Dilimize yerleşmiş bazı deyimler vardır. “Hem kel, hem hodul” veya “hem suçlu, hem güçlü” gibi. Bu deyimler tam da bizim bazı medya organlarının halini ifade ediyor. Meselâ şu başörtüsü meselesi, bazılarını hiç ilgilendirmediği halde, durup durup gündeme getiriyorlar. Mağdurlar bağrına taş basıp gözyaşlarını içine akıtarak sabredip meselenin müspet hareket tarzında çözülmesini beklerken, karşı taraf ne yapıp edip konuyu manşetlere taşımak için gayret sarf ediyorlar. Hiç bir şey bulamazlarsa, bu sessizliği bozmak için bir anket hazırlıyorlar. Sonra da anket sonuçlarını manşete taşıyorlar, böylece konuyu kaşıyorlar.
Son günlerde yine böyle bir anket yayınlayarak ortalığı bulandırmaya başladılar. Neymiş efendim, başörtülülerin sayısı dörde katlanmış. Gerçi onlar ısrarla “türban” diyerek bunun başörtüsünden ayrı bir şey olduğunu ve siyasal İslam’ın sembolü olarak kullanıldığını iddia ediyorlar ama, neticede bu onların tesettür karşıtı olmalarını ortadan kaldırmıyor. “Biz başörtüye değil, türbana karşıyız” diyenlere, “Peki kızlar başlarını yemeni veya yazma ile örtseler, üniversitelere girebilir mi?” deseniz, buna da olmaz derler. Çünkü onların karşı oldukları şey türban falan değil, doğrudan doğruya dinin emri olan tesettürdür.
Bir taraftan mahalle baskısından bahsedip, diğer taraftan medya ve anket baskıları uygulayıp başörtülüleri zararlı bir unsur olarak göstermek, tam da “hem suçlu hem güçlü” şablonuna oturmaktadır. Mağdurların sesi çıkmazken, mağrurlar ortalığı velveleye veriyorlar. Başörtüsünün (türbanın) istismar malzemesi olarak kullanıldığını iddia edenler, her fırsatta konuyu manşetlere taşıyarak kendileri istismarın daniskasını yapmış oluyorlar. En masum bir hakkın kullanılmasından korku üreterek milleti tedirgin ediyorlar. Sonra da “Eyvah, türban geliyor” diye kendi kurgularından korkup çığlık atıyorlar.
Başörtüsü İslâm’ın emri olduğu gibi, bu milletin de bir gerçeğidir. Din ve vicdan özgürlüğü temel bir hak olarak anayasada teminat altına alınmıştır. Başlarını bir şekilde örtenler de inançlarının gereğini yerine getirdiklerini söylüyorlar. Öyleyse, bundan rahatsız olup, dinî bir meseleyi bir rejim sorunu haline getirmek de neyin nesi? Başörtülülerin sayısı az iken tehlike olmuyor da, artınca neden tehlike oluyor? İnsanlar daha fazla dindarlaşıyorlar, inançlarına daha sıkı bağlanıyorlarsa, bu niye bir tehlike olarak algılanıyor? Bu algılama, inancı bir tehlike olarak görmek anlamına gelir. Bu anlayış ise, “Din afyondur” diyen ve çoktan tarihin çöplüğündeki yerini almış olan komünizme dönüş olur ki, bu da en açık bir irtica göstergesidir.
Başörtüsü karşıtlarına sorsanız, dindarlığı kimseye bırakmazlar. “Biz de müslümanız, bizim de analarımız başını örtüyor, biz de oruç tutar, bayram namazlarını hiç kaçırmayız” derler. Hatta Avrupa Birliği’ne de “Din elden gider” diye karşı çıkarlar. Ama dindarlaşmanın bir göstergesi olan başörtüsünü zararlı bir unsur olarak görürler.
Anketlerin verileri de çok değişik sonuçlar ortaya koyuyor. Bazı anketlerde başörtüsünün azaldığı belirtilerken, bazılarında da attığı söyleniyor. Son anketin doğru sonuç verdiğini ve türban takanların gerçekten dörde katlandığını kabul edelim. Hatta yakın gelecekte beşe, ona bile katlanacağını düşünelim. Olabilir ve hatta olmalıdır. Namaz kılanların ve oruç tutanların da sayısı artıyor. Hac için başvuranların da sayısında belirgin bir artış var. Bunlar Müslüman bir millet için sevindirici gelişmelerdir.
Milleti ile ters düşen, onun değerlerini bir tehlike olarak görenler için bu gelişme bir kâbus olabilir. Ama ne yapalım, bir gün onların da bu kâbustan uyanmaları için duâ etmekten başka elimizden bir şey gelmez.
13.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|