Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yoksa herşeye galip ve ihsânı bol olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı?

Sâd Sûresi: 9

13.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Akrabalarının hakkını gözet! Akrabalarının hakkını gözet!

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 536

13.12.2007


Cumhuriyet ki, adâlet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir

Biz ‘Kalû Belâ’dan Cemiyet-i Muhammedîde dâhiliz. Cihetü’l-vahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peymân ve yeminimiz, îmandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü’min Îlâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakkî etmektir. Zira, ecnebîler fünûn ve sanâyi silâhıyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de, fen ve san’at silâhıyla Îlâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.

Amma cihad-ı haricîyi Şeriat-ı Garrânın berâhin-i kàtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz; husumete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet ki, adâlet ve meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvetten ibârettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinâyettir. Ve şimâle müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa, istibdat tevzî olunmuş olur. “Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir” hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümfermâ olacaktır.

İttifak hüdâdadır, hevâ ve heveste değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru insanın kusuruna senet ve özür olamaz. Yeis, mâni-i her kemâldir. “Neme lâzım, başkası düşünsün” istibdâdın yadigârıdır.

Bu cümlelerin mâbeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütâliînin fikirlerine havâle ediyorum.

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64

Lügatçe:

cihetü’l-vahdet-i ittihad: Birleştiren temel unsur.

peymân: Yemin.

muvahhid: Bir olan Allah’a inanan.

Îlâ-yı Kelimetullah: Allah kelâmının büyüklüğünü yaymak.

ihtilâf-ı efkâr: Fikirlerin ayrılığı.

berâhin-i kàtıa: Kesin deliller.

husumet: Düşmanlık, kin, garaz.

inhisâr-ı kuvvet: Kuvvetin bir elde toplanması.

tevzî: Dağıtmak.

yeis: Ümitsizlik.

mâni-i her kemâl: Her mükemmelliğe engel.

mâbeyn: Ara, arası.

rabtetmek: Bağlamak.

mütâliîn: Mütâlaa eden, inceleyen.

13.12.2007


Asıl özürlülerimiz…

3 Aralık, “Dünya Özürlüler Günü” idi. Daha nâzik ve ince bir ifâdeyle söylersek, “Dünya Engelliler Günü.” İstatistiklere göre, Türkiye’de “sekiz buçuk milyon” özürlü insanımız var. Yani her sekiz kişiden biri engelli. Bu, “her âilede” bir özürlü veya engelli insanımız olduğu anlamına geliyor aynı zamanda...

Bunların % 20’si hiçbir iş yapmıyor veya yapamıyor. % 40’ı herhangi bir sosyal güvenceden “tamamen mahrum” yaşıyor. İşyerleri ve şirketlerin pek çoğu, ilgili kanun olmasına rağmen “özürlü veya engelli işçi veya personel çalıştırma şartı”na uymuyor, buna kamu, yani devlet kuruluşları da dâhil. (52 bin yerinde 9 bin kişi sadece)

İşte size, bir Türkiye manzarası.

***

Bu engelliler, mâlum; etrafımızda ya da yakınımızda her zaman gördüğümüz, görebildiğimiz insanlar…

Kimisi görme veya işitme engelli, ya da felçli olup tekerlekli sandalyeye bağlı olanlar, yahut zekâ özürlü insanlar…

Yani bu insanların pek çoğu bir başkasının yardımına muhtaç olup, hayatını ancak onunla devam ettirebilen kimseler.

***

Hastalık, sakatlık, özürlülük, engelli olmak “kaçınılmaz birer gerçeklik” hayatımızda. Sâhib-i kâinât “çok mühim hikmetler için” bu özürleri, bu engelleri veriyor insana.

“Her şey zıddıyla bilinirmiş.”

Sağlığın kıymeti ancak hastalık gelince anlaşılırmış.

Âfiyetin değeri ise ağzın tadı kaçınca, boğaz acımaya, mide yanmaya ya da ağrımaya başlayınca fark edilirmiş…

***

İnsanı bir fedakârlığa râzı etmenin en ilk şartı nedir sizce? İnsan neden böyle bir fedakârlığın ağırlığı altına girer? Bir de bu en büyüğünden ise… Üstad Hazretleri, Risâle-i Nur’da bununla ilgili şu güzel değerlendirmeyi yapıyordu:

“Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut gösterir.

“Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddî sadakate ve samîmî ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder.

“Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük âile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.

“Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muâvenet ve hilesiz hizmet ve muâşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.” (Şuâlar, 202-205)

Yani, “Herşey ölümle yok olup son bulacaksa, ben ne diye o büyük fedakârlıkların altına girip kendi hayatımın tadını kaçırayım?.. Eğer yaptıklarımın öbür âlemde bir karşılığı, bir mükâfâtı olmayacaksa, Âhiret denen, katlanmış olduğum o büyük fedakârlıkların ve sıkıntıların karşılığı olacak bir sonsuzluk âlemi, bir ebedî istirahatgâh olmayacaksa dünyanın ve de içindekilerinin anlamı nedir?” diye düşünür o insan. Yani problemin kaynağında, asıl, “İman özürlülerimiz” ve “Âhiret İnancı Engellilerimiz” olduğunu düşünüyorum ben…

Fedakârlığın derecesini ancak mükâfatın derecesi belirliyor. Mükâfat yükseldikçe fedakârlık da o nispette yükselmeye başlıyor. Yani her şey gibi fedakârlık da îmanla bağlantılı. Âhirete îmânın derecesince fedakârlığın derecesi de yükselmeye başlıyor insanda…

Orhan Ali YILMAZ

13.12.2007


Nurs’tan doğan güneş (2)

—Dünden devam—

Bir gün rüyasında kopar kıyamet.

Sırat Köprüsünün başında bekler.

Oraya gelince Cenâb-ı Ahmed (asm),

Ellerini öper ve hemen ekler:

“Sizden Kur’ân ilmi, benim dileğim”

Resûlullah, cevap verir hikmetle:

“Ümmetten suâl sormaman, isteğim.

Kur’ân ilmi verilir suhûletle.’’

Uykudan uyanır, yeni bir âlem.

Yerinde duramaz, heyecan dolu.

Ona iki yoldaş: Kitap ve kalem.

Başka bir dünyaya açılır yolu.

Gezer Bahçesaray, Bitlis, Vastan’ı.

Buralarda kısa süreler kalır.

Bayezıt’ta bulur ilm-u irfanı.

Hakikatli dersi burada alır.

Üç ayda ezberler, seksen kitabı.

Şeyh Mehmed Celâli, ferasetli zat.

Artık insanlığa onun hitabı.

Ruhunda heyecan coşkulu, kat kat.

Ağabeyi Abdullah, ilim aşığı.

Önceleri ders verir kardeşine.

Onda görünce bu farklı ışığı.

Gizlice ders alır, düşer peşine.

Bin dokuz yüz elliden sonra bir gün

Molla Mehmed, Nurs’ta hasta yatıyor.

Etrafı sarmışken bir sessiz hüzün,

Yüreği vuslat aşkıyla atıyor.

Ölmek üzereyken ayağa fırlar,

“Seyda geldi, Seyda geldi” diyerek.

Son nefeste nurlu siması parlar.

Huzurla berzah libası giyerek.

Gezerken, önemli bir tespit yapar:

Medreseler asra hitap etmiyor.

Metod değişmezse, alâka kopar.

İlmî ihtiyaca artık yetmiyor.

Farklı bir müfredat esas olmalı.

Müsbet fenler okutulmalı burda.

Çağa hitap eden bir yol bulmalı.

Yepyeni bir sistem olacak Nur’da.

Bir ömür, hep ilmin peşinde koşar.

Köyünde sadece kalır dokuz yıl.

Nefis, şeytan engellerini aşar.

Maksadı, Allah’ın rızası asıl.

Hiç köyüne uğramaz yetmiş sene.

Esas derdi cemiyetin imanı.

Hayatını adar, mukaddes dine.

Asrın fehmine anlatır Kur’ân’ı.

Abdülkadir MENEK

13.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri