Şu tevafuka bakın ki 'Bizdenciler' başlıklı makalemi yayınladığım gün veya bir öncesinde Nur Vergin'in çok ses getiren konuşmasının yansımalarından biri olarak Ertuğrul Özkök'ün eleştirilerine Nur Vergin'in cevabî yazısı yayınlandı. Bu cevabî yazı aslında bizim söylemek istediklerimizi tamı tamına özetliyordu. Bakın Nur Vergin yazısının bazı satırlarında bu hususta neler yazmış: "AKP iktidarda olmasaydı, ülkeyi kan götürecekti' dediğimi yazıyorsunuz. Böyle bir şey demedim. Dediğim, AKP'nin kentlerimizi çevreleyen mahallelerdeki dindar insanlara umut verdiğidir. 'Bizden birileri bizi yönetiyor' duygusunu yaşattığıdır..."
Bu duygunun bir yanılsama olduğu da satırların derinlerinde gizli. Hükümet erkânı kadına karşı pozitif ayrımcılığı benimsiyor. Hâl ve etvarıyla bunu gösteriyor. Halbuki pozitif ayrımcılık yapılacaksa aileye yapılmalıdır. İkinci olarak, Kürtlerin yaşadığı bölgeler ile Alevi kesimlere yönelik de böyle bir pozitif ayrımcılıktan bahsedilmektedir. Kürtlere yönelik pozitif ayrımcılık daha ziyade yatırımlarla alâkalı. Pozitif ayrımcılık muvacehesinde bazı bölgelere öncelik tanınması tabiîdir. Alevilere yönelik olarak pozitif uygulamada ise hukukî bir boyut sözkonusu. Halbuki hukukta imtiyaz yoktur. Tekkeler mesabesindeki cemevleri yasallaştırılma kapsamına alınırken meselâ Mevlevilik gibi tarikatların yeniden örgütlenmesi önündeki kanunî sınırlamalar ve kayıtlar kaldırılmıyor. Hukuk devletinde bu kabul edilemez. Camileri devlete bağlarken cemevlerine bağımsızlık veya özerklik verilmesi çifte standarttır. Hukukî olmayan bir imtiyazdır. Bu konuda imtiyaz değil eşitlik gereklidir. Aksi takdirde, bu yanlış imtiyaz gelecekte içinden çıkılmaz bir kargaşayı da beraberinde getirecektir.
***
Bu gelişmeler gösteriyor ki, pozisyonel olarak güçlenmek; devlet yapısı içinde etkin olmak, her zaman ilkesel olarak güçlenmek anlamına gelmiyor. Aksi takdirde, arz edilen tabloda olduğu gibi bu pozisyonel üstünlük birisine imtiyaz getirirken diğerine de mahrumiyet getirmektedir. Yeni YÖK başkanının uygulamalarıyla bu örnekleri derinleştirebiliriz. Sözgelimi YÖK Başkanı Özcan, ilk konuşmasında özgürlük vurgusunda bulundu. Ama bu hususta pozisyonel üstünlüğe rağmen ilkesel bir üstünlüğe ulaşılamadığı ve eşitlik sağlanamadığı görülüyor. Ayrımcılık şeklinde imtiyazlar yeni YÖK başkanının gölgesinde de devam ediyor. Hatta özgürlükten bahsetti diye adam kendisini yargı sürecinin karşısında buldu. Teziç'ten farkı bu olsa gerek. Teziç orada emanetçi gibi durmuyor ve makamın sahibi gibi algılanıyordu. Özcan için aynı şeyleri söylemek zor. Bırakın kurumunun tüzel hukukunu kendi haklarını bile korumaktan aciz. Ayrıca, 'Kime niyet, kime kısmet' tekerlemesinin çağrıştırdığı bir şekilde ilk icraatı bir başörtüsü yasakçısını kollamak ve soruşturmasını düşürmek olmuştur.
Şahin Filiz izinsiz olarak SKY Türk'te konuştuğu için soruşturma kapsamına alınmış. Ve çıktığı programda da başörtüsüyle alâkalı mahut ve bildik tezlerini seslendirmiş. O, Muazzez İlmiye Çığ gibi başörtüsünün Hitit'lerde fahişe kıyafeti olduğunu söylemese bile başörtüsü geleneğinin İslâm'da bulunmadığını Yahudi geleneğinden devşirildiğini söylemiş. Ayrıca, Yahudi geleneğinden geçtiğini farz etsek bile yasak olması mı icap ediyor? Özcan'ın ilk icraatı Filiz Şahin hakkındaki soruşturmayı kaldırmak oluyor.
***
Tam tersi bir örnek de Ahmet Şark veya Taceddin Hilali örneklerinde olduğu gibi Fatih Sultan Mehmet Camii İmamı Hasan Hakyemez'in kadının çalışmasının içtimaî mahzurları yönünden yaptığı bir vaazdan dolayı soruşturma geçirmesidir. Filiz Şahin'e sahip çıkan irade bu örnekte imamı sadece yalnız bırakmakla kalmıyor, aynı zamanda infaz korosuna da katılıyor. Garip olan budur. Hoca'nın sözleri, bağlamının dışına çıkarıldı. İmamın sözleri sanki, 'kadının çalışması haram' şeklinde aksettirildi. Halbuki herkes bilir ki İslâm'da kadının çalışması haram değildir. Ancak mahremiyet ve ortam bağlamında yani sosyolojik olarak bu hüküm zaman zaman bağlamına göre değişir. Sınırlama içtimaî duruma göre taayyün eder. Bazı Diyanet mensupları ise imamın maksadını değil de aksine kastetmediği hususu öne çıkardılar. İslâm'ın kadının çalışmasına müsaade ettiği tezini işlediler. Doğru ama Hoca bundan farklı bir şey mi söylüyor? İşte bu iltibas zemininde Hoca infaz süreciyle karşı karşıya bırakıldı. Halbuki Hoca'nın 'uygun olmayan ortamlarda kadınların çalışması aile bağlılığına ve saadetine zarar verebilir' demek istediği açık. Bu, tevil değil gerçek. Tevil olan öteki yani Hoca'nın kadın çalışamaz dediğinin söylenmesidir.
İslâm'da kadının çalışması elbette ki yasak değildir. Ama bunun mahremiyetle alâkalı bir bağlamı da vardır. Bu ibaha alanı, alana göre renk alır. Kadının çalışması aileyi güçlendirmeye matuf olmalıdır. Aileyi zayıflatan bir çizgide seyrediyorsa bu sadece sosyolojik bağlamda değil aynı zamanda ontolojik bağlamda da yanlış olur. Zira aileyi çökertir. Modernizmle birlikte gelen kadının her ortamda çalışması anlayışının aileyi ne hâle getirdiği ortada.
***
Fazıl Say olayında da yanlış bir pozitif ayrımcılık gözetilmiştir. Adam 'Laiklik elden gidiyor ben de pılımı pırtımı toplayacağım ve bu ülkeden gideceğim' diyor. Ve dışarıda okumak zorunda kalan başörtülü öğrencilere gösterilmeyen ilgi alâka, şefkat nedense hazrete gösteriliyor. Adam, Yağmurdereli gibiler için hakaretler yağdırıyor, buna mukabil bakanlar devreye giriyor ve gönlü alınmaya ve kesesi doldurulmaya çalışılıyor. Bu, adamın ithamlarını zımnî olarak kabul etmektir. Halbuki belki eskiden olsaydı hükümetten birileri çıkar ve şöyle söylerdi: "Hande'ni de al, çek git..." Dolayısıyla pozisyonu güçlendirmekle ilkeyi güçlendirmek birbirinden çok farklı. Pozisyonunuzu güçlendirdiğiniz yöntemle ne yazık ki ilkelerinizi güçlendiremezsiniz. Her tarz ve yöntem aslının bir meyvesidir.
07.01.2008
E-Posta:
[email protected]
|