Ahzâb Sûresi 72. âyetinde Cenâb-ı Hak meâlen “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir” ferman eder. İnsanın kendi vücudu, çoluk çocuğu, eşi ve sahibi olduğunu zannettiği her şeyi, Allah’ın ona ihsan ettiği emânetler olduğu gibi; Kur’an-ı Kerim, Allah Resûlü (asm) ve onun sünnet-i seniyyesinin korunup yaşanması da, emânetler silsilesinin en önemli unsurlarıdır.
Ancak, bu emânetler içerisinde emânet-i kübrâ olan ve en büyük emânet olarak verilen şey, elbette ‘ene’ diye isimlendirilen benlik gerçeğidir. Ene, zâhiren açık görülen, hakikatte ise kapalı olan kâinatın kapılarını açan ve onun yaratılış sırlarını keşfeden bir anahtar külçesi olduğu gibi, gizli hazineler hükmündeki Allah’ın İlâhî isimlerinin sandıklarını da açan esrârengiz bir hakikattir. Mâhiyeti bilinir ve veriliş amacına uygun hareket edilirse, emânete riâyet edilmiş olur. Aksi takdirde, hıyânet edilerek Allah’a şirk koşulursa, mahlûkâtın en zelili ve aşağısı haline gelinir.
Cenâb-ı Hak, insana emânet olarak verdiği benlik duygusuna, Zâtının sıfat ve şuunâtını ve Ona has hallerini gösterecek, tanıttıracak işâretlerini ve numunelerini yerleştirmiştir. Allah’ın sıfatları zâtındandır ve ezelîdir. İnsandaki örnekleri ise sonradan verilmiştir. Allah’ı böyle bilen ve anlayan, Onun kulu olduğunu da idrâk eder. İnsana verilen cüz’î ilim sıfatı, sırf dünyayı kazanmak için değil, gerçek anlamda Allah’ı tanımamız içindir. Hakîki ilim sahibi, hakîki rızık verici, mülkün hakîki sahibi Allah olduğunu bilmemiz içindir. Bu açıdan ene, bir mukayese aracıdır. Kendindeki ölçücükler ve numûneciklerle Rabbini tanır. Fakat, imtihan vesilesi olması açısından benlik hakikatinin bir hayra bakan, bir de şerre bakan yüzü vardır. Hayra bakan cihetiyle kendi icat edemez. Yalnız verileni kabul eder, fail değildir. Şerre bakan yüzünde fiil sahibidir. Onun mâhiyeti, harf gibi, kendisini değil, başkasının mânâsını gösterir. Mâlikiyeti hayâlidir. Ancak o, Allah’ın mutlak ve sınırsız olan sıfatlarını bildiren bir ölçü birimidir. İşte, mâhiyetini böyle bilen bir insandaki ene, emâneti yerine getirmiş olur. Kâinatın ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve bilir. Kâinat ve içindeki varlıkların ne vecihle Yaratıcısına şahitlik yaptığını idrâk eder. Allah’ı bilir, tanır, hakîki anlamda Ona kulluk vaziyetini takınır. Her şeyi Ona teslim eder. Aksi takdirde, yaratılış hikmetini unutur, fıtrî vazifesini terk eder ve kendine Allah’tan bağımsız mânâ-yı ismiyle bakar ve kendini sahibi olduğunu zannettiği şeylere mâlik olarak itikat ederse, o vakit emânete hıyanet eder. Bütün şirkleri, şerleri ve dalâletleri meydana getiren enenin bu hâinâne cihetidir. Semâvât, arz ve dağları dehşete düşüren ve farazî bir şirkten korkutan enenin bu cihetidir.
Peygamberlik silsilesi eneye mânâ-yı harfiyle, Allah hesabına bakar ve veriliş maksadına uygun olarak istihdam eder. Felsefe silsilesi ise mânâ-yı ismiyle bakar, Allah ile bağlantısını koparıp atar ve veriliş amacının dışına çıkar. Allah’ın emrettiği ahlâkla ahlâklanması gerekirken, Allah’a benzemeye kalkar. Tarih boyunca Nemrut, Firavun, Şeddat ve deccalları yetiştiren enenin bu cihetidir. İbn-i Sina ve Farabî gibi Müslüman filozofları sıradan bir mü’min derecesine düşüren sır, eneye mânâ-yı ismiyle bakmaları ve Batı felsefesinin dıştan görünen şatafatına aldanmalarıdır.
İnsanı kemâlâta ulaştıran, yeni tâbirle kişisel gelişime mazhar kılan hakikat, ilim ve duâ ve Allah’a yapılan kulluktur. İlimlerin esası ve rûhu Allah’ı bilmek, tanımak ve Ona kulluk etmektir. ‘Enesel gelişim’ ise, insanın kendisini Allah’tan bağımsız bilmesi ve kendisine mânâ-yı ismiyle bakarak, sahip olduğunu zannettiği her şeyi kendisine isnat etmesidir. Mâhiyetindeki nihayetsiz aczini, fakrını, noksan ve kusurlarını unutarak, âdetâ bir ilâh gibi kendisini bütün noksanlıklardan tenzih ederek kendisine tapmasıdır. Böyle insanlar birer enâniyet âbidesidir. Gurur ve kibirlerinden yanlarına varılmaz. Kendinden başka herkese böcek nazarıyla bakar ve küçümser. Kendine öyle güvenir ve var olan kabiliyetlerini öyle beğenir ki, elinden gelse dünyayı yönetmeye kalkar. Mensubu olduğu milletin ırkçılığı da o adamın enâniyetine ilâve olursa, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı şeytan gibi mübâreze ve isyan eder. Nihayet, Allah’a şirk koşar. Irkçılık, toplumsal bir şirktir. Tövbe etmemek şartıyla, Allah’ın affetmeyeceğini haber verdiği en büyük günah şirk yapmaktır.
Model olarak Allah Resulünü (asm) esas alan ve onun sünnet-i seniyyesine sarılan, Esmâ-i İlâhiyeye ulaşır ve bağlanır. Neye baksa, neyle meşgul olsa ilim olur ve huzur makamını elde eder. Orada merkezde fert değil, Esmâ-i Hüsnâ vardır.
Asya-Nur Kültür Merkezinde yetmişten fazla katılımcı, Mesut Nurver’in bu ilginç ve Risâle-i Nur referanslı seminerini ilgiyle dinliyor ve soru-cevap bölümünde bu ilgisini açıkça gösteriyordu. Bir Pazar seminerimiz daha böyle verimli geçti.
(Not: Bütün okuyucularımızın Kurban Bayramını tebrik eder, İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim.)
19.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|