|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
And olsun ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza Biz bir vaadde bulunduk. Onlar mutlaka Bizden yardım göreceklerdir.
Saffât Sûresi: 171-172
|
01.12.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Ölülerinizin güzel yönlerini söyleyiniz, kötülüklerini ise söylemeyiniz.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 511
|
01.12.2007
|
|
Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor
İ’lem eyyühe’l-aziz!
İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.
Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür’atle giderken “Bulutların geçişi gibi geçip gider” (Neml Sûresi, 27:88) âyetini okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşrû lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.
Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.
Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedü’l-âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmden medet istiyorum.
Ve keza, hiçbir şeyi duâlarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle duâlarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.
Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.
Mesnevî-i Nuriye, s. 94
Lügatçe:
arz: Dünya.
sefine: Gemi.
firâk: Ayrılık.
telâki: Kavuşma, buluşma.
nefs-i emmâre: Daima kötülüğü emreden nefis.
şems: Güneş.
kamer: Ay.
musahhar: Boyun eğdirilmiş, hizmetkâr kılınmış.
Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâl: Her şeyi hikmetle yaratan Celal sahibi, Allah.
abd: Kul.
tayyare-i ömr: Ömür uçağı.
uhdut: Geçit, hendek.
şimşekvâri: Şimşek gibi.
şimendifer: Tren.
ebedü’l-âbad: Sonsuzlar sonsuzu.
Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîm: Şefkat ve merhameti sahibi Yaratıcı.
istigâse: Sığınma, yardım isteme.
küre-i arz: Dünya.
teskin: Sakinleştirme, durdurma.
âmâl: Emeller, arzular.
makasıd: Maksatlar.
vaki: Vuku bulmuş, gerçekleşmiş olan.
müyûl: Meyiller, yönelimler.
maada: Başka.
|
01.12.2007
|
|
Yine göç var
“‘Yine göç var’ diye Mecnun’a
haber verme sakın,
Yine matem, yine zarî,
yine efgân olacak.”
Bir ayrılığın hasreti ile dökülmüştü bu mısralar… Bir göç vardı Denizli’den.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bu gidişine dayanamayan merhum Hasan Feyzi Ağabey, duygularını bu destan niteliğindeki şiiri ile kâğıda dökmüştü.
Bu göçle birlikte sanki yüreğinden bir parça sökülüp gidiyordu. Canı, ciğeri, Üstad’ı gidiyordu. Gözleri yaşla, kalbi yasla dolmuştu…
Aslında bu ne ilk göçtü, ne de son göç olacaktı. Her an her yerde göç vardı. Bir yerden bir yere taşınmanın da ötesinde çok geniş anlamlı, dokunaklı bir hadiseydi göç. Hasan Feyzi Ağabey de tıpkı Denizli hapsinde Üstadının bedeline şehit olan Hafız Ali gibi, yine Üstadı zehirleme suikastlarının bir yenisinde Denizli’de rahatsızlanmış ve o da ahiret diyarına göç edenlerden olmuştur. Kendisi bu göçün farkında mıdır bilinmez… Onlar şehit oldukları için belki kendilerini hâlâ yaşıyor biliyorlar ve iman hizmetinde Üstadımıza yardım ediyorlar.
Göç bir anlamda hareketti, değişimdi, bir hicretti. Şu anda her saniyemizin mazi denizine göçmesinden tutun da, gözümüz önündeki her gün vuku bulan vefatlardan, bir görünüp bir kaybolan su kabarcıklarına kadar her şey göç halindeydi. Zerrelerden şemslere kadar her varlık göç ediyordu. Hiçbir şey yerinde durmuyordu.
Üstad Bediüzzaman’ın hayatı da son derece hareketliydi ve göçlerle doluydu. O her an yeni bir şeyler söyleme ve yazma derdindeydi tutuşan imanları kurtarmak adına. Göçtüğü yerler kimi zaman soğuk hapishanelerdi, kimi zaman tek kişilik bir hücre. Kimi zaman da kuş uçmaz kervan geçmez bir belde. Onun için önemi yoktu ki nereye göçtüğünün… Dünyada her yer gurbetti zaten. Gurbet içinde gurbetler yaşanırdı burada. Önemli olan hepimizin göçeceği ahiret yurduna iyi hazırlanmaktı.
Bir aksiyon adamı olan Üstadımızın hayatı da, bu büyük göçe hazırlık için, yaşadığı asrı ve gelecek asırları ikaz ile geçmiştir. Kendisi elinde taşıyabileceği kadar yükü ile her an her türlü göçe hazır bir vaziyette yaşamıştır. Bize de lisan-ı hâliyle ve bıraktığı eserlerle “Hazırlanınız, başka bir diyara gideceğiz” mesajı vermiştir.
Dünyadan ebediyete göç etmesi ise geride kalanlar için kolay olmamıştır. “Üstadım, siz olmadan dünyada yaşayamam” diyerek Üstadından önce ahirete göçmek isteyen Zübeyir ağlar, Bayram ağlar, Ceylan ağlar… Gökyüzü sicim gibi döktüğü damlalarla ağlar… Ve ülkenin dört bir yanından gelen büyük bir kalabalıkla Üstadımız ebediyete uğurlanır.
Gün gelmiş, Üstadlarının ardından gözyaşı döken cefakâr ve fedakâr Ağabeylerimiz de, bir bir aynı yere göçmüşlerdir. Ve bu göçler hâlâ devam etmektedir.
Bu ay da hem Hasan Feyzi Ağabeyin 61. sene-i devriyesi, hem de Hilmi Doğan Ağabeyin ebediyete göç etmesi ile biz de “Yine göç var” dedik ve Hasan Feyzi Ağabeyin bu meşhur Ayrılık Destanını hatırladık.
Bu ay aldığım bir diğer göç haberi ise çok yakınımdan geliyordu. Anneannem Fadime Köse, Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Sanki herkes ve her şey Hasan Feyzi Ağabey’in mısralarındaki gibi “Göç var” diye haykırıyordu.
Bu vesile ile, Üstadımıza ve talebelerine, bilhassa Hilmi Doğan Ağabeyimize, Hasan Feyzi ve Hafız Ali Ağabeylere ve ebedî yurdumuza göç etmiş bütün yakınlarımıza Cenâb-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Rabbim kabirlerini pür nur eylesin. Bizleri de bu göçe her an hazırlıklı eylesin.
Not: Gerek elektronik posta ile, gerekse telefon ile taziyede bulunan bütün dost ve okuyucularımıza teşekkür ederim.
[email protected]
|
Mehtap YILDIRIM
01.12.2007
|
|
Allah’ın yaktığı Nur meş’alesi üflemekle sönmez
Dinin emirlerini icrâya cesaret edenlere ve özellikle Nur talebelerine baskı, dayatma ve sıkı takipler devam etmekte, onlara göz açtırılmamaktadır. Şedit bir şekilde gözaltında tutulan Üstad’ı sırf ziyaret edip duâsını almak gibi masumane niyetlerle tâ uzaklardan nice zahmet, meşakkat ve masraflarla gelenler, ya geri çevrilmekte, ya da karakollarda sorgulanmakta, falakaya yatırılmaktadır.
1945’li yıllar, Üstad Bediüzzaman’ın ağır ıztıraplar ve çileler çekerek sürgün hayatı yaşadığı yıllardır.
Bu sıralarda ilçe idarecileri, bir telâş ve arayış tasası ile bocalayıp durmaktalar. Zira suikast planları ile ciddî meşguller. Kötü kasıtları, Üstadın hayatınadır. Gelen emir, her şeye rağmen uygulanacak, ancak halkın tepkisine, şikâyetine mahal verilmeden uygun bir kılıf bulunup sonuç alınacaktır.
O günlerde bir kamyon şoförü, geçimini sağladığı eski aracını tamir için çareler aramaktadır. Bunu fırsat bilenler, hemen onu çağırıp şu teklifte bulunurlar:
“Sana 50 lira vereceğiz. Hurda durumunda olan kamyonunu bu parayla tamir ettirir, yepyeni yaparsın. Ancak burada zararlı bir sürgün var. Onun arabasına, kamyonunla yoluna çıkıp hızla çarpacaksın. Senin hasarın olursa ayrıca karşılayacağız.”
Kamyon şoförü, geçim sıkıntısı çektiğinden 50 lira cazip görünür. Bu cinayeti işlemeyi paranın hatırına kabul eder.
Üstadın arabası düz şosede seyir halinde iken onu gören kamyon şoförü pusudan çıkar; çarpmak için aksi istikamette, Üstadın arabasının üzerine doğru kamyonu hızla sürer. Tam bu sırada kamyonu gören Üstad, kendi şoförüne “Arabayı sağa çek, durdur. Karşıdan gelen kamyonun şoförünü buraya çağır” talimâtını verir.
Üstadın şoförü (muhtemelen) Hüsnü Ağabeydir. Kamyon şoförünü durdurup Üstad’ın huzuruna gelmesini suhuletle sağlar.
Üstad ona meâlen:
“Kardeşim! Sana benim hakkımda yalan-yanlış şeyler söyleyip iftira etmişler, seni kandırmışlar. Ben Kur’ân-ı Kerîm’in iman hakikatlerini yazıyor, anlatıyorum. Tâ ki insanlar Allah’a hakkıyla inanıp kâmil mü’min olsunlar. Dünyaları nurlu, huzurlu olsun. Ahirette de Allah’ın lûtfuyla cennet ve Cemalullah’a kavuşsunlar. Yazdırdığım eserler, Kur’ân’ın iman esaslarını anlatıyor. Maksadım Allah’ın hoşnutluğunu, Hz. Peygamberin şefaatini kazanmaktır. Bu vatanda yaşayan insanların düşmanı değil, dostuyum. Hakkın hizmetkârıyım, Kur’ân’ın dellâlıyım. Zararlı değil, kitaplarımı okuyanlara faydalıyım ve iman ehli insanların duâcısıyım” mealinde irşad eder.
Kamyon şoförü bu sözleri dikkat ve heyecanla can kulağıyla dinler, çok etkilenir, duygulanıp ağlamaya başlar.
“Hocam, ben çok pişmanım. Hakkını helâl et. Beni parayla yanılttılar, aldattılar. Bana da duâ et” der. Ve gözyaşları içinde Üstadın ellerine sarılıp öper ve şunu ilâve eder:
“Beni aldatıp sana iftira edenler burada olsa, vallahi onları kamyonumla şu anda çiğner ezerim” der. Üstadın yine şefkat tecellisi parlar ve şoföre: “Ben sana duâ edeceğim” buyurur.
Muhterem İslâm Yaşar Beyefendinin akıcı ve lâtif bir üslûpla telif ettiği “Muhabbet Fedaileri” isimli eserinde halis bir Nur talebesi olan Nazillili Mehmet Oğuz’un, karakolda tekmelenerek, işkenceler altında nasıl acımasızca şehid edildiğine dair, o sanki canlı sahneleri okudukça insan duygulanıyor, gözyaşlarına gark oluyor. Ve “Ne kadar Halim’sin ya Rabbi!” diyor.
Şair ne güzel demiş:
“Takdir-i Huda kuvve-i bâzû ile dönmez.
Bir şem’a ki Mevlâ yaka üflemekle sönmez.”1
Bütün bu zulümlere rağmen Hz. Üstad, vasiyetnâmesinde şöyle buyuruyor:
“Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin, türlü türlü suçlamalarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim. (...) Bizim vazifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir.”
“Gerçek âlimler, ilmiyle amel eden takva ehli olanlar, peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifinin sırrına hakkıyla, kemaliyle mazhar olan Hz. Üstad’dan Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin ebediyyen hoşnut olsun ve onu Hz. Peygambere komşu etsin. Şerefli ruhaniyetlerinin, sevenlerin üzerinde daim, berkarar buyrulmasını Rabb-i Rahîm’den diliyor, dileniyoruz.
Dipnot: 1- Şuâlar, s. 399
|
Abdullah BATTAL
01.12.2007
|
|
Hizmette rahmet var
Yakın bir zaman öncesi, hizmette saçlarını ağartmış bir ağabeyimizle tanışma fırsatı buldum. Güzel sohbetinden istifade ederken bir ara bizlere döndü ve derin bir sürûrla:
“Elhamdülillah, tam kırk beş yıldır bu hizmetin içerisindeyim. En ufak bir pişmanlık duymadığım gibi binler rahmet ve fayda gördüm.”
Bu sözler, bende derin yankı yaptı. Fitnenin genişlediği, cazibenin arttığı böyle bir zamanda hiçbir dünyevî menfaat ummadan yaklaşık yarım asırlık müddeti bir dâvâya adamanın altında derin sırlar olmalıydı. Çok dâvâlar biliyordum ki insanı, fani maksatla fenaya sürüklüyor ve bir hiç uğruna bütün ömür sermayesini eritip tüketiyordu. Sonunun ise pişmanlık, elem, hüzünle bittiğini hepimiz biliyorduk.
Peki elemlerden arınmış, insanlara dünyada huzur ve şevk; ahirette ise saadet-i ebediyeyi vaad eden Risâle-i Nur hizmetinin mahiyeti ve kıymeti neydi? Cevap, hayatını bizler için adayan Üstadımızın şu sözlerinde gayet açıktı:
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz. Vazifeniz kudsîdir, hizmetiniz ulvîdir. Her bir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek kıymettedir. Biliniz ki elinizden kaçmasın.”1
Hem dünyaya hırs ile çalışanlara dikkat edip baktım ki; gaye-i asliyeleri şu kısacık hayat-ı dünyeviyede hakikî ve elemsiz bir lezzet aramaktır. Fakat yanlış formül ile doğru sonuca ulaşmaya çalıştıklarından, o lezzeti bir türlü bulamıyorlar, bulduklarını sandıkları anda da ölüm ile kaybediyorlar. Oysa ki Üstadımız, “Demek hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir”2 diyerek bizlere en güzel ve doğru formülü sunuyor. Ve Risâle-i Nur ile ciddiyetle iştigal edenlere tahkikî iman müjdesini veriyor. O sebeple anladım ki; Risâle-i Nur hizmeti ile meşgul olanlar hakikî ve elemsiz lezzeti buluyorlar ve o lezzeti kaybetmemek için değil yarım asrı, belki mümkün olsa binler asrı fedâ edecekler diye aklıma geldi. Bu ihsan karşısında, Allah’a binlerce şükrettim.
Hem kıymetli hayatlarını kıymetsiz işlerle heba edenlere baktım ki...
Üstadın tâbiriyle “gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden, sevmek beklediği nazarlarda nefret görüyorlar.” Fakat hizmette fani olmuş ağabeylerimize, ablalarımıza bakıp, zerre kadar istemedikleri halde onlara karşı derin bir muhabbet beslenildiğini müşahede ettim. Bu hakikati Zübeyir Gündüzalp: “Böyle bir zamanda, böyle bir kudsî iman hizmetinde çalışanlara karşı durumumuz şudur: Bir zerre hizmet, bir dağ; bir dirhem hizmet, bir batmandır. Bu Nur hizmetinde—az dahi olsa—bulunanlar, çok hürmet, muhabbet ve şefkate lâyıktır” diye vecizane ifade etmiş.
Allah hepsinden ebediyen razı olsun...
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 414
2- Asa-yı Mûsâ, s. 18
3- Altın Prensipler
[email protected]
|
Mehmet Ali ERGENEKON
01.12.2007
|
|
BİR KISSA, BİN HİSSE
Mekke fethedilmişti. Ebû Süfyan İslâmiyeti yeni tanımış, yeni ısınmış ve yeni Müslüman olmuştu. Bir ara Kureyş ileri gelenlerinden Attab ibn-i Esid ve Haris ibn-i Hişam ile Kâbe civarında karşılaştılar.
Bu esnada Hazret-i Bilâl-i Habeşî’nin Kâbe’de okuduğu ezan sesi duyulmaya başlamıştı. Reisler Mekke’nin ellerinden çıkmasına ve okunan ezana karşı tepkili idiler.
Attab, “Pederim Esid bahtiyardı ki, bugünü görmedi” dedi burnundan soluyarak.
Haris öfkeli idi:
“Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı ki müezzin yapsın?” dedi.
Ebû Süfyan ise inanmıştı artık:
“Ben bir şey demeyeceğim. Korkarım ki; kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları konuştuklarımızı ona haber verecek!” dedi.
Gerçekten az sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm çıkageldi. Peygamber Efendimiz (asm) her birisinin sözlerini ve ne konuştuklarını tek tek söyledi.
Sahiden... Taşlar mı ona (asm) gidip haber uçurmuşlardı?
Attab ibn-i Esid ile Haris ibn-i Hişam’ın şaşkınlığı hemen oracıkta imana dönüşüverdi. Her ikisi de kelime-i şehadet getirdiler ve Müslüman oldular.
(Mektûbât, s. 109; Beyhâkî, Delâil-i Nübüvvet, 5/75.)
|
Süleyman KÖSMENE
01.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|