyor. Amerikalılar hâlâ bu malzemeden medet umuyorlar. Aslında bu bir Kissinger politikası.
***
İşte tam bu noktada Korkut Özal, Mehmet Şevket Eygi ve Sefa Saygılı gibi isimlerin bulunduğu bir ortamda Şevket Demir'in sohbet meclisinde bu konuyu gündeme getirdi. Kendi kanaatini söyledi. Kadir Mısıroğlu gibi Korkut Özal da aslında İran İslâm Devrimi'ne müsade edilmesinin ve Paris üzerinden gerçekleştirilmesinin arkasında İslâm dünyasının bu silâh ile kutuplaştırılması ve gerekirse parçalanması amacının yattığını söyledi. Bu elbette İran'ın veya Ayetullah Humeyni'nin planı değil. Ama Batılıların onunla ilgili ve onun üzerinden planları. Batı'nın İslâm dünyasını parçalamak ve kutuplaştırmak için elinde iki silâhı bulunuyor. Birisi mezhep kavgası diğeri de etnik kavga. Biz buna "şuubistan" ve "taifistan" modelleri diyoruz. İkisi de, 2003 tarihinden itibaren İran'ın da katkılarıyla Irak'ta sahneleniyor. Vizyona girdi. Bu noktada Kissinger zayıf kefeyi (Şiileri) desteklemenin batı çıkarları açısından daha elzem ve gerçekçi olduğunu savunuyor. Bunu da 1970'li yıllarda SSCB karşısında Çin'i desteklemelerine benzetiyor. Çünkü Sünniliğin yayılma istidadı ve sınırları çok geniş. Şiilik ise öyle değil. Veli Nasr'ın savunduğu gibi Şiiliğin uyanışı İslâm dünyasının kendi ayağını vurmasıdır. Taifistan modelinin uyanışıdır. Dolayısıyla birisi hayati Batı çıkarlarını tehdit ederken, diğeri temin ediyor. Veli Nasr gibi Şii uyanışını alkışlayan Fuad Acemi de 'Aman Türkler uyanmasın' diye New York Times gazetesinde yazıyor. Zira,' Türkler uyanırlarsa onları kimse durduramaz ve en ücra sınırlara kadar ulaşırlar' demektedir. Evet, Şia meselesi bu üçgende hikmetle mualece edilmelidir. Bu hikmetle mualece etmek elbette tehlikeyi görmezlikten gelmek demek değildir. Aksine, ne hafife alma ve ne de abartmadır.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Merak. |
|
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün hafta başında gittiği beş günlük ABD ziyaretinin yankıları sürüyor. Türkiye'den cumhurbaşkanı düzeyinde 1996 yılında 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından yapılan ziyaretten 12 yıl sonra yapılan bu ziyaretin amacı "ikili ilişkiler"i geliştirilmek olarak belirlendi.
Başbakan Tayyip Erdoğan'dan iki ay sonra yapılan bu ziyaret ve Gül'ün ABD'de yaptığı temaslar gazete sayfalarında yer alıyor. Gül'le birlikte ABD'ye giden gazeteciler geniş geniş yapılan görüşmeleri, konuşulanları aktarıyorlar. Elbette burada Türkiye'nin bölgedeki güçlü devlet olması adına faydalı görüşmeler yapılmıştır. Terörle mücadelede ABD'nin verdiği anlık istihbaratlar faydalı olmaktadır. Ben işin bu yanını bir kenara bırakıyorum, kafama takılan birkaç konuyu aktarmak istiyorum.
Türkiye'den ABD'ye giden gerek başkan, gerekse cumhurbaşkanı olsun, orada "Yahudi kuruluşları"nı ziyaret etmeden gelmiyorlar. Bush Türkiye'ye geldiğinde dinî cemaatlerle görüşüyor mu ki, bizim başbakanlar, cumhurbaşkanları oraya gittiğinde Yahudi cemaatlerinin temsilcileriyle görüşmeden edemiyor? Diğer bir konuda, cumhurbaşkanı, Dışişleri Bakanı, Başkan Yardımcısı ya da bir eski Savunma Bakan yardımcısı ile niye görüşür?
Bu sorular kafama takılıyor işte.
* * *
Soylu başkan
Demokrat Parti'nin geçen haftasonu yapılan 4. olağanüstü kongresinde genel başkan seçilen Süleyman Soylu, Türkiye'nin en genç genel başkanı oldu.
Soylu'nun, seçildikten sonra yaptığı demokratikleşme, merkez sağda birlik, özgürlükler, başörtüsü gibi konulardaki açılımlar ümit verici. Demokrat misyona yakışan düşünceler.
"Bir tek küskünlüğü, gönül kırıklığını, alınganlığı kabul etmiyorum. Kongre, kongre salonunda kaldı. Kongredeki rekabet hizmet rekabetine dönüştürülmelidir" diye işe başlayan Soylu, en büyük hedefini ise Türk siyasetinin demokratikleşmesi olarak açıklıyor.
Genel Başkan seçildikten sonra genel merkeze mazbatasını almadan gelmeyen Soylu, mazbatasını aldıktan sonra işe geniş katılımlı bir basın toplantısı yaparak başladı. Hedeflerini, nasıl bir siyaset izleyeceklerini anlattı, soruları cevapladı. Gelen tuzak sorular karşısında net açıklamalar yaptı. "Karnımızda ne varsa, ağzımızda da o alacaktır" diye söylemeyi ihmal etmedi.
Burada bir küçük anekdottan bahsetmek istiyorum. Basın toplantısı bittikten sonra gazeteciler aralarında konuşurken, "Bu soruları MHP'de veya AKP'de sorsak azarlanırdık, partililer tepki gösterirdi. Partinin demokratlığı tâ giriş kapısından genel başkanın odasına kadar işlemiş. Sorularımız kızmadan, gücenmeden net şekilde cevaplandırıldı" dediler. Soylu bu duruşunu bozmadığı sürece, DP alternatif olmaya devam edecektir.
Basın toplantısından sonra Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek ve muhabirimiz Cemil Yüzer'le birlikte Soylu'yu makamında ziyaret ettik. Soylu, bir yandan tebrikleri kabul ederken, diğer yandan da başka bir odada sorularımızı cevaplandırdı. Türkiye'nin gündeminde olan pek çok soru yönelttiğimiz Soylu ile yaptığımız röportajı bugün gazetemizde geniş bir şekilde bulabilirsiniz.
Bu vesile ile Soylu'ya demokrat misyona yapacağı hizmetlerde başarılar diliyoruz.
* * *
Anayasa değişikliği ne aşamada?
22 Temmuz seçimlerinin ardından "sivil anayasa" çalışmaları başlatılmıştı. Bu amaçla bilim heyeti kurulmuş ve bu heyet bir taslak hazırlayarak AKP'ye göndermişti. Bu tarihten sonra çalışmalar sınır ötesi operasyonlar nedeniyle bir süre yavaşlamıştı. Sonrasında Tayyip Erdoğan taslağın Aralık ayı içerisinde kamuoyuna açıklanacağını duyurmuş, ancak açıklanmamıştı. Ardından 2008'in ilk günlerinde açıklanacağı söylendi. Hâlâ ses yok.
Bu rölantiye alma durumunda ve sonrasında terörle mücadele edilirken bir yandan da bu çalışmaların biran önce yapılması gerektiği yönünde yazılar yazmıştık. Bu yazılarımızda hep yeni anayasanın özgürlükçü, sivil, temel hakları gözeten, demokratik bir anayasa olması gerektiğini, bunun yolunun da sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere toplumun bütün kesimlerinin bu tartışmanın içine çekilmesini söylüyoruz. Birçok sivil toplum kuruluşu bu aşamada çalışmalar yapıp hükümete ilettiler.
Bu çalışmalardan en dikkat çekeni başta TOBB, memur sendikaları, işçi ve işveren kuruluşları olmak üzere 83 sivil toplum kuruluşundan 250 kişinin katılımı ile yapılan ve sonuçları kamuoyu ile paylaşılan "Anayasa Platformu Ulusal Çalıştayı" olmuştu. Buradan çıkan neticeleri geçtiğimiz günlerde bu köşede yazmıştık. Bu yazılarımızla ilgili TOBB Başkanı Rifat Hisarcıkloğlu'ndan bir mektup aldık.
Hisarcıklıoğlu mektubunda özetle şöyle diyor: "Çalıştayda oldukça farklı düzencelerde olan insanlar, katılımlı bir tartışma sistematiği içinde birbirlerinin fikirlerine tolere ederek, çatışmacı değil, uzlaşmacı bir anlayışla ortak aklı oluşturmuşlardır. Ancak ortak aklın, herkesin uzlaştığı, fikir birliğine vardığı bir mutabakat anlamına gelmiyor. Bu çalıştay bir son değil, bir başlangıç olmuştur. Önemli olan fikirlerin özgürce dile getirilmesi, tartışılmasıdır. Bu aşamada önemli olan tartışma sürecinin kendisidir."
Tartışmalar daha iyi bir anayasa olması için yapılmalı Bunun içinde tartışmalar korkulara kapılmadan, açık yüreklilikle yapılmalı. Bunun yolunun da açık tutulması gerekir.
Hükümetin bu tasarıyı açıklamakta bu kadar gecikmesi ümit ediyoruz ki, daha özgürlükçü ve sivil bir anayasa hazırlamak içindir. Millet "sivil bir anayasa" beklerken hayal kırıklığı yaşamamalıdır.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Hangi "barış projesi"? |
|
Beyaz Saray'ın bahçesinde Bush'la 40 dakikalık buluşmasının akabinde Cumhurbaşkanı Gül'ün ilk açıklaması, "ABD ile ortak vizyonumuz ve ilişkilerimiz, bölgesel ve küresel barışa çok katkı yapmaktadır" şeklinde oldu.
Medyaya göre masadaki maddelerde, Türkiye, Barzani ve Talabani'nin yumuşamasını ve teröre karşı harekete geçirilmesini tekrarlamış. Halen Kuzey Irak'taki terörist elebaşlarının teslim edilmesini, istihbarat paylaşımı ve işbirliğinin arttırılmasını istemiş.
Buna karşılık Gül, "Bush'un PKK ile mücâdele konusunda tereddüdünü görmedim. ABD'nin bizden beklentisi yok" dese de, Washington'un kapalı kapılar arkasında "istihbarat paylaşımı" karşılığı "beklentileri" Amerikan basınında yer alıyor.
ABD, evvelemirde Irak'taki işgal gücüne her türlü lojistik destek için Türkiye yolunun rahatlatılması beklentisini iletmiş. Enerji koridorunun güvencesini gündeme getirmiş.
Ayrıca, Ankara'nın Filistin-İsrail meselesinde yardımcı olmasını; en önemlisi Pakistan ve İran konusunda Türkiye'nin daha fazla desteğini talep etmiş. Bu maksatla karşılıklı ilişkilerin güçlendirilmesi yeniden te'yid edilmiş.
* * *
Her fırsatta Türkiye'ye karşı efelenen Barzani ve Talabani sözde "yumuşadı"; lâkin teröristlerin Irak'ın kuzeyinde şehirlere kadar inip, otellerde gazetecileri tehdit etmelerine bakılırsa, yerel yönetimin terör örgütüne karşı harekete geçmesi oldukça zor görünüyor.
ABD, kontrolündeki Irak'ta serbestçe dolaşan terör örgütü elebaşlarını, "gözboyama" da olsa, şimdiye kadar teslim etmedi. Geriye "istihbarat paylaşımı" kalıyor ki, bunun teröristleri bertaraf etmede ne denli işe yaradığı ise tartışmalı.
Buna mukabil, Türkiye zaten baştan beri ABD'ye her türlü desteği sağlıyor. Meclis'in, ABD'nin Türkiye'nin güneydoğusunda Irak'ın kuzeyinde bir "savaş cephesi" açmak anlamına gelen "hükûmet tezkeresi"ni 1 Mart 2003 tarihinde reddetmesinin hemen ardından, AKP hükûmeti, 20 Mart'ta Türkiye'deki üsleri Irak'ı işgal eden ABD ve işgal ortağı İngiltere'ye açtı.
Peşinden 4 Temmuz'da Süleymaniye'de conilerin on bir Türk askerinin başına çuval geçirmesine ve dönemin Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz'in zehir zemberek "resmen" hakaretlerine rağmen, bir yıl sonra Temmuz 2004'te her türlü mühimmat, savaş malzemesi ve askerî personel nakil ve dağıtımı için başta İncirlik olmak üzere, altı deniz ve yedi hava limanını, Resmî Gazete'de yayınlanan hükûmet kararıyla işgalcilere "resmen" tahsis etti.
Ve AKP hükûmetinin Millî Savunma Bakanı, 2006'da ABD'deki bir toplantıda "1 Mart tezkeresini telâfî ettikleri"ni, Amerikan savaş uçaklarının İncirlik'ten Irak'ın üzerine 3995 sorti yaptığını ikrar etti.
Keza Türkiye, Annapolis Konferansı öncesinde, İsrail ve Filistin devlet başkanlarını "Ankara forumu"nda buluşturdu. Hatta İsrail Cumhurbaşkanını TBMM'de konuşturdu. ABD'ye destek için elinden geleni yaptı.
Lâkin Peres, ülkesine döner dönmez, İsrail Türkiye'nin tek ricâsı olan Haremüşşerif'deki İslâm eserlerini tahrip eden kazılara yeniden başladı. Filistin şehirlerine ve köylerine yönelik bombardımanı daha da azdırdı; 100'den fazla Filistinliyi katletti, 300'den fazla mâsum sivili yaraladı. Amerika'daki Annapolis'te ise, Türkiye'ye bir "teşekkür" bile esirgendi.
* * *
Pakistan ve İran konusuna gelince. Asıl dananın kuyruğu burada kopuyor.
Vakıa şu ki, ABD'nin el attığı her ülke kaosa sürükleniyor. Darbelerle demokratik zemini tahrip edip darbeci işbirlikçilerini musallat ettiği Pakistan, kargaşa ve iç çatışmanın eşiğinde. "İran işbirliği" ise, İran operasyonuna Türkiye'yi ortak etmek olduğunu herkes biliyor.
Sahi, ABD'nin hangi "bölgesel ve küresel barış projesi" var ki, Türkiye'nin buna "katkısı" olsun? Uluslararası sermaye adına Macar Yahudisi Amerikalı dolar spekülatörü Soros'un, BOP'la Mağrip'ten Himalayalar'a kadar 22 İslâm ülkesini "demokrasi ve özgürlükler" paravanında bölüp parçalama fitnesi mi? Yoksa küresel zâlim gücün temsilcisi neoconların işgal ve katliâmları mı?
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
'Baskı'lar 1950'de başlamadı ki! |
|
Bu 'hamur'un çok su götüreceğini en başta kabul edelim. Buna rağmen, tartışmakta da fayda vardır. Bir süreden beri, 'dindarlara baskı yapıldı mı yapılmadı mı?' konusu tartışılıyor. Daha doğrusu, bazıları; yapılan 'baskı'ları örtbas etmek için didiniyor. Ancak, nasıl ki güneşi inkâr için gözleri kapatmak yeterli değil, öyle de 'baskı yapılmadı' demek için gerçekleri ters-yüz etmek de çare değildir.
"Dindarlara baskı olmamıştır" diyenlerin başında Hürriyet Genel Yayın Müdürü geliyor. Son yazılarından birinde, "Ben ısrarla diyorum ki: Bu bir iftiradır" demiş. (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 9 Ocak 2008)
Bu 'iftira'yı delillendirmek için de şöyle devam etmiş: "Cumhuriyet kurulalı 85 yıl oldu. Bunun 25 yıla yakın bölümünde, Cumhuriyet'i kuran tek parti iktidardaydı. Geriye kalıyor son 60 yıl. Yani Cumhuriyet'in neredeyse üçte ikisi. Son 60 yılda bu ülkeyi kim veya kimler yönetti?" (agg.)
Son 60 yılda Türkiye'yi yöneten (Merhum Adnan Menderes'ten başlayarak) 'başbakan'ların listesini de yayınlayan Özkök, "Dindarlara baskı yapan elit klan" bunlar mı anlamında soruyor.
Yani, gerçekleri bu kadar ters-yüz etmek için illâ 'müdür' olmak mı gerekiyor? Bir defa, ilk kalemde 25 yıllık 'tek parti devri' niçin liste dışında bırakılıyor? O dönemle ilgili itirazlar mı yok? 85 yıllık Cumhuriyet'in sadece son 60 yılını tartışmaya açmak, eskiyi unutturmak neyin nesi? Yoksa o dönemi tartışmak, araştırmak, o dönemle ilgili soru sormak yasak mı?
Tabiî ki son 60 yıldaki başbakanlar da millet nezdinde hesaba çekilsin, ama 'tek parti'yi bir kenara bırakmak mümkün değildir. Çünkü asıl itirazlar, demokrasinin olmadığı 'tek parti devri'yle ilgilidir.
Çok önemli bir nokta daha var: Dine ya da dindarlara baskı olup olmadığını kim, hangi ölçüye göre belirleyecek? Sözkonusu 'din' ise, bu konuda söz sahibi olanlar da 'din/İslâm konusundaki uzman'lar olmalı. Kendisinin 'aydın' olduğunu iddia eden bir kişi çıkıp, 'namazı yasaklamak, Kur'ân'ı yasaklamak, ezanı yasaklamak dine baskı değildir' derse buna kim itiraz edecek? Yani, bu eylem ve fiillerin 'dine baskı' olduğunun kararını kim verecek? Elbette, bu kararı 'dindar'lar verecek, din/İslâm konusunda uzman olan ilahiyatçılar verecek. Ehil olmadıkları halde, "Bu kararı onlar (din konusunda uzman olanlar) değil, biz (kendini aydın kabul eden, ama İslâmın emir ve yasaklarından habersiz olanlar) verelim" diyenlerin sözlerine itibar edilmez.
"Dine baskı"dan ne anlaşıldığı konusunda anlaşabilirsek, bu baskının olup olmadığı konusunda da anlaşabiliriz. Tekrarlıyoruz: Kur'ân okunması ve öğrenilmesinin yasaklanması, tesettürün engellenmesi, namaz kılanların 'mürteci' diye yaftalanması, Kur'ân tefsiri okuyanların yakalanıp, kitaplarıyla birlikte 'suçlu' olarak ilan edilmesi, sırf bu sebeple insanların hapse atılması 'dine baskı' ise; tek parti devrinde bal gibi dine baskı yapılmıştır!
Bu yapılanları 'dine baskı' olarak kabul etmeyenlere diyecek bir sözümüz yok. Onlara millet ve tarih gerekli cevabı vermiştir ve vermeye de devam edecektir. "Dine baskı"nın canlı şahitleri hâlâ hayattadır. Arzu edilirse bu konu, şahitlerin huzurunda 'canlı yayınlar'da bile konuşulabilir...
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Radyo deyip geçmeyin! |
|
Âşık olduğu cariyenin evine girmeyi planlamıştı. Duvara çıkarken duyduğu sözler, âdetâ cereyan çarpar gibi çarpmıştı onu. Bu sözler yüce kelâmdandı. İçerden güzel sesli biri, "Îmân edenlerin Allah'ın zikrine ve hak olarak indirilen Kur'ân'a karşı kalblerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?" meâlindeki Hadid Sûresinin 16. âyetini okuyordu. Etkilemişti âyet onu. "Evet ya Rabbi, o an geldi" deyip geçmişine bir sünger çekmeye karar verdi âşık.
Önceleri eşkıyalık yaparken içten bir tevbeyle dönüş yapıp bundan sonraki otuz yılını ilim ve ibadetle geçiren, zamanın en büyük evliyalarından biri olan Fudayl bin İyad'dı bu.
Görüldüğü gibi kimin ne olacağı belli olmuyor. Sarhoştur, ayyaştır, ateisttir deyip insanlara bir çizgi çekip kaldırıp atmamalı. Bişr-i Hafî de sarhoşken tevbe edip büyük evliyalar sırasına girmemiş miydi?
Hangi dalda olursa olsun hak ve hakikati tebliğle ilgili bir hizmeti küçük görmemek lâzım. Bazan bir söz insanın kurtuluşuna vesile olabilir. Bir makale, bir kitap, bir konferans, bir radyo, bir televizyon konuşmasından da ne çıkar demeyin. Kibrit misâli yanmaya hazır hâle gelmiş öyle fıtratlar vardır ki arayış içindedirler. Bazan bir cümle bile onun parlayıp yanmasına sebep olur. Bazan bir cümle, bir adam kurtarır.
İşte örneği: 29 Aralık 2007'deki Bizim Radyo Buluşmasında arkadaşımız İsmail Tezer'e bir öğretim üyesi gelip programı sebebiyle tebriklerini bildirir, "Çok güzel hizmet ediyorsunuz, Allah razı olsun" der. Geçenlerde yeğeninin bunalıma girdiğini, intihar etmeyi kafaya koyduğunu, otomobilde giderlerken ne kadar iknâ etmeye çalıştılırsalar da caydıramadıklarını, fakat radyodaki programa kulak misafiri olduklarında dakikakalarca uğraşıp caydıramadıkları yeğeninin o sohbeti dinlediğinde yatıştığını, intihardan vazgeçtiğini söylemiş.
Radyoya gelen e-maillerden birinde Halid Said Altuner, "Maşaallah, yayınlarınız çok ilham verici ve takdire şâyân" diyor. İstanbul Ataköy'den Sima Sonat da, "Hayal Treni Beni Çok Etkiledi" başlığı altında duygu ve düşüncelerini şöyle dile getirmiş: "Ben ilk kez Burak Beyi dinlediğim zaman, sesi beni büyülemişti. Çok yumuşak, insanın içine huzur veren bir sesi vardı radyomda ve gece onu dinleyerek huzur buldum. Ama daha sonra anlattıkları beni daha çok etkiledi, özellikle İlâhî aşk konusunda. Benim kimliğimde İslâm yazıyor, ama ne anlama geldiğini bilmiyorum. Çünkü çevremde İslâmı yaşayan bir arkadaşım yok. Ama Burak Beyin söyledikleri beni araştırmaya yöneltti. Artık bir meşguliyetim var ve önce Mevlâ'dan başladım araştırmaya. Burak Beye çok teşekkürler ve Bizim Radyo'ya."
Şu bir kaç örnek bile radyo hizmetlerinin hayatımızda ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu göstermiyor mu?
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Ürgüp, Nevşehir, Kayseri |
|
Türkiye, medeniyetler ülkesi. Mazisi, baştan sona kitaplar dolusu tarihî bilgi ve belgelerle dolu. Ürgüp bunlardan bir tanesi. Asurlar, Hititler, Kapadokya krallığı, Selçuklular, Osmanlılar ve bunların bıraktığı kiliseler, kervansaraylar, camiler ve emsâli kültür varlıkları, silinmeyen ve tazeliğini muhafaza eden mühürlerdir. Ürgüp'ün hangi tepesinden Ihlara vadisine baksan bu tarihî motifi ve Cenâb-ı Hakk'ın turralarını birer birer görürsün. Maziyi, tarihî, dağlardan tepelerden ve üstündeki âsârdan okursun ve okumakla çok pencereler açılır.
Bu aziz beldedeki iman ve Kur'ân hizmetine ve mazideki barış ve sevgi gerçeğine vâkıf olan, 2008'lerde ve ilerideki yıllarda ülkemizde ve gönüllerde bu mânâyı görmek isteyen ve nefislerinde yaşayan can kardeşlerimiz, dâvâ sahipleri, bir yıldan beri benim burada bir konferans vermemi istiyorlardı. 1978 yazında bu diyarda 15 yıl kalan ve 12 yılı müftülükle geçiren, imam ve müftü yetiştiren merhum Abdülmecid Ünlükul'un hayatını yazarken arkadaşlarımla gelmiştim. Fakat geçen haftaki geliş çok farklıydı. Aradan 30 yıl geçmiş. Ne çabuk geçmiş. Fakat üzülmedim, mahzun da olmadım. Çünkü bir istikrar içinde yollardayız ve hizmetin eşiğindeyiz.
Bir turizm beldesi olan Kapadokya'nın incisi, 10 bin yıllık tarihî maziye sahip kültür merkezi Ürgüp'te, dinler arası diyalogları ve AB sürecinin görüntülerini, doğu batı münasebetlerini ve emsâli iletişimleri görebilirsiniz. Bu nevî görüntüler, güzel Anadolu'nun bu iç kesimlerinde görülmektedir. "Bir Değer Olarak Barış ve Sevgi" konulu konferansımızda da verdiğim çeşitli örneklerden bir tanesi:
Hz. Mevlânâ, Divân-ı Kebîr'inde geçen "Gel, gel, ne olursan ol yine gel..." rubâisini ve emsâli çarpıcı ve sarsıcı sözlerini, o tarihlerde Konya'da bulunan sinagog ve kilise ehlinin önünde durarak söylüyor. Neticesi ne mi oluyor? 2008 itibarıyla Konya'da 1100 cami ibadete açık ve dolu. İki tane kilise kalmış, ibadete açık değil. Ürgüp ve çevresi de böyle. Müsbet hizmetin ana yolları... Barışın ve sevginin dalları...
Dış dünyada görülen bütün güzelliklerin kaynağında bizim kültürümüz ve bizim mânevî değerlerimiz vardır. Çok medeniyetler bunu alıp elimizden ya çalmışlar ya da alıp götürmüşler. Şimdi yeni kılıflar ve libaslar giydirerek bizlere satıyor ve uymamızı talep ediyorlar. Bizler Osmanlının, Selçuklunun mozaiki ve özü olan aziz Türkiye'de, ecdadımızın topraklarına sahip çıktığımız gibi sahip çıkmalıyız, her cihetle kurtuluşumuz böyle olacaktır.
Kar kış demeden Ürgüp salonlarını dolduran can dostları, konferans sonrası beni bırakmadılar; bir geceyi Nevşehir'de, bir geceyi de Kayseri'de geçirdim. Oralarda da boş durmadık, bizler gibi fıtratları coşkun olan gönül dostlarımıza "İttihad-ı İslâm ve ülkenin birlik beraberliği" üzerine tarihî fasıllar yaptık. Birincisini, Nevşehir Yeni Asya gazetesi temsilciliği salonunda; ikincisini, Kayseri Yeni Asya gazetesi seminer salonunda deruhte ettik. Gözlerine baktığım her kardeşimiz, İslâm dünyasının bu kanayan yarasının dinmesini ve son bulmasını istiyordu. Elimizdeki dokümanlar, Kur'ân'ın âyetleri, Fahr-ı Kâinat Efendimizin (asm) hadisleri ve Bediüzzaman Hazretlerinin, Mevlânâ Hazretlerinin, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-ı Velî Hazretlerinin, emsâli gönül sultanlarının söz ve tesbitleri idi.
Saymakla ve yazmak bitmeyen bu güzel sözler ve çıkış yolları içerisinde daha saymadığımız ve zikredemediğimiz sözler ve çıkış yolları vardı. Bunların bir tanesini, beni hiç yalnız bırakmayan faal kardeşim Alpaslan Çevik bana ezberlettirdi, o da Hacı Bektaş-ı Velî'nin sözü: "İncinsen de incitme ve karşındaki düşmanın insan olduğunu unutma". Evet bu diyarlara bu sözler yakışır. Şanlı tarihimize yapışanlara, Türkiye'nin mânevî harcı olan can dostları kardeşlerime ve salonlarda bizleri yalnız bırakmayan vefakâr arkadaşlarıma tek tek teşekkür ediyorum. Merak etmeyin her şeye rağmen istikbaliniz parlak olacaktır.
Bu hafta da iki hükümdarın diyarındayız inşaallah...
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Suçlunun savunma refleksi |
|
Suçluların savunma refleksi, aynı zamanda onların kendilerini nasıl hissettiklerini de yansıtıyor.
Bu sebeple, sorgulamalar karşısındaki reaksiyoner tavırları da farklı farklıdır.
Meselâ: "Hem suçlu, hem güçlü" olanlar, kendilerinde güç vehmettikleri müddetçe "saldırgan" olurlar. Bunlar, aynı zamanda zâlimdir; zulüm yapmaya devam ederler. Tâ "Ezzulm-ü lâyedûm/zulüm devam etmez" kalesinin duvarına toslayıncaya kadar...
Zulme devam edemeyip kuvvette düştüklerinde ise, bu kez "sözlü savunma" refleksi harekete geçer: "Ben yapmadım. Biz yapmadık" demeye başlarlar. Tıpkı, yaramaz ve haşarı tabiatlı bir çocuğun, işlediği suçlar karşısındaki savunma refleksi gibi...
Aslında, bu âni savunma hali, o kişinin hem suçlu, hem de âciz bir durumda olduğunun da bir göstergesidir.
Böylesi suçlu âcizlerin, meselâ kulağını çeker veya ayağına basarsanız, fazla ses çıkarmaz, şiddetli itirazlarda bulunmaz. Zira, o da her suçun bir cezası olduğunu bilir. Dolayısıyla, suçluluk psikozu içindedir ve bir bakıma cezayı zımnen kabul eder.
Bu sebeple, onun savunma refleksi de yavaşlar. (Polislerin özellikle âdi suçluları ortaya çıkarmada kullandıkları bu metod, çoğu zaman isabetli sonuçlar veriyor.)
Sözlü sorgulamada ise, suçlunun üzerine yoktur. Savunma refleksi son derece hassas, kuvvetli ve şiddetlidir. En iyi avukata bile parmak ısırtacak kadar profesyoneldir.
Ne var ki, bu tarz bir savunma halinin, zaif düşmüş suçlulara mahsus olduğunu da hesaba katmak gerekir.
* * *
Şu sıralar, kendini "Cumhuriyet aydını" klâsında gören bazı kalem ve kelâm erbabının, adeta suçluların savunma refleksine benzer bir hareketle, özellikle tek parti dönemindeki baskıcı uygulamaları savunma pozisyonuna geçtiklerini görmekteyiz.
Henüz, hürriyet ve demokrasinin hâkim kılındığı bir tarih mahkemesine çıkarılmadan, sadece "buluttan nem kapma" saikiyle harekete geçtiler ve kendilerini meselâ şu tarz sözlerle savunmaya başladılar: "Hayır! Öyle değil. Bu söylenenler doğru değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında dine ilişilmedi, dindarlara da baskı falan yapılmadı. Laiklik, dinsizlik şeklinde tatbik edilmedi. Kimseye kànun dışı, hukuk dışı bir muamele yapılmadı. Tek parti dönemine iftira ediliyor, haksızlık yapılıyor. Kanmayın, inanmayın bunlara..."
Evet, bu tarz bir savunma şekli, hiç şüphesiz ki "suçluluk psikozu"ndan kaynaklanıyor. Reaksiyoner olduğu âşikârdır ve tamamen "suçlunun savunma refleksi"ni andırıyor.
Ama, yine de kimsenin korkmasına gerek yok. Zira, eski tahribata karşı, mukabil bir tahribatla değil, zulme karşı bir başka zulümle değil, her halükârda yine tamiratla iş görülecek ve herkese adâletle, hakkâniyetle muamele edilecek.
Aynı şekilde, bundan böyle tek parti dönemi için, hesaba çekilecek olan şahıslar değil, fikirler, düşünceler ve politik yöntemler olacak.
Tarihimizin gidişat seyri de, bize durumun böyle olacağını gösteriyor.
MEDYA
Patronun itirafları
Dünkü Yeni Şafak gazetesinde röportajı yayınlanan eski medya patronu Dinç Bilgin, acı olduğu kadar düşündürücü ve bir o kadar da ibret dolu itiraflarda bulunuyor.
Bilhassa "28 Şubat süreci"nde sahibi olduğu atv ile Sabah gazetesinin demokrasiden uzaklaşarak "katı devlet yanlısı" bir yayın politikası izlediğini, andıç meselesinde oyuna geldiğini, sahibi olduğu yayın organlarında suçsuz bazı şahıs ve çevrelerin haksız eleştirilerle yıpratıldığını, özellikle Sabah'ın yoldan çıktığını acı, dramatik bir dille itiraf ediyor, Dinç Bilgin.
Aynı dönemde, Ankara'da düzenlenen "Bediüzzaman mevlidi", "İlâhi İkaz: Deprem" başlıklı neşriyatımız ile gazetemizin imtiyaz sahimi Mehmet Kutlular aleyhinde de çok şiddetli, küstahça, hatta düşmanca yayın yapan Bilgin'in o zamanki Sabah gazetesi-yine Bilgin'in itirafıyla-demek ki "raydan çıkmış, yoldan sapmış" bir durumdaydı.
Ne var ki, o dönemde en büyük fatura bize kesildi. Sayısız mahkeme ve maddî cezalarla, pek büyük mağduriyetler yaşadık.
Şimdi itiraflar gırla gidiyor; mâsumiyetimiz bir kez daha tescil edildi. Ancak, biz yine çektiğimizle kaldık.
Demek, görülecek hesap o derece ağırdır ki, bu dünyanın adâlet terazisi o sıkleti çekemiyor.
GÜNÜN TARİHİ 11 Ocak 1556
Fuzuli'den berceste mısralar
Azerî asıllı büyük divan şâiri Fuzûlî, Kerbelâ'da vefat etti.
Asıl adı Süleyman olan Fuzûlî'nin vefat sebebi, bölgede yaygın şekilde (sarî illet) yaşanan vebâ, yani tâun hastalığına yakalanmasıdır.
Bağdat Kasidesi, Hüsn ü Aşk, Leylâ vü Mecnûn, Şikâyetnâme gibi mühim eserlere imza atan Fuzûlî'nin en meşhur ve en makbul şiiri ise, Hz. Muhammed (asm) için yazmış oldu "Su Kasidesi"dir.
Şair Fuzûlî'nin bir de "Berceste mısraları" vardır ki, bunların da her biri insanın dünyasına ayrı pencereler açtırıyor.
İşte o mânidar mısralardan bir demet...
Döğülmeye, söğülmeye, koğulmaya billâh
Hep râzıyım, ammâ ki efendim senin olsam
* * *
Eylesen tûtîye (papağan) tâlim-i edâ-yı kelîmât
Sözü insan olur ammâ, özü insan olmaz
* * *
Ey dil ki hecre doymayıp istersin ol mehi
Şükr et bu hâle, yoksa gelir yüz belâ sana
* * *
Ah eylediğim serv-i hırâmânın içindir
Kan ağladığım gonce-i handânın içindir
* * *
Dostum, âlem seninçün ger olur düşmen bana
Gam değil, zîrâ yetersin dost ancak sen bana
* * *
Ne yanar kimse bana âteş- i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı
* * *
Avâreler, felekzedeler, mübtelâlarız
Alemde bir muhabbete kalmış gedâlarız
* * *
Hâlî etmiştir mahabbet beni benden dostlar
Ayb kılman âlemde görseniz bî-pervâ beni
* * *
Demen kim adli yok, yâ zulmü çok her hâl ile olsa
Gönül tahtına andan özge sultân olmasın yâ Rab.
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bir milyar kilometrekarelik bir yörüngede yol almak |
|
Mehmet Bey:
*"33. Sözün 22. Penceresinde bahsi geçen, 'Hangi tesadüf şu acaib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acâib yaparak yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür'atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?' cümlesindeki yirmi dört bin seneden maksat nedir? Bu konuyu biraz açar mısınız?"
Otuz Üçüncü Söz'ün Yirmi İkinci Pencere'si yerküredeki tevhid âyetlerini nazara veriyor. Bedîüzzaman Hazretleri bu derse, yerkürenin yüz bin ağzı bulunduğunu, her bir ağızda yüz bin dilin yer aldığını, her bir dilde Allah'ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, iradesini ve sair sıfatlarını gösteren yüz bin zikir, tesbih ve delil bulunduğunu kaydederek başlıyor ve yerkürenin anatomisini coğrafya ölçüleriyle işliyor.
Bu Pencere'de bildiriliyor ki, yerkürenin yaratılış öncesine baktığımızda, akan bir sudan taş ve taştan toprak yaratıldığı anlaşılmaktadır. Eğer su olarak kalsaydı mesken edilmeye ve yaşanmaya kabil olmazdı. Eğer taş olduktan sonra demir gibi sert kalsa idi, istifade edilmezdi. Öyleyse yeryüzünü yaşanıp istifâde edilecek toprakla doldurarak canlıların ihtiyaçlarını gören elbette Sâni-i Hakîm'dir.
Toprak tabakasının üzerine; içinden gelen zelzeleler ve sarsıntılar yerküreyi hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın ve yerküre teneffüs etsin, denizin istilâsından karaları kurtarsın, canlılara lâzım olacak hayat maddeleri için birer hazine olsun, havayı tarayarak zehirli gazlardan temizlesin, suları içinde biriktirip depolasın ve canlılar için lâzım olan sair madenlere kaynaklık etsin diye dağlar direği dikilmiştir. İşte yerkürenin bu vaziyeti, doğrudan, yüksek hikmet ve sonsuz kudret sahibi Allah'ın varlığına ve birliğine kesin bir delil teşkil etmektedir.
Bu bilgileri verdikten ve bütün dikkatleri hikmetle yaratılmış yerküre üzerine çektikten sonra Bedîüzzaman Hazretleri soruyor: "Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür'atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?"1
Yerküremiz, saniyede otuz kilometrelik (saatte yüz sekiz bin kilometrelik) bir hızla, yaklaşık bir milyar kilometre olan güneş etrafındaki yörüngesini üç yüz altmış beş günde, yani bir yılda alıyor. Demek oluyor ki, yerküremiz üç yüz altmış beş defa kendi ekseni etrafında dönerken, bir defa güneş etrafında dönüyor.
Dünya gezegeninin dört ayrı hareket sergilediği gözleniyor. 1- Kendi ekseni etrafında dönüyor. 2- Diğer gezegenlerin etkisiyle güneşle birlikte yörünge içi hareketlerde bulunuyor. 3- Güneş etrafında dönüyor. 4- Güneşle ve sâir gezegenlerle birlikte saniyede yirmi kilometrelik (saatte yetmiş iki bin kilometrelik) bir hızla Herkül takımyıldızının sınırında bulunan bir noktaya doğru ilerliyor.2
Yerküre baş döndürücü hızıyla bir Mevlevî gibi raks ede ede dönerken, üzerinde dizilmiş eşyaları dağıtmıyor, sırtında yaşayan canlılara zarar vermiyor, insanları korkutmuyor, hayvanları ürkütmüyor; tam aksine çok rahat bir beşik gibi, müşfik bir ana kucağı gibi hiçbir sarsıntı hissettirmeksizin dönüyor, dönüyor, dönüyor.
Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, yerkürenin güneş etrafında aldığı bu uzun yörüngenin ölçüsünü verirken bir fıkıh terimi kullanarak, yaklaşık bir milyar kilometreyi, yirmi dört bin senelik bir mesafe olarak nazarlara sunuyor.
Bu, şu demektir: Normal bir hızla yaya yürüyen bir insan altı saatte yaklaşık otuz kilometre yol alır, on sekiz saatte (yani dinlenme süreleri ile birlikte üç günde) ise doksan kilometrelik yol alır. Doksan kilometrelik yola çıkan bir insan, bu mesafe ile seferîlik haklarından yararlanır.
Gelelim hesaplamaya: Bir yılda üç yüz altmış beş gün vardır. Bir gün yirmi dört saat hesabıyla, üç yüz altmış beş gün, sekiz bin yedi yüz altmış saat ediyor. Bu hesabı yürüttüğümüzde, normal bir hızla yaya yürüyen bir insan yer kürenin yaklaşık yörünge uzunluğu olan bir milyar kilometreyi yirmi dört bin senede alıyor.
Demek yerküremiz insan yürüyüşü hızıyla yol alsaydı, güneşin etrafındaki bir turunu yirmi dört bin senede tamamlayacaktı. Ya da, yirmi dört bin seneye bir sene diyecektik.
Oysa yerküre saatte yüz sekiz bin kilometre hız yaparak, güneş etrafındaki uzun mesafeyi bir senede alıp geçiyor. Böylece insanın yaya yürüyüşüne göre yirmi dört bin sene tutacak olan bir mesafeyi, yerküre bir senede gezmiş ve üzerinde yaşayan emanet-i kübrâ sahibi halifeleri gezdirmiş oluyor. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, bir "sefine-i Rabbanîye" (Rabbani gemi) olduğunu eksiksiz göstermiş oluyor.
Bize, bu eşsiz uzay gemisinde, eşsiz bir uzay seyahati ikram eden Allah'a sonsuz hamd olsun demek düşüyor.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 616
2- Hachette, 12/4711
11.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|