“Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden, ırktan, ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi bu hayat üslubuna göre de saatlerimiz ve günlerimiz vardı.
Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. Müslüman’ın mesut olduğu günler işte o günlerdi.”
İnsanla ve insanlardan teşekkül etmesi hasebiyle dinle, milletle, cemiyetle zaman arasındaki ilgiyi bu cümlelerde nazara vermiş Ahmed Haşim. Bunu yaparken de münhasıran Müslümanları örnek göstermiş.
Şair, ‘Müslüman Saati’ adlı yazısında her insanın, zamana kendine göre sıfatlar kazandırabileceğini anlatırken eskiden Müslümanların inançları ve yaşayışları ile bunu başardıklarını yazmış.
Gerçekten de insanın yaşarken diğer zamanlara nisbetle bazı zamanlarda kendini daha huzurlu hissettiği, şahsî kişiliğini ve dinî, içtimaî kimliğini bulduğu bir vakıa.
Aslında yalnız Müslümanlara has bir hususiyet değil bu hâl. Zamanın akışı içinde bütün insanlar, bazı zaman dilimlerine ve vakitlere kendilerince mânâlar yükleyip o zamanları kendilerine ait sıfatlarla tavsif etmeyi bir mutluk vesilesi sayarlar.
Nitekim dünyadaki her dinin, düşüncenin, milletin, fikir grubunun ve insan topluluğun, bazı tarihî hadiseler veya tabii hâller vesilesiyle kendine mâlettiği bir zamanı vardır.
Bir dinin, cemiyetin, milletin herhangi bir zamanı sahiplenmesi, başka bir dinin, milletin veya cemiyetin aynı zamana kendince mânâlar izafe edip o şekilde yaşamasına mani değildir.
Üstelik zaman geçip telakkiler farklılaştıkça bunlara yenileri eklenmekte ve Anneler Günü, Babalar Günü, Sakatlar Haftası, Zafer Ayı, Barış ve Hoşgörü Yılı gibi yeni günler, haftalar, aylar, yıllar eklenmektedir.
Tarih boyunca bütün dinler, milletler ve cemiyetler bazı zamanlara kendilerince mânâlar vererek inandıkları hakikatleri geleceğe ulaştırmaya çalıştıklarına göre bu bir hilkat hakikatidir.
Müslümanların, günün bazı vakitlerini, haftanın günlerini ve yılın aylarını münhasıran Müslümanlara mahsus zamanlar addetmeleri ve o zamanları mânevî ihtizazlar içinde yaşamaları da bu İlahî hakikatin neticesidir.
Zira, zamanın Müslüman’ı olmaz.
Ama Müslüman’ın zamanı olur.
***
Meselâ, fecir bir Müslüman zamanıdır.
Her insan fecir zamanını yaşar. O zamanı kimi uyuyarak geçirir, kişi uyanık. İş yapanlar da vardır, rehavet içinde olanlar veya hislerini fecir manzaralarının renkli büyüsüne kaptırıp kendinden geçenler de.
Müslümanlar içinse o vakit ibadet zamanıdır.
Peygamber Efendimizin (asm), o vakitte kılınan namaza hususî bir ehemmiyet vermesi, aynı ibadetin çok daha fazlası başka vakitte yapılsa da aynı neticeyi vermemesi, Müslümanların fecir zamanına uhrevî bir nazarla bakmalarına yetiyor.
Seher vaktinde kalkıp sabah namazlarını kılan mü’minlerin, namazın öncesinde ve sonrasında an be an değişen fecir manzaralarını temâşâ ederek ibadetlerini tefekkürle zenginleştirme imkanı bulmaları da o zamanda hissedilen feyzi arttırıyor.
Aynı zaman içinde günün başlangıcını yaşama, yer ve gök manzaralarını seyretme, tabiata hakim olan âhenkli sesleri dinleyip emsalsiz seher renklenişini seyretme şansı da bir başka cazibe vesilesidir.
Bir Müslüman, o vakti tabiatla baş başa geçiren bir insanın hissedebileceği bütün tenezzüh ve temâşâ zevkini almakla kalmaz, zamanını ibadetle geçirerek zevkini ebedîleştirme fırsatı da yakalar.
“Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahî mânâyı veren o akılları hayrette bırakan mimariyi anlamış değillerdir. Esmer camiler, fecirden itibaren semavî bir altın ve semavî bir çini ile kaplanır ve İslâm ustalarının tamamlanmamış eserleri o saatte tamamlanır.”
Onun için şairin bu cümlelerle de dile getirdiği gibi fecir zamanı, sadece mü’minlerin o vakitte ibadet etmeleri açısından değil, camilerin Müslümanlarla dolup taşarak mânâlarının tamamlanması cihetiyle de tam bir Müslüman zamanıdır.
Lâkin bir Müslüman’ın, o zamanın hazzından ve zevkinden istifade edebilmesi için sadece Müslüman sıfatını taşıması yetmez. Hem İslâm dininin emirlerine uyarak, hem de beşerî hasselerini harekete geçirerek muttaki bir Müslüman olmanın şartlarını yerine getirmesi de gerekir.
Sabahleyin erkenden kalkan Müslüman, çeşitli sebeplerle aynı vakitte kalkan insanlardan farklı olarak namazını eda ederse, o zamana yaşayışıyla Müslüman sıfatını kazandırmış olur.
Bunu yapmadığı takdirde, kendisinin Müslüman sıfatı taşıması, istediği anda bütün beşerî latifelerini harekete geçirebilen zevk-i selim sahibi bir insan olması pek bir mânâ ifade etmez.
Elbette, bir günün içinde sadece fecir vakti değildir Müslüman zamanı. Fecrin yanı sıra öğle, ikindi, akşam, yatsı gibi günün sair inkılap vakitleri de aynı zamanda ibadet vakti olmaları hasebiyle birer Müslüman zamanıdır.
Hatta bir Müslüman, Sünnet-i Seniyeye uyarak duha, evvabin, teheccüd namazlarını kıldığı takdirde, o vakitlerin arasında geçen zamanları da kendi adına Müslüman zamanı hâline getirebilir.
Bu hassasiyeti ne kadar çok Müslüman taşır, yaşar ve vaktini ibadetle, zikirle, tefekkürle ihya etmeye çalışırsa; o zaman, mânen o kadar feyizli, bereketli, semereli geçer.
Bu da, o zamanı Müslüman zamanı addetmeye yeter.
***
Kurban Bayramı da bir Müslüman zamanıdır.
Bazı bölgelerde Hacılar Bayramı denir bu mübarek zamana, bazı yerlerde Tekbir Bayramı. Telaffuzu değişik, beklentisi farklı da olsa inanışı ve yaşanışı aynıdır.
Varlığını idrak eden her mü’min bir yıl boyu bu zamanı bekler.
Elbette en heyecanlı bekleyişi, bu bayramın ihsan edildiği mukaddes beldelere gidip dinî feraizini hakkıyla ifa ederek asıl mükafâtını âhirette göreceği ‘Hacı’ sıfatını kazanma idealiyle yollara düşen Müslümanlar yaşar.
Her ne kadar oraya gidenlerin yaşı kemale erenleri oralardan dönmemeyi dileseler de kendilerinin bile tam olarak anlayamadıkları sevinç ve hüzün arası garip bir hisle aile büyüklerini veya yakınlarını o ibadet mahallerine uğurlayanlar da onların yollarını gözlerler.
Ama bayram herkesin bayramıdır ve her yerde benzer bekleyişler yaşanır.
Kimi hayatının ilk bayram sevincini yaşama hevesiyle bekler bu zamanı, kimi son bayramı olabileceği endişesiyle, kimi de sevincine sevinç katıp yeni mutluluklar yaşamak ümidiyle.
Kiminin içinde hasret kaldığı simalara kavuşma beklentisi vardır, kiminin içinde gurbetin acısını dindirip vatana, sılaya, yuvaya, baba ocağına, eşin dostun, kavim kardeşin arasına dönerek uzun zamandır yürek yakan hicran ateşini söndürme çabası.
Hali vakti yerinde olan Müslümanlar besili bir kurban kesmeyi arzu ederken dağda sürü otlatan çobanlar, mandırada kurbanlık besleyen besiciler mallarının iyi para etmesini ve emeğinin zayi olmamasını isterler.
Kesilen kurbanların üçte birinin fakir fukaraya dağıtılması gerektiğinden, et lezzetini ancak bayramda dağıtılan paylardan nasibini alarak tatmayı ümit eden insan da az değildir.
Kurban Bayramı yaklaştıkça bu arzulara, isteklere; evlerdeki yemek, tatlı, şeker, kolonya hazırlıkları; bayramlık elbise, ayakkabı ve hediyelik eşya tedarikleri de eklenir.
Bu arada aile büyükleri hassaten dedeler, nineler; çocukları, torunları, yeğenleri sayıp onların arkadaşlarını da hesaba katarak bayram harçlıklarını ayırırlar.
Çocuklar da önceki bayramlarda aldıkları harçlıkları göz önünde bulundurarak kimin ne kadar bayram harçlığı vereceğini tahmin ederler ve o paralarla alacakları şeylerin hayalini kurarlar.
Şairin sözünü ettiği zamanlarda pek olmasa da son yıllarda bilhassa büyük şehirlerde kurulan bazı vakıflar, dernekler ve yardım kuruluşları; yapılan canlı bağışlardan, toplanan deri ve sakatatlardan mümkün olduğu kadar fazla pay almanın plânlarını yaparlar.
Aynen her sene yaptıkları gibi.
***
Yine öyle oldu.
Bu sene de bayram yaklaştıkça beklentiler belirlendi, hazırlıklar tamamlandı ve camilerde kılınan bayram namazları ile birlikte bayramlaşma heyecanı başladı.
“Bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikir ve tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup aktar u etrafıyla ‘Allah-u ekber’ deyip kıblesi olan Kâbe-i Mükerremenin samimi kalbiyle niyet edip Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle ‘Allah-u ekber’ diyerek o tek kelime etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara-misâl ağızlarındaki havada temessül ediyor. Bir tek Allah-u ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allah-u ekber vuku bulduğu gibi o makul zikir ve tekbir semavâtı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de teveccüh ederek sada veriyor.”
Bediüzzaman Said Nursi’nin, bu cümlelerle ifade ettiği müşahedelerinde de olduğu gibi Mukaddes Beldelerden yükselen muazzam tekbir sadalarına sair yerlerdeki mü’minlerin tekbirleri de eklenince Şeair-i İslâmiye hayatın işleyişine hakim oldu ve bir Müslüman zamanı daha tecelli etti.
Müslümanların ifa ettikleri ibadetler, dualar, niyazlar; getirdikleri tekbirler, tehliller, salât u selâmlar aynı zamanda sair varlıkların lisan-ı halleri ile yaptıkları ibadetlerle birlikte ‘berzah âlemlerine teveccüh ederek sada verdiğinden’ bayram yalnız Müslümanların değil, bütün mükevvenatın bayramı hâline geldi.
Bu mânevî şehrayin günlerce yaşandı.
İnsanların ekseriyeti, hassaten ‘Allah’ın rahmetinden ümidini kesmeyenler’ umduklarını buldular, beklediklerine kavuştular ve bir Kurban bayramını daha gönül huzuru ile yaşadılar.
Hatta inanmayanlar bile Allah’ın rahmetinin tecellilerinden istifade ettiler.
Ne var ki bazı insanlar, Müslüman saatinde İslâm’a uymayan hâllere şahit oldukça hayıflanan mezkur şairin “Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz de şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz” sözleri ile dile getirdiği türden nâhoş hâller yaşadılar.
Son zamanlarda kurban kesen Mü’minlerin sayısı bir hayli arttı ama bayram âdâbına riayet ederek bu zamanı içtimaî kaynaşma vesilesi hâline getirenlerin sayısı azalmaya başladı.
Beşerî ve içtimaî zaafın tezahürü olan bu gibi hâller de Mü’minlerin, Müslüman zamanlarının içinde kaybolmasına ve o zamanların hududunun daralıp tesirinin azalmasına sebep oldu.
Halbuki, tam bir şeair-i İslâmiye olan bayramlar; Müslüman zamanlarının hududunun genişleyip tesirinin artması ve İslâm’ın hayata hakim olması için en güzel fırsattır.
Müslümanların, hâlisâne ibadetleriyle bütün zamanları Müslüman zamanı hâline getirmeleri duasıyla daha nice bayramlara...
23.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|