Bir baba düşünün
Bir baba düşünün.
Bir şehit babası. Dağ gibi, çınar gibi dimdik duran, durabilen bir baba. Bir yandan içten içe eriyen, çöken, yıkılan baba. Hani çınarlar içten içe çöker, hani çöktükleri, içten içe çürüdükleri halde hep dimdik, hep sapasağlam görünürler ya, işte o misal bir baba.
Şehit babası olmak dünyada yaşanabilecek en zor durumlardan biri olsa gerek. En dayanılmaz, en çaresiz, en amansız hissedilen anlardan biri. Ağlayamaz öyle kolay kolay, hani erkekler ağlayamaz ya, hani duygularını belli edemezler, dışarı yansıtamazlar ya. Zordur ağlamak en nihayetinde. Yalan işte, hem de koca bir yalan. Erkeklerin ağlamadığı bir dağın başında eriyen kar kadar yalan. Yağan yağmurun buharlaşıp uçtuğu kadar yalan. Öyle bir ağlarlar ki, yer gök şahit olur buna. Gece çıkan yıldızlar, gündüz doğan güneş, seher vakitleri şahit olur. Elinden, dilinden, gözünden sakındığı evlâdının olmayışına, böyle apansız gidişine hangi yürek, hangi baba yüreği dayanabilir ki?
Bir baba için erkek evlâda sahip olmak onurlanacağı ilklerden biridir. Soyadını devam ettireceği, kanını taşıyabilecek, gün gelip dede olacağı bir evlâttır onun için. Gururudur, koruduğudur, kolladığıdır, sakındığıdır, biricik evlâdıdır, oğludur, canından can, kanından kandır.
Öyle yana yakıla sevmez babalar, okşamazlar, sarılıp öpmezler oğullarını. Uzaktan severler ama sadece mesafe vardır aralarında. Gönüller hep yan yanadır, kucak kucağadır. Hem sevdikten sonra, özledikten sonra mesafelerin ne önemi var ki? Araya giren yollar, yıllar koca bir sevgiden ne eksiltebilir ki? Oysa babalar içten içe severler, candan, ciğerden severler. Kol kanat olurlar, ayak olurlar, el olurlar. Gün gelir evlâdı arkasını döndüğünde, arkasında kimseyi bulamadığında, herkes ona sırtını dönüp gittiğinde en büyük dayanak olurlar. Baba olurlar, sarılabilecek bir boyun, ısıtabilecek bir kalp olurlar. O zaman parmaklar dolanır cılız bedene, o zaman eller sarılır sarılmadık ellere ve kenetlenir hiç kopmamak üzere.
Bir baba ne ister? Evlâdının mutlu olmasını ister, yuva kurup huzurlu olmasını ister, torunlarını görmek ister ve nihayetinde oğlunun yüzünün gülmesini ister. Bir tebessümüne ömrünü adamak ister. Huzuru için elinden gelenin fazlasını yapmak ister. Geceleri uyandığında başında beklemese de, ağladığında saatlerce ayağında sallamasa da, dünyaya getiren o olmasa da, o sancıları çekmese de o bir babadır. Oğlunun dudaklarından ilk dökülen o her şeyi fedâ ettiren, sevinç naraları attıran “baba” kelimesi için dünyaları onun olan babadır. İlk dişi çıktığında içi kıpırdayan babadır. İlk adımını attığında, kendisine koşarken anlatılmaz, ifade edilmez, tarifsiz duygular yaşayan bir babadır.
Oysa şimdi kol kırık, kanat kırık, yürek burkulmuş, acı çöreklenmiş, uçamayan kuşlar kadar çaresiz, bir ada kadar ıssız, bir göl kadar yalnız. Bir dişin çıkması için, yürümesi için, o ilk adımları görmek için onca ay beklerken, bir baba kelimesini duyabilmek için onca sene beklerken bir dağın karanlığına, bir kurşun sıkımlık hayattır elde kalan. Şehitliktir en büyük hediye, kutsallıktır. Önce acıdır, derinden yaşanan bir acı, çınarı içten içe çürüten bir acı, gerisi kocaman bir gurur. Upuzun nehirler kadar, ucu bucağı görünmeyen ovalar kadar büyük bir gurur.
Duvarda asılı fotoğrafı koynuna alıp gizli gizli ağlamaktır arada sırada. Zamanlı zamansız mezarına gidip çiçekleri sulamak, duâ etmek ve hiç ağlayamadığın kadar ağlamaktır. Geceleri uyanıp, gizli gizli odasına gidip elbiselerini koklamaktır, yatağına yatmaktır. Acıyla baş başa kalıp “Oğlum” diyememektir, “Aslanım” diye çağıramamaktır. Şimdi asker arkadaşları onu omuzlarında taşırken son defa görebilme arzusudur. Tabutuna sarılmaktır, onu bir daha koklayamayacak kadar koklamaktır, avuçlarının arasından kayıp gittiğini izlemektir. Gözyaşları bütün bedenini sarsa da, acı bütün vücudunu ele geçirse de “Bir oğlum daha olsa, o da bu vatana feda olsun” diyebilmektir şehit babası olmak. Her şeye rağmen pişman olmamaktır. Üzülmektir ama asla pişman olmamaktır.
Ateş düştüğü yeri yakarmış. Koca bir kor düşer de, ne söküp atabilirsiniz, ne de onunla yaşayabilirsiniz. O yakar, siz yanarsınız. Siz yanarsınız, o yakar. Gözler dolu dolu olur, yüreğe akar bir yangın kopar, bir rüzgâr eser, fırtına çıkar ve geriye kalan koca bir enkaz.
Gururludur şehit babası. Bir daha, daha fazlasını tadamayacağı acı kadar yansa da, alev alev olsa da gözbebeklerinin arkasında bir tebessüm perdesi asılıdır.
Şimdi askerlik zamanıdır. Şimdi vatan savunma, toprağı koruma zamanıdır. Şimdi babasının aslanı olma zamanıdır. Zaman feda olma zamanıdır, zaman vatanı vatan yapma zamanıdır. Zaman destan yazma zamanı, türkü olma zamanıdır.
“Canım oğlum mezarımı kazdılar benim / Sen şehitsin, üzülme cennet olsun yerin / Yüreğim yanıyor rüzgâr esmiyor serin / Vatanı uğruna şehit oldu benim oğlum”
Doğduğuna şahit olursun, ilk ağlamasına, ilk gülmesine, ilk adımına sonra aradan yıllar geçer ölümüyle yüzyüze gelirsin, omuzlarında taşırsın yirmilik delikanlıları. Canlı bedeni değildir bu sefer omuzlardaki, nefes almaz, baba demez, yüzüne gülmez, bir kelime çıksın ağzından diye beklersin ama nafiledir artık. Çocukken omuzlarına bindiği gibi değildir artık. Mezara konulmasına bakakalırsın ardından, ne üstüne toprak atılmasına dayanabilirsin, ne de gece orada bırakmaya. O nur yüzüne bakmaya kıyamazsın. İçi cız eder her baba gibi, her evlâdını kaybeden baba gibi yangın yerine döner yüreği. Sonra melekler gelir, saf saf dizilir, melekler ağlar, babalar ağlar, ağlaşırlar. “Eyvah oğul öpmeye doymadığım hayırsızım / Sevmeye kıymadığım yürek sızım / Şimdi omuzlarında melekler ağlasın”
[email protected]
|
Suveyda GÜNER
01.12.2007
|
|
Karşılıksız iyilik - 2
—Geçen haftadan devam—
Türker Amca kendini rahatlatmak için, o annenin evine gitti. Kapıyı açan kadın karşısında onu görünce sadece başını yere eğdi. Bebeğinin ölümünden bu adamı sorumlu tutmak istemiyordu; ama yardım etseydi belki bebeği yaşayacaktı düşüncesi onda hâkim olmaya çoktan başlamıştı. Zaten çok utangaç bir yapıya sahip olan bu kadın hiç konuşmadı. Konuşmamasını kendisine hissettiği kırgınlığa bağlayan Türker Amca çok üzüldü. Kendinde mevcut bulunan üzüntü katmerleşti. Söze nasıl başlayacağını bilemedi. Derinden bir soluk alıp söze başlamalıydı. Genç kadın hâlâ başını yere eğmiş vaziyette duruyordu. Türker Amcanın konuşmaya başlamasıyla başını kaldırıp ona bakmaya başladı.
“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Bebeğinizin ölümüne gerçekten üzüldüm. Başınız sağ olsun.” “Sağ olun.”
“Sizden bağışlanma istiyorum.”
Evlâdının acısıyla yüreği yanan ana:
“Sizi Allah af etsin” dedi.
Bu söz üzerine ne söylenebilir ki? Türker Amca başını çevirip gitti. Bu kadın kendisini affetmeyecekti. Belki sonra dedi. Acısı hâlâ tazeydi.
Türker Amca nerdeyse her hafta bu kadının yanına gidip affetmesini diledi. Hakkını helâl etmesini istiyordu. Ama uğraşları boşunaydı; çünkü kendisini hiç affetmedi. Vicdanını rahatlatmak için Türker Amca eskisinden daha çok yardım etmeye başladı. Kapısına gelmeyenlerin kapısına gitti. İhtiyaçları soruyor; ona göre yardım ediyordu. İsterse karşılık görmesin yine yardım ediyordu. Bu hali yıllarca devam etti. Bir tek o kadına yardım edemedi. Eğer o kadın hakkını helâl etmezse gözü açık olarak bu diyarlardan gidecekti. Vicdanı hiçbir gece onu rahat bırakmıyordu. Annenin derinden kopan feryadı hep kulaklarındaydı. Bu azap onu daha çok yardım etmeye sevk ediyordu. O kadar çok yaptı ki sonunda iflâs etti. Bu dönemlerde can yoldaşı eşini de kaybetmiş; çocukları da yurt dışına gitmiş, bir daha da babalarını aramamışlardı. Artık bu iyiliksever adam sokakların dilencisi olmuştu. Asıl onu dilenci yapan yaşadığı pişmanlıktı. Vicdanı öyle bir sızlıyordu ki yüzünde derin bir elem bıraktı. Hep gözü dolmuş olarak insanlara bakıyordu. Elini uzatırken bir lokma ekmek boğazından geçsin diye. Aslında yaşamak onun için çok zordu; ama belki o kadın bir gün ona hakkını helâl eder diye yaşamaya çalıştığı belliydi.
Bütün bunları düşünürken önemli olanın insanın kul hakkına girmemesiydi. Girdiği zamanda eğer vicdanı varsa insanı ne hale giriftar ettiğini, Türker Amcanın bu hali gündüz gibi aşikâr gösteriyor. Onu görmediğim dönemlerde tam olarak ne yaşadığını bilmiyorum; ama şu halini görmek bile neler yaşadığını gösteriyor. Bu dönemi hep sokaklarda geçirmiş. Bir gün çok zengin olup da sonra böyle sokaklarda dilencilik yapmak bir insan için inanılmaz bir azap olsa gerek.
Türker Amca gözlerim önünde kaybolana kadar onu seyre daldım. Tam sokağı dönerken yere düştü. Sanırım baygınlık geçirdi. Orada bulunan insanlarla beraber ben de koştum. Türker Amca nefes alamıyor gibiydi. Orada bulunanlarla beraber onu harabeye benzeyen evine götürdük. Ben ona bir bardak su verdim. Suyu içtikten sonra az da olsa kendine geldi. Onun iyi olduğunu görenler yavaş yavaş yanımızdan ayrıldı. Bir tek ben kaldım. Amca beni tanıyamadı. Buralardan gittiğimde on altı yaşındaydım. Tabiî ki, tanıyamazdı. Kendimi tanıttım. Biraz hafızasını zorlayınca beni tanıdı. “O küçük kız ne çabuk büyümüş” dedi. Sonra zoraki konuşmaya başladı.
“Halimi görüyor musun?” “Evet amca.”
“Yaptığım iyiliklerin boşuna gitmediğini biliyorum. Ama ben çok büyük bir yanlışlık yaptım. İyiliklerimin karşılığını görmek istedim. Olmayınca da vazgeçtim. Bedeli ne oldu: Masum bir bebek öldü. Annesi beni hâlâ affetmedi. Kendime gelmem için böyle bir şey yaşamam gerekiyormuş. Vicdanım nasıl sızlıyor bir bilsen.”
“Amca üzülme. Sen çok uğraştın. Hakkını helâl etmezse yapacak bir şeyin yok ki.”
“İçimden bir ses, günlerimin çok az kaldığını söylüyor. Beni bir affetse, ruhumu çok rahat bir şekilde teslim ederdim.”
Bu sözlerin ardından başını yastığa koyup uyumaya başladı Türker Amca.
O günden sonra, neredeyse her gün onu ziyaret ediyordum. Her geçen gün, durumu daha kötü oluyordu. Hastaneye götürmek için ısrarlarım neticesiz kalıyor; gelmek istemiyordu. Ne olduysa o gün oldu. Durumu çok ağırdı. Sekerâta girmek üzereydi. Adeta bana yalvardı:“Ne olur o kadını yanıma getir. Helâllik almadan ölmek istemiyorum.”
Onu bu halde bırakmak zor gelse de, son arzusunu yerine getirmek için kadının evine gittim. Beni çok güzel ağırladı. Neden geldiğimi söylediğimde ise yüz ifadesi değişti. Türker Amcanın son nefesini vermek üzere olduğunu söylediğimde yüzünde acıma belirdi. Artık dayanamayıp sordum:
“Neden bu kadar yıl geçmesine rağmen affedemediniz?”
“Siz kucağınızda evlâdınız ölseydi ne yapardınız?”
“Yine affetmeye çalışırdım. Sonuçta ecel birdir. Bebeğinizin ömrü o kadarmış.”
“Bunu kabul etmek istemiyorum. Bir daha çocuğum olmadı. Meyvesiz bir ağaç gibiyim. Dalında kurudum kaldım.” Kadın ağlamaya başladı. Bende ona karşı acıma hisleri oluşmaya başladı. Gözyaşlarını silerek devam etti.
“Arkasında bir çocuğum olsaydı, belki onu affedebilirdim. Ama yapamam. Çaresizlik içinde kapısına vardığımda çocuğum kucağımda ölmek üzereydi. Ona yalvardım. En son çaldığım kapı onundu. Oradan çıkıp sokağın başına döndüğümde bebeğimin nefes alışını duyamadım. Taş kesilmişti kucağımda. Öldüğünü anladığımda sadece bağırabildim.”
“Bak kendin söylüyorsun, hemen ölmüş. Hastaneye yetiştirseydin de yine ölecekti. Hem çok pişmanlık duydu. Huzurlu bir şekilde ruhunu teslim etmek istiyor.”
Bu kadar ısrarıma karşı gelmedi. Gözlerini yere çevirerek:
“Tamam. Hakkımı helâl edeceğim” dedi. “Öyleyse çabuk olalım. Yetişemeyebiliriz.” Eve gelene kadar korkular içindeydim. Ya yetişemezsek! Eve girdiğimizde Türker Amca vefat etmiş. Kadının hakkını helâl ettiğini öğrenemeden bu diyardan göçüp gitti. Kadın ölmüş bedeni görünce içi sızladı. Ama affetmek için de geç kaldı.
Türker Amcayı hep güzel hatırlarım. Bebeğin ölümünden sonra gerçekten yürekten iyilik yapmıştı. Asla karşılığını beklemeden. Sonradan iflâs etmesi ve bunu hiç önemsememesi bir delil hükmüne geçiyordu.
Ben inanıyorum ki hâlâ dünyamızda Türker Amca gibileri var.
—SON—
|
Fadime KAYA
01.12.2007
|