İnternette Google Earth programını indirdiğiniz zaman, dünyanın uzaydan çekilmiş resmini ve bu resmin ayrıntılarını görürsünüz. İlk önce dünya, uzaydaki sayısız yıldızlar ve gezegenler arasında bir nokta olarak beliriyor. Yaklaştırdığınız zaman okyanusları ve kıt’aları fark ediyorsunuz. Biraz daha yaklaştırıp bulunduğunuz bölgenin, şehrin ve mahallenin, hatta evinizin yerini bile görebiliyorsunuz.
Kâinat ile kıyaslandığı zaman dünyamız bir nokta olarak görüldüğü gibi, insan da dünya ile kıyaslandığında küçük bir nokta kadar yer tutmaktadır. Fakat yaratılışın hikmet ve gayelerine baktığımız zaman, dünyanın da, kâinatın da insan için yaratıldığını görüyoruz. İnsanla kâinat arasında sıkı bir bağın olduğunu anlıyoruz. Zira kâinatta ne varsa, insanda da bunun küçük bir örneği vardır. Sanki en büyük bir şey, en küçük bir şeyin içine yerleştirilmiştir. Zerre kadar bir cam parçası güneşi içine alabildiği gibi, insan da kâinatı içine alacak bir kabiliyette yaratılmıştır. Onun için Bediüzzaman Hazretleri, “İnsan küçük bir kâinat, kâinat da büyük bir insandır” diyor.
İnsan, kâinat içinde en çok dünya ile alâkadar olduğu için, en çok dünyaya bakar. Çeşitli duygu ve lâtifeleri ile dünyayı kucaklar. Dünya da bu duygulara kucak açar. Câzibesi, cilvesi, haşmeti, nimeti ve muhabbeti ile insanı dâvet eder. Bu dâvete kayıtsız kalamayan hırs ve heves gibi bazı duygular, dünyaya koşar, onu içine almak, yutmak ister. Fakat bunları burada tatmin etmek mümkün değildir. “Bazıları dünyayı yutsalar tok olmazlar”. Daha fazlasını isterler. Bazı duygular ise, bir zerreyi içinde yerleştiremiyor, en ufak bir dünyevî meşguliyete tahammül edemiyor. “Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı kaldıramıyor”.
Dünyanın mahiyetini bilip kendi vazifelerinin de farkında olanlar, dünyayı avucuna alır, onu güzelce tanır. Bazılarının “tabiat” dediği dünya ve içindekilerin, kudret matbaasından tâb edilmiş bir kitap olduğunu anlar. Sayfalarını, satırlarını hikmet gözüyle okur, her harfin işaret ettiği mânâyı idrak eder. Nimetlerin arkasında nimeti vereni, san’atın gerisinde san’atkârı, eserin işaretiyle eser sahibini görür. O zaman dünyaya minnet etmez, bel bağlamaz, tehditlerinden korkmaz, tekliflerine aldanmaz. Bütün câzibesine ve debdebesine rağmen, dünyanın ahiret yolundaki bir konaklama yeri olduğunu bilir, ebedî kalacakmış gibi ona bağlanmaz.
Hazreti Mevlânâ’ya göre, dünya bir denizdir, insan da onun üzerinde yüzen bir gemi. İnsan dünyayı içine almadığı müddetçe üzerine rahatça yüzer ama içine alırsa, gemi su alır ve batmaya başlar. Onun için mü’min, dünyayı avucuna alır, nimetlerinden istifade eder, fakat kalbine koymaz. Şükrünü, minnettarlığını ve muhabbetini dünyaya değil, onun sahibine ve nimetleri verene yöneltir. Dünya, mal sahibi değil bir tablacı, bir kapıcı ve hizmetçidir. Rezzak-ı Hakikî’den gelen rızık ve nimetleri insanlara takdim eder, taksim eder. İnsan da bunları alır, istifade eder, sevgisini ve teşekkürünü tablacıya değil de, mal sahibine sunar. Dünyanın başı boş olmadığını bildiği için de, ne depremlerden titrer, ne gök gürlemesinden ve yıldırımlarından korkar. Belki onları hayretler içinde seyreder, böylece dünyanın sahibine olan hayranlığı artar.
Dünyayı kalbine koyanlar ise, her an için batmaya, gark ve telef olmaya mahkûmdur. O kalp ki, kâinatın sahibinin mekânıdır. O’nun sevgisi ile dolmalıdır. Yere ve göğe sığmayan Sevgili, insanın kalbine sığar. Ama insan buraya dünya muhabbetini doldurursa, su alan gemi gibi batmaya başlar. Daimî ve hakîki sevgili olan Cemil-i Zülcelâl’in makamına fâni olan ve ahirette kendisine bir faydası dokunmayan dünya sevgisini doldurursa, hayat gemisi dehşet dalgaları arasında gark olur. İnsan fenâ denizinde boğulurken, feryatlarına cevap verecek ve imdadına yetişecek bir kurtarıcı da bulamaz.
Onun için akıllı insan dünyayı avucuna alır fakat kalbine koymaz.
08.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|