Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Galip gelenler de şüphesiz Bizim ordumuz olacaktır. Bir müddet sen onlardan yüz çevir. Ve onları gözetleyedur. Onlar da başlarına geleni göreceklerdir.

Saffât Sûresi: 173-175

02.12.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Yediğiniz yemeği Allah'ı zikrederek sindiriniz. Üzerine yatmayın ki, kalpleriniz katılaşmasın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 512

02.12.2007


Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Cenab-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvanla fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir’at ve ayna gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.

Mesnevî-i Nûriye, s. 111

02.12.2007


Müjdeciler de gerekli, uyarıcılar da...

Kendi açımdan Risâle-i Nur’un—dolayısıyla müellifinin—en dikkat çekici bulduğum özelliklerinden birisi, insana ve topluma bakışıdır. Daha özelde ise, Nurların insana ve topluma bakış açısındaki ayrıntılar her defasında beni Risâle’ye ve müellifine hayran bırakır.

İnsanı ve toplumu bütün yönleriyle ele almaya çalışan bir Risâle-i Nur Külliyatı vardır karşımızda. Risâle-i Nurları ciddiyetle okuyanlar bilirler ki, Risâle-i Nurlar insanın akıl, ruh, kalb gibi fevkalâde önemli özelliklerine, duygularına hitap ettiği kadar, aynı zamanda daha küçük, daha saklı kalmış yönlerine de hitap etmektedir.

Bunun dışında bilhassa Lâhikaları okuyunca göreceğimiz bir durum vardır. İçinde bulunduğu toplumu incelerken, topluma dair yaklaşımlar getirirken Risâle-i Nur, bir çok parametreyi, özelliği göz önünde bulundurur. Sözgelimi, toplumun mâzisini kat'iyen bir kenara atmaz, ama günün şartlarının ve değişimlerinin topluma etkisini de unutmaz. Böyle olunca Risâleler insan ve toplum açısından son derece doğru ölçülerle dolu bir hazineye dönüşür.

Evet, Risâle-i Nur toplumu da, insanı da bütün yönleriyle ele almaya çalışır. Ama o, bu toplu bakışına rağmen hiçbir zaman toptancı bir bakış açısında da değildir. Bir insanı ele alırken, insana ait kötü bir özellik varsa, o insanı tamamen kötü olarak algılamaz. İyi yönlerinin de olabileceğini, hatta bu iyi yönlerden de faydalanılabileceğini gösterir. Toplum için de aynı durum geçerlidir. Tersi için de...

Hâl böyle olunca, Risâle-i Nurlar Müslümanları da, Hıristiyanları da, Ehl-i Sünnet’i de, Ehl-i Şîa’yı da kapsayan bir ders halkası oluşturmuştur. Hal böyle olunca, Abdülhamid’i hem velî bir padişah diyerek övmüş, hem de Abdülhamid istibdadına karşı çıkmıştır. Hatta, hâl böyle olunca, inançsız bir şairin güzel bir beytine bile Risâle-i Nurlarda yer verilmiştir.

Bu bakış açısı aslında, bizim her defasında farklılıklardan, değişik seslerden önce karşılıklı taraflar oluşturmaya, sonra da bu karşılıklı taraflardan karşılıklı çatışma ortamları oluşturmaya çok meyilli yapımıza da güzel bir derstir. Belki benim ifadelerim ihlâssızlıktan olsa gerek, biraz sert ve keskin oldu, ama İhlâs Risâlesi’ni okursanız göreceksiniz ki, Risâle-i Nur da bu farklılıklardan güzellikler oluşturmaya çalışmıştır.

Meselâ; İhlâs’ın İkinci Düstûrunda “bu hizmet-i Kur’âniye”de bulunan insanlar önce kalb ve ruha benzetilirler,—ki kalb ve ruh birbirinden farklıdır—sonra fabrikanın çarklarına benzetilirler—ki bilindiği üzere bir saatte bile çarklar birbirinden farklı olmalıdır—sonra da vücudun azâlarına benzetilir—ki vücudun azaları hiç de birbirine benzemez...

Son günlerde gördüğüm bir hususa da bu yönden bakmaktayım. Başka türlü tartışmalarda da sergilenen ve henüz bu hizmetleri yeni algılamaya başladığım günlerden beri gördüğüm bir farklılık bu... Risâle-i Nur hizmetleri ve hizmetlerin bugüne kadarki seyri hakkında... Bir görüş, bugüne kadar yapılanları oldukça iyi görüyor. Meselâ; üç beş kişinin gizli saklı Risâle okuduğu dönemlerden bugünkü çok iyi şartlara gelindiğini söylüyor. Bir diğer görüş ise; yapılanları kesinlikle yeterli görmüyor. Hatta daha da ötede bazı hususlarda insanlardan kaynaklanan yanlışlar yapıldığını iddiâ ediyor.

Sonra, ne mi oluyor? Bu iki görüşün sahipleri aynı taraftan savrulmaya başlayabiliyor... Karşılıklı taraf haline geldiklerinde ise... Her neyse!

Oysa ikisi de gerekli! Oysa ikisi de doğru... Oysa her iki görüşe de sağlıklı bir bünye için ihtiyacımız var. Birileri müjdelerken, diğerleri uyaracak. Müjdelerden şevk alıp, uyarılardan ders almalıyız. Burada iki tane farklı aza, farklı çark görmeliyiz. Birbirine kuvvet verse makineyi çalıştıracak, birbirine destek verse vücuda sağlık gelecek. Meselâ; birileri “Şu kadar insan Risâle-i Nurlar vesilesiyle imanlarını kurtarıyor” diye müjdelemeli, öte yandan, diğerleri “Aman dünyevîleşmeyelim, herkes etkilenebiliyor” diye uyarmalı. Böylece hem tehlikelerden, hem de ümitsizlikten kendimizi kurtaralım.

Risâle-i Nur da böyle yapmıyor mu zaten? Meselâ; bakınız—yine—İhlâs Risâlesi’nde müellif zor bir dönemdeki sekiz senelik hizmetin, nispeten çok kolay zamanlarda yapılan yirmi sene hizmetten daha başarılı olduğunu söyleyip, talebelerini tebrik ediyor, müjdeliyor. Peki, ilerleyen sayfalarda “...ihtiyatlı davranınız” demiyor mu aynı eser? Ya da “yol iki görünüyor” diye uyarmıyor mu yine aynı talebeleri? “Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz” demiyor mu?

Oysa ikisi de gerekli! Tıpkı birinci İhlâs Risâlesi’nin başındaki o güzelim hadîsteki gibi... Meâlen ve mânen “Herkes helâk olur, ihlâslılar kurtulur” diye müjdeliyor o En Güzel Müjdeleyici (asm). Sonra da “İhlâslı olanlar da her an onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır!” buyurarak uyarıyor o En Güzel Uyarıcı (asm).

O’nu (asm) dinlemeliyiz, değil mi?

Ahmet Tahir UÇKUN

02.12.2007


Hilmi Doğan Ağabey

“Nurlu Hatıralar” sahibi, nur ağabey Hilmi Doğan’la hukukumuz, 1970’li yıllarda, “hilm”ini aldığı Aziz Üstadımızın kaldığı mekânlardan olan Van’ın Erek Dağı eteklerinde başlamıştı. O yıllarda “Erek’ten uçurulan Kartal”a hitaben yazdığı, o duygu ve hakikat dolu şiirleriyle gönlümüzü nurlandırmıştı...

Aradan yıllar geçti...

Erek’ten Anadolu’ya vasıl olduğumuzda, Bursa’daki nur menzili vakfımızda karşılaşmış, o yılları tahattur etmiştik.

Nazik, olgun ve bir o kadar da nezih hâlet-i ruhiyesi içinde, nurun kudsî dairesinde ihlâs, sadakat ve istikamette sembol bir ağabeydi...

Umûmî sohbetlerde yaptığı dersler, dinleyenleri mest eder; anlattığı hatıralar geçmişin nurlu ikliminde seyrettirirdi muhataplarını...

Şark hatıralarını, hizmetle örülü hayatı içinde çok defa arzu etmiştim, kendi ağzından kaleme almayı. Fakat, ne fark eder, bir başka kardeşimiz buna mazhar oldu ve “Nurlu Hatıralar”nı bir buket halinde takdim etti bizlere.

Aziz Üstadımızın yıllarca kaldığı mübarek belde ve mekânlarla alâkalı yazdığı şiirler ve anlattığı hakikatler silsilesinden olan “Çam Dağı”nın uyandırdığı hisler ve Hilmi Ağabey’de doğan hilm ve hizmet aşkı gönüllerde hep nur buketi halinde yer etti.

Bizler, Hilmi Doğan Ağabeyi, Nurun kudsî hizmeti içinde, aziz Üstadımıza ve Nur’lara hizmet bağlamında hep örnek bir ağabey içinde gördük ve öyle de yâd edeceğiz...

Bursa’da çok sık olmasa da, her sohbete gelişinde, içinde ‘doğan’ ‘hilm’den şevk almak üzere yanına yaklaşır hali vaktini sorardık. O ise, her defasında “İyiyim elhamdülillah” diyerek, teslimiyetini ve Rabbinden razı oluşunu ifade ederdi.

Hizmet için kat edilen yollarda şevke medar olan ilhamları dilden dile söylenip dururken, onun aziz ruhuna fatihalara ve rahmetlere vesile olacağı muhakkaktır.

Nur ikliminden doğan hissiyâtı hizmet aşkına vesile olan ve hilmini Nurlardan ve Aziz Üstadımızdan alarak hizmet mektebine aksettiren nurlu ağabeye Cenâb-ı Hak’tan rahmet, ailesine ve yakınlarına sabr-ı cemîl dilerim.

Mustafa ÖZTÜRKÇÜ

02.12.2007


“Seni daha o zaman talebeliğe kabul etmiştim”

Allah her insana ayrı bir kabiliyet vermiştir. Bediüzzaman, talebelerinin bu kabiliyetlerini keşfederek, her birini kendilerine uygun ayrı bir hizmet tarzı ile istihdam etmiştir. Bunları lâhika mektuplarını okuduğumda ve son şahitleri dinlediğimde daha iyi anladım.

Nur Talebeleri, şahıslarını ve enelerini hizmetin içine atıp eritmişlerdir. Sanki İhlâs Risâlesinde yer alan şu sözü onlarda okursunuz: “Bahtiyar (odur ki), kevser-i Kur’ânî’den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nevindeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.”

Merhûm Refet (Barutçu) Ağabeyi, Ankara’da lise yıllarında tanıdım. Silâhlı kuvvetler safında uzun yıllar görev yapmış emekli bir yüzbaşıdır. Risâle-i Nurlarda adı çoğunlukla “Refet Bey” olarak geçmektedir. Seksen yaşını geçmiş olmasına rağmen, hâlâ şevkli ve gayretliydi. Konuşmaları hizmet eksenli olurdu. “Onsuz yaşanmıyor” diyerek Üstadına olan hasretini sık sık ifade ederdi. Merhûm Osman Yüksel’in dediği gibi, içi nur, dışı nurdu. Onu emsâlleriyle kıyaslamak aklıma bile gelmezdi. Üstad Said Nursî’nin adı geçtiğinde, sanki karşısında oturuyormuş gibi saygı duyardı.

Hatıralarını anlatmak istemezdi.Tabiî gurur, kibir endişesi olacak diye. Biz de değişik yollardan giderek konuşturmaya çalışırdık. Üstad’la ilgili çok hatıraları olmalıydı. Fırsatları değerlendirmeye çalışırdık. O konuşur, biz zevkle dinlerdik. O gün hafızamıza nakşederdik. Not tutmak zor mu gelirdi? Ya da hafızamıza çok mu güveniyorduk? Halbuki tecrübeli büyüklerimiz “Hafıza-ı beşer nisyan ile mâluldür” derlerdi. Bazıları ise, “Hafıza nankördür, defter esastır” sözünü hatırlatırlardı. Merhûm Zübeyir Ağabeyin “Sadırda kalmaz, satırda kalır” sözü de mânidârdır. Şimdi bu sözlerin ne kadar doğru olduğunu kabul ediyorum. Ama ne yaparsın?

Merhûm Refet Ağabeye sordum:

“Üstadı ilk defa ne zaman gördünüz?”

“Seneler önceydi. Güzel sesli ve meşhur hafızlar İstanbul’da Bayezıd Camii’nde Kur’ân okurlardı. Ben de Bayezıd Camii’ne hafızları dinlemeye gitmiştim. Üstadı orada hafızları iki dizi üstünde huşû içinde dinlerken gördüm. Çok dikkatimi çekti. Etrafa hiç bakmıyordu. Uzun zaman dikkatle takip ettim. Konuşma fırsatı bulamadım.”

Aklıma, İhtiyarlar Risâlesi olan Yirmi Altıncı Lem’a geldi. Bediüzzaman, Sekizinci Rica’da “İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumi’nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit...” diye başlayıp “İstanbul’un Bayezid Cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerif’te ihlâslı hâfızları dinlemeye gittim” diye devam eden satırlarda o günlerini anlatır. (Bakınız, Lem’alar, s. 231, YAN).

“Üstadla sonra nasıl buluştunuz?”

“Seneler sonra Isparta’ya eniştemin yanına gitmiştim. Isparta’da bulunduğum sıralarda her gün kütüphaneye giderdim. Burada âlimlerle ilgili yaptığımız bir sohbette, sözü Bediüzzaman’a getirip onu methedince kütüphanedeki memur, Bediüzzaman Hazretlerinin Barla’da bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine, ziyaretine gitmeye karar verdim. Ziyaretimin mahzurlu olabileceği, bundan zarar göreceğimi söyledi. Buna rağmen, kararımdan vazgeçmedim. ‘Acaba beni tanıyabilecek mi?’ diye düşündüm. Barla’ya giderek Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettim. Elini öptüm. İlk ziyaretimde seneler önce Bayezıd Camii’nde hâfızları dinlerken gördüğümü söyledim. ‘Kardaşım, ben sizi daha o zaman talebeliğe kabul etmiştim’ dedi. Şaşırdım. Ama buna çok sevindim.”

“Başka?”

“Ertesi sene, Üstadı, bir daha Barla’da ziyaret ettim.”

“Risalelerde adınız çok geçiyor?”

“Risâleleri elle yazdım. Bu vesile ile sık sık görüşmeye başladım. Üstad’la Eskişehir ve Afyon hapishanelerinde yattım”

“Mektuplaştınız mı?”

“Çok mektup yazdım.”

“Peki Üstad size mektup yazdı mı?”

“Evet. Üstadın bana yazdığı mektupları senelerce sakladım.”

Refet Ağabeyin Üstada yazdığı ve Üstadın Refet Ağabeye yazdığı mektupların çoğu Barla Lâhikası’nda ve Şuâlarda yer almaktadır.

Üniversitelerin Edebiyat Fakültelerinde “metin tahlilleri” adıyla dersler okutulmaktadır. Bu derslerde edebî şahsiyetlerin yazıları tahlil edilir. Risâlelerin ve özellikle lâhikaların da tahlil edilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.

Ahmet ÖZDEMİR

02.12.2007


Kudretin sonsuz Senin

Yoku var eder, varı da yok edersin

Her yerdesin her yerde her zaman her an

Tanıtır Seni Resûl, tanıtır Kur’ân

Sensin Rabbimiz, Sensin dertlere derman

Mevcûdât fânî, kudretin sonsuz Senin

Sensin tek Halık, Sensin kalplere Sultan

Gider yolcular bâkî âleme doğru

Sensin Rabbimiz, Sensin Rahîm ve Rahman

İsa YAKAN

02.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri