Yollar...
Nur menzillerini onlar bağlar birbirine.
Bazıları hava, demir, deniz sıfatını taşır bu yolların, bazıları kara. Hepsinin kendine has özellikleri vardır ama içlerinde en makbul, en muteber olanı ve her yere ulaşanı kara yoludur.
Onların da bazıları otobandır, bazıları asfalt, şose, patika, stabilize. İçlerinde düzü virajlısı, inişlisi yokuşlusu, uzunu kısası, ıssızı kalabalığı vardır ve hepsi de yolcusunu mahall-i maksuduna ulaştırır.
İçlerinde en hazini sürgün yollarıdır ama onların da kendine has hazları vardır. Zira oralarda yapılan yolculuk sırasında tabiî manzaraların yanı sıra yaşanan hadiseler de hatırlanır.
Bediüzzaman’ın ilk sürgün yolu olan Mardin, Siirt hattında, Ahmedî Köyü yakınlarındaki pınar başında yaşanan kelepçelerin çözülmesi hadisesini hatırlayınca da öyle bir haz hissetmiştik.
Cavid Akdeniz’in, biraz da duâ niyetiyle, istikbalde İslâm âlemine vurulacak bukağıları ve Nur Hareketine takılacak kelepçeleri Üstadın çözdüğünün beşareti olarak değerlendirdiği bu hadiseyi, yaşandığı yerde hatırlayarak dehşetin lezzetini hissedince yeni hazlar yaşama hevesine kapıldık.
Bunun yolu, o hissiyâtla ikinci sürgün hattı olan Van, Trabzon arasını katetmekten geçiyordu.
Biz de öyle yaptık.
***
Sürgün.
Bediüzzaman, en son bu sıfatla ayrılmış Van’dan, müsellah bir jandarma müfrezesinin refakatinde.
“Ben kendi arzumla gidiyorum. Bu gördüğünüz askerler de benim talebelerim hükmündedir” demiş kendisini sürgüne göndermek istemeyen ve Hicaz taraflarına götürmek için her şeyi hazırlayarak emir bekleyen dostlarına.
Erek Dağından inerken de, müftü Masum Efendi ile kelepçelenip mevsim kış olduğu için atların ve öküzlerin çektiği yetmiş kızaktan ibaret sürgün kafilesinin arasında yol alırken de kumandanın mütehakkim tavırlarına sabırla mukabele etmiş.
Bu sürgün yolunda da, ilk sürgün sırasında yaşadığı kelepçelerin çözülmesine benzer bir hadise yaşamış ve sabrı, sükûneti, itidali, müessir sözleri sayesinde müfreze kumandanının, kelepçelerden daha soğuk, sert, katı tavırlarla bütün kafileyi rencide eden zulmünü kırmış.
Nitekim, Said Nursî’yi tanıdıkça ‘sapkın kişilerin iğfaline kapıldığını’ anlayan kumandan bir süre sonra yanına gelip “Efendim, zatınıza medyun ve müteşekkiriz. İmanî ve dinî hasbihalinizden çok istifade ettik. Bizi birçok hususta tenvir ettiniz. Sizden, bizi zalim bir düşman olarak bilmemenizi istirham ediyoruz. Biz artık sizin emrinize âmâde olan muhafızlarınızız” diyerek kelepçeleri çözmüş.
Van’dan ayrılırken, sürgün hissiyâtıyla bunları düşünerek yola çıktığımızdan olsa gerek, yol boyu gözümüzün hiçbir şey görmeyeceğini ve karanlık bir tünelden gidiyormuş gibi etrafımıza bakmadan o havaliyi terk edeceğimizi sanmıştık.
Şehirden çıkıp gölün kıyısını takip ederek Erciş’e yöneldiğimizde, bir yanımızda dalgalı göl, diğer tarafımızda büyüklü küçüklü tepeler, ufkumuzda ise Süphan Dağı vardı.
Biz onları kendimizden çok uzaklarda hissederek bir an önce oralardan uzaklaşmaya çalışırken; rüzgârın bizimle birlikte hareketlendiğini, dalgaların o tarafa doğru aktığını, kuşların o yöne uçtuğunu, hatta ağaçların, çalıların ve otların bile aynı istikamete doğru meylettiğini görünce mevcudâtın bu teşcî hâline âşina olduğunu anladık.
Bu âşinalığın; yıllar önce sürgün sırasında vatanı addettiği bu yerleri bir daha göremeyeceğini bilen Bediüzzaman’ın hasret dolu bakışlarının mevcudâtla vedalaşmasından ileri geldiğini hissedince etrafa o nazarla bakmaya başladık.
Güneş batıp hava kararıncaya kadar bu hâlet-i ruhiye içinde sessizce yol aldık. Başlangıçta tasavvur ettiğimiz karanlık tünele gece bastırınca gireceğimizden korkarken Erciş’in ışıkları girdi devreye, onlar geride kalınca da ayın gümüşî aydınlığı.
Patnos’a yaklaştığımız sırada ay batınca yıldızlar yetişti imdadımıza. Yer nazarımızdan uzaklaşırken gökyüzü yaklaştı ve Kutup Yıldızı yönümüzü tayin etmemize, Samanyolu ve Kehkeşan da yolumuzu bulmamıza vesile oldu.
Yıldız aydınlığında etraftaki varlıkların gölgeleri asıllarından pek fark edilmediğinden seyrek ve bodur ağaçların bulunduğu yamaçlar bile ormanla kaplı imiş gibi görünüyordu.
Onun için gündüzden çok farklı bir yolculuk yaptık ve kâh gür ormanların içinden, verimli bahçelerin arasından; kâh nehir boylarından, dere kenarlarından geçerek Eleşkirt, Ağrı, Horasan üzerinden Pasinler’e geldik.
Bulunduğumuz yer Pasinler olunca, Bediüzzaman’ın, talebeleri ile birlikte gönüllü alay kumandanı olarak Ruslara karşı savaşırken sipere girmemesi ve at sırtında eser yazması gibi tarihte eşine pek rastlanmayan hadiseleri hatırladık.
Bir ara orada kalıp o harika hadiselerin yaşandığı yeri görmek istedik. Kalsak sürgün kafilesi burada konakladığında Üstadı misafir etmek isteyen Korucuk Köyünde kendimize yer bulacağımızdan emindik ama Pasinler savaşı belli bir yerden ziyade sık sık değişen müdafaa hatlarında yapıldığından pek bir şey göremeyeceğimizi düşünerek yola devam ettik.
Erzurum’a girdiğimizde şafak sökmek üzereydi. Sürgün kafilesi gibi biz de orada konakladık ve bir süre Palandöken yamaçlarında yankılanan sabah ezanlarını dinledikten sonra Ulu Cami’de namazı eda ettik.
Nur hizmetinin çok hareketli olduğu ve mümtaz şahsiyetler yetiştirdiği bu serhat şehrinde Üstadın kaldığı bilinen belli bir menzil olmadığı için Kara Kümbet’e, gazete bürosuna ve bazı Nur medreselerine uğradık.
Oralarda biraz dinlendikten sonra Abdurrahman Gazi Türbesini ziyaret ettik ve muhtemelen Üstadın sürgün edildiği hat olan Aşkale, Bayburt, Gümüşhâne, Maçka yolunu takip ederek Trabzon’a vardık.
Evliya Çelebi’nin “Körfez gibi deniz üzerinde kurulmuş İrem bağına benzer süslü bir şehir” diye tasvir ettiği Trabzon’un gezilecek pek çok tabiî güzelliği ve görülecek tarihî eserleri vardı.
Lâkin bizim seyahat sebebimiz şehirlerin bu cihetlerinden ziyade Nur Menzili keyfiyeti taşıyan yerler olduğundan Üstad Hazretlerinin sürgün sırasında kaldığı İskender Paşa Camii’nden başladık gezmeye.
Said Nursî, bir gün yatsı namazını bu camide cemaatle eda etmiş. Cemaat dağıldığı hâlde o yerinden kalkmamış ve tesbihatla meşgul olmuş. Camiyi kapatıp evine gitmek isteyen müezzinin kendisini beklediğini fark edince ona kapıyı kilitleyip gitmesini söylemiş.
Onu, Van’dan geldiğinde şehir uleması tarafından karşılandığı zaman tanıyan müezzin söylediğini yapıp gitmişse de bir ihtiyaç zuhur ettiği takdirde zor durumda kalacağını düşünüp rahatsız olmuş.
Sabah namazı için erkenden gelip kapıyı açtığında Said Nursî’nin oturduğu yerde oturuşunu bile değiştirmeden zikirlerine devam ettiğini görünce onun müeddeb hâline hayran kalmış.
Biz, yaşandığı yerde tahattur ettiğimiz bu hadisenin yanı sıra, eskilerin Kâfir Meydanı dedikleri yerin doğu tarafına 1529 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılan caminin renkli vitraylarına ve Türk motifi işlemelerine de hayran kaldık.
Trabzon’da varlığını bildiğimiz bir diğer Nur Menzili de, aynı zamanda mahallî bir şair olan ve Bediüzzaman’a hürmet ifade eden şiirler yazan muallim Cudi Bey’in köşküydü.
Said Nursî’yi gıyabında tanıyan Cudi Beyin, bazı dostlarından onun şehre geldiğini duyunca gidip tanıştığını ve kendi evini de şereflendirmesini istirham ettiğini, Üstadın da onu kırmayıp bir süre konağında kaldığını duymuştuk.
Bu hadiseden dolayı orayı da bir Nur Menzili addettiğimiz için sahibi hayatta olmasa da evi görmeyi arzu ettik. Dış görünüşünden, mimarî tarzından ve bahçesinin tanziminden, şair mizaçlı bir insanın muhayyilesinde şekillendiği anlaşılan köşkün, tarihî yapısını korusa da bir hayli ihmale uğradığını ve fazla ayakta kalamayacağını görünce, Cudi Beyin varisleri adına üzüldük.
Oradan yürüyerek şehrin sırtını dayadığı Boztepe’ye çıktık. Tepe fazla yüksek değildi ama mekâna hâkimdi. Bir yüzü şehre ve denize, diğer yüzü vadiye ve dağlara baktığından zirvesinde atılacak bir tur şehrin heyet-i umumîsi hakkında bilgi sahibi olmaya yeterdi.
Biz de öyle yaptık ve tepenin iki yüzünde, dağ ve deniz manzaralı keyifli bir temâşâ turu yaparken mekânın mazisine doğru bir tahattur turu yapmayı da ihmal etmedik.
Bir zamanlar Boztepe’nin denize bakan yamaçlarında üzüm bağları, dağa bakan sırtlarında ise meyve bahçeleri varmış. Şehir aynı zamanda bir şehzadeler beldesi olduğundan o bağların ve bahçelerin mahsulâtından saray sakinleri de nasibini alırmış.
Gerçi şimdi, namı tarihe geçen namık, melekî, firengi üzümünden; lahican, gülabani, bey armudundan; Sinop elmasından, patlıcan incirinden, Trabzon hurmasından ve kara kirazdan pek eser kalmamış ama oralarda öyle leziz meyvelerin yetiştiğini bilmek bile dimağımızı tatlandırmaya yetti.
Bu lezzeti tepedeki Âhi Evren Dede Camii’nde kıldığımız namazla mânen ziyadeleştirip ilk mecliste Trabzon’u hakkıyla temsil eden ve bazı yanlışlıklara karşı çıktığı için hayatından olan Ali Şükrü Beyin kabrini ziyaret ettik.
Aşağıya inince ilk işimiz, Ayasofya’ya gitmek oldu. Bu mabed Trabzon’un Ayasofya’sıydı ama talihi asıl Ayasofya sayılan İstanbul’daki Ayasofya’dan pek farklı değildi.
Burasının da tıpkı orası gibi binlerce yıllık mazisinin olduğunu, asırlarca yapılış maksadına hizmet ettiğini, bir ara harabe hâline geldiğini, bilâhare tamir edilerek müze yapıldığını öğrenince, İstanbul’daki Ayasofya’nın talihine yanmaya âşina olan hislerimiz aynı acıyı burada da hissetti.
Bu teessür içinde kaleyi, camileri, medrese kalıntılarını, çeşmeleri ve diğer tarihî eserleri gezdikten sonra doldurulduğu için tabiî özelliklerini kaybeden sahilde yürüyerek iskeleye geldik.
O zaman Said Nursî, Hopa ile İstanbul arasında çalışan yolcu gemisine diğer sürgünlerle birlikte bu iskeleden bindirilmiş. Hava çok güzel olduğu için güverteye çıkmış ve etrafı temâşâ etmeye başlamış. Kafile kumandanı aşağıya inmesi için birkaç sefer haber gönderince kızmış.
“Çok söylenmesin, eğer perdeyi yırtsam onun hiçbir kuvveti beni durduramaz” deyince komutan pek karışmamış. Gemi, Samsun iskelesine yanaştığı zaman inmiş, tarihî Abdullah Paşa Camii’ne gitmiş ve namazını eda edip tekrar gemiye dönmüş.
Sürgün hattını takip etmemiz hasebiyle bizim de deniz yolu ile gitmemiz gerekiyordu ama artık o hat işlemediği için karadan Giresun, Ordu yoluyla Samsun’a geldik.
Nur Hareketinin tarihinde Samsun, istikrarlı hizmetinin ve cesur Nur Talebelerinin yanı sıra; 1953 yılında Büyük Cihad gazetesinde neşredilen bir yazı üzerine açılan ve Yazı İşleri müdürü Hüseyin Yücel ile Mustafa Sungur’un tutuklandığı, Said Nursî’nin de cebren celbedilmek istendiği Samsun Dâvâsıyla iştihar etmişti.
Onun için sürgün yolunun, İstanbul’dan önceki son durağı olan Samsun’da iskeleyi, tarihî camiyi gezip Sungur’un, Üstadından ‘Türk gençliğinin hakikî kahramanı’ taltifini aldığı müdafaayı yaparak beraat ettiği adliye binasını ve on bir ay yattığı hapishaneyi görmekten de ayrı bir haz aldık.
02.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|