Anadolu’nun ortasında bir gönül mekânı...
Mevlânâ...
Asya’nın uzak tepelerinden Anadolu’ya uzanan bir mânevî halka... O’nu Mekke ve Medine ile bağlayan kuvvetli mânevî bağlar...
Mevlânâ seyyiddir. Yani, Peygamberimizin (asm) neslindendir.
Asırlar öncesinden Gönüller Sultanı (asm) şöyle demişti: “Benden sonra bir peygamber gelmeyecektir. Ama, her yüz senede bir müceddid gönderilecektir.” İşte o mücedditlerdendir.
“Gel, kim olursan ol gel” hitabı bir çağın adıdır.
Tövbe kapısı açıktır. “Nefesin tükenmeden gel” anlamını taşıyor.
Mevlânâ sekiz yüzüncü yılında dünyaca anılıyor.
Onun “Gel” çağrısı, asırlar boyunca devam ediyor.
Ve dünyanın binbir yerinden ona koşan insanlar ile dolup taşıyor.
Mecusinin birisi mevlevihanenin içine pencereden bakar. Bu mânevî mekâna zarar vermek ister. O gece rüyasında iki zebani kollarına girerek Cehenneme götürürken, Mevlana Hazretleri önlerine çıkar ve “Bunun kafası bizimdir. O bizim dergâhımızdan içeri baktı. Onun bu kafası Cehenneme gidemez” der. Kafasını koparırken, mecusi ter içinde uyanır; gidip iman getirir ve mevlevihanenin önemli bir rüknü olur.
O bir gönül çağlayanı idi...
Asrımızın mevlânâsı Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ise “Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u, ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım” diyor.
Sekiz yüz yıl değil bin sekiz yüz yıl geçse de, Mevlânâ, unutulmayan bir mâneviyat önderi.
“Çok insanlar gördüm üstünde elbisesi yok, çok elbiseler gördüm içinde insan yok” derken insanın mahiyetine ve insanın “insanca” yaşamasının sırrına işaret ediyor.
O Allah’ın halis kulu, ümmetin seçkin bir ferdidir.
13.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|