Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

“Karagöz” deyip geçersek...



Genel anlamda kültürel açıdan çok zor ve dağınık bir dönemden geçtiğimize itiraz eden kimse kalmadı!

“Millî” kelimesi ne yazık ki sadece “Piyango” yanında bir anlam taşıyor…

Çünkü…

Kültürel açıdan öyle dağıldık, öyle kafa karışıklıklarına maruz bırakıldık ki toplum olarak, en ortak kavramlarımız üzerinde bile anlaşamıyoruz.

Toplum böylesine kültürel bölünmeye uğrayıp sonuçlarını da böyle böyle sahnelerle dışa vurunca; kültürel mirasımıza sahip çıkmak üzerine söyleneceklerin ne kadar ilgileneninin olduğu sorusu da boşta kalıyor. İnsanın içi daralıyor!

Ama her şeye rağmen bilenler sürdürecek mücadeleyi… Sürdürüyorlar da ve kültür bayrağı bin bir zorluk karşısında bile dimdik duruyor.

Ammmmmaaaa!

Kültür bayrağımızın dimdik durabilmesi her geçen gün daha bir zorlaştığından, kültür sevdalılarının işi de daha bir zorlaşıyor…

Bugün meselâ; “Türk Sineması”nın, “Türk Tiyatrosu”nun, “Türk Müziği”nin, “Türk şiiri”nin, “Türk romanı”nın, “Türk hikâyesi”nin, “Türk resmi”nin, “Türk felsefesi”nin, “Türk mimarisi”nin “var” olup olmadığı ciddî ciddî tartışılamıyor. Çok kimsenin böyle bir tasası yok!

İşi yapan kişinin “TC” nüfus cüzdanına sahip olması yeterli sanılıyor. Oysa adı sanı ve nüfus cüzdanına göre “Türk” görünen ama ruhen yabancı kültürlere teşne çoook insan var… Sanatçılar arasında da sanatla ilgili kararlar veren makamlarda da… Durum böyle olunca da sıkıntılarımızı, kültürel kayıplarımız değerlendirmemiz, açıklarımızı giderecek çabaları gösterebilmemiz zorlaşıyor.

Son günlerde gördüğüm iki haber üzerine –tekrar- Karagöz’e takıldım meselâ…

Yayın hayatına kısa süre önce başlayan Taraf Gazetesi’nde 17 Kasım günü yer alan Nena Çalidis imzalı haberde Yunanistanlı Karagözis ustası Evgenios Spatharis’in, konuyla ilgili görüşleri vardı.

Söz konusu haberden öğreniyoruz ki; Evgenios Spatharis’in, Atina’da kendi adına Karagözis Müzesi varmış. Konuyla ilgilenen ustalarımızın gezi ve incelemelerinden de biliyoruz ki; şu anda sadece Atina’daki Karagöz’le ilgili mekân sayısı 50 civarında… Tiyatroyla ilgili diğer mekânları ise sayıya dahil etmiyoruz bile…

Sadece “tiyatro”yu öne alıp salon açısından baktığımızda, komşu karşısında tartışılmaz bir gerilik içerisinde oluşumuza birkaç kulp takmaya yüzümüz olabilir belki… Ama “Karagöz” konusunda –ülke çapındaki- sıfırımıza karşı, sadece Atina’daki 50 salonluk yenilgimizin suçlusu kim/ler/dir?

Son zamanlarda Yunanistan’da Karagözis’e duyulan ilgide bir artma da olmuş ve Evgenios Spatharis bu durumu; “ Yunan halkı yabancı yapımlardan yoruldu, Yunan yapımı bir şey izlemek istiyor, Karagöz onun için çok seviliyor.” diyerek özetlemiş durumu.

İsterseniz bizdeki durumu da siz bir düşünün.

Aynı gazetede bu defa 28 Kasım tarihinde A.A. mahreçli bir haber daha vardı.

Devlet Tiyatroları’nın “Rembetiko” isimli oyunu için Yunanistanlı yönetmen Costas Ferris ülkemize gelmiş. Yunanistan’da “avangarde/ öncü tiyatro”nun ağırlık kazanmasına rağmen, halk tiyatrosu geleneğinin de sürdürüldüğünü söylemiş Ferris. Ve; “ Türkiye’de ise bir tarafta geleneksellerin, diğer tarafta batıcıların olduğu”na dikkat çekmiş!

“Avangarde tiyatro” ile “halk tiyatrosu”nun bir sentezi oluşturulduğunda iyi sonuçlar elde edildiğini de söyleyen Ferris herhalde Türkiye’deki gelenekselcilerin Karagöz gibi halk san’atlarına sahip çıktığını, batıcıların ise sahip çıkmadığını söylemek istemiş sanki…

Aaaaah, aaaah!

Tam da “dışı sizi yakar, içi bizi…” durumuyla karşı karşıyayız…

“Sağ” düşüncenin siyasetteki en uç kanatlarında dolaşan birkaç kültür bakanına, Ünver Oral ustanın konuyla ilgili kaç dosyasını elden verdiğimi ben bilirim.

Karagöz’ümüzü yaşatmak için çaba gösteren hayattaki – sayıları bir elin parmağını bulamayan- ustalarımızın toplu haldeki çeşitli girişimlerine de şâhid olmuşluğum vardır.

Dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki kültürden sorumlu olan kişilerin; “Karagöz’le Hacivat’la geçirilecek zamanımız yok. Onlar müzelik olmuş şeyler.” demişliğine de ne yazık ki şâhid olmuşluğum vardır.

Costas Ferris’in söylediği bir başka cümle daha var ki… Söyleyenin “yabancı” olmasından dolayı ilgi göstereceklerimiz bulunacağı ümidiyle sevinmedim değil… Ferris; “ Benim gözlediğim kadarıyla, Yunanistan’da Karagöz’e verilen önem Türkiye’de yok. Eminim, Türkiye’de Karagöz’ün değerini anlayabilen kişiler bulunacak ve böylece bu değerler tiyatroya aktarılacaktır.” temennisinde bulunmuş. Şimdilik bize düşen, Ferris’in bu temennisine derinden bir “aaaamiiiin!” ile katılmak…

Sarmaşık Kültür Dergisi’nin “tiyatro” ile ilgili olan 6. sayısında; Ali Poyrazoğlu, Erol Keskin, Hilmi Zafer Şahin, Prof. Dr. Murat Tuncay, Mustafa Miyasoğlu, Müjdat Gezen, Ömer Altan, Mehmet Karaosmanoğlu, Savaş Aykılıç, Şükrü Türen, Ünver Oral ve Üstün İnanç bir çok ustanın, yerli kültürümüzün sevdalısının görüşlerine yer vermiştik. Sarmaşık’ın 9. sayısında ise Okday Korunan, Savaş Aykılıç gibi genç ustalarla, Rauf Altıntak ustanın yanı sıra görüşlerine geniş biçimde yer verdiğimiz Münir Caner usta olayla ilgili çözümü tek cümlede özetliyor aslında; “ Türkler, abuk sabuk Fransız vodvillerine özeneceklerine Karagöz’e baksalardı, bugün Türk komedisi çok daha mükemmel şekilde gelişirdi.”

Hiçbir şey yapamıyorsak: Dolmamız Yunanlılar tarafından “dolmakis” yapıldığında, baklavamız “baklavakis” edildiğinde hatta dönerimizden sonra lokumumuza da sahip çıkıldığında gösterdiğimiz saman alevi gibi tepkileri; başta Karagöz olmak üzere kültürel alandaki kayıplarımıza, taban kaymalarına göstermediğimiz sürece, daha çoook söylenir dururuz buralarda.

Ama gocunmayacağım… Yılmayacağım… Karamsarlığa ise asla kapılmayacağım…

Her fırsatta söyleyeceğim, bıkmadan usanmadan…

Çünkü Karagöz sadece “Karagöz” demek değil benim için.

Karagöz bir kültürün özeti. Yitirdiğimiz ve yerini bir türlü dolduramadığımız öz kültürümüzün simgesi, perdeye yansımış gölgesi, özeti.

Bundan daha önemli ne olabilir ki?

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zirveleri devirmek



Eskiden ‘çam devirmek’ diye bir tabir vardı. Şimdi ise zirveleri devirmek moda oldu. Zehiri panzehir, panzehiri de zehir niyetine sunuyorlar. Büyük adamların meşrep ve mezhepleri ne olursa olsun kendilerine benzetme genel geçer bir kural haline geldi. Bu anlamda, bakıyorsunuz, Gazali bir yandan Keldani diğer yandan Şiî olabiliyor. Galiba Sünnîliği ve Eş’ariliğe bu gidişle hiç sıra gelmeyecek. Halbuki Gazali hem Rafiziler için hem de Hıristiyanlar için reddiye mahiyetinde risâleler kaleme almıştır. Yine İstanbul’u İslâma hediye eden ve bu vasfıyla Hazreti Peygamberin müjdesine nail olan Fatih Sultan Mehmet Han bakıyorsunuz tarihi söylentilerle (historic rumors) Hıristiyan hâline getirilivermiş. Dolayısıyla günümüzde büyük tarihî bir tahrifat hamlesi var. Bunları yapanların bir kısmı da sözde güvenilir/mevsuk zevat. Doğrusu onlarınki, tarih değil karalama evrakı. ‘Evraku’s sevad’ denilecek evsafta yazılar.

Sözgelimi, daha ziyade felsefe ve edebiyatla iştigal eden Hilmi Yavuz da populizm alanının cazibedar hafifliğinden kendisini alamamış ve kurtaramamış olmalı ki Fatih’le ilgili çeşitli yakıştırmalar yapmış. Bu yakıştırmalarda Fatih karşımıza bambaşka bir portre olarak çıkıyor. Avni mahlasıyla Veyis adlı bir muhataba yazdığı şiirlerde gizli eşcinsel kişiliğini dışa vuruyormuş. Divan şiirlerinde Fatih oğlanlara gazeller ve methiyeler düzmüş. Bu durumda Mevlânâ ile Şems’in ilişkilerine bu tür atıflar yapan Nobelli yazarımız Orhan Pamuk ile Hilmi Yavuz arasında ne fark var? Gerçekten de zirvedekileri indirme hamlesine ve kampanyasına Hilmi Yavuz’un da katılmış olduğunu görüyoruz. Ülkemiz adına hayıflanmamak elde değil. Bir de meseleye şöyle bir hava veriliyor: Osmanlı döneminde bu tür ilişkiler tabu değildi. Cumhuriyet dönemi Osmanlı’ya göre daha namuslu idi. Osmanlı’nın gizlemediğini biz niye gizleyelim? Daha bu tür zırvalarla zirveler üzerinden doğrusu bu tür çarpık ilişkilere icazet ve meşrûiyet kazandırılmak isteniyor. ‘Osmanlı’nın bu konuda gizlisi saklısı yoktu’ deniliyor.

İstanbul’u fethederek Ortaçağ’a son veren Fatih’e bu tür isnatlar yapılırken İttihad-ı İslâm’ı sağlayan Yavuz’un sahası boş mu bırakılıyor sanıyorsunuz? Onun kişiliği bu tür isnatlardan masun mu kalacaktır? Heyhat! Onun karalayıcıları da ayrı. Sözgelimi, 24 yaşına kadar Mehmet Akif Ersoy’un meyi elinden düşürmediğini yazan Yalçıneyn’den Soner Yalçın yine Akif’in Mısır’a gönüllü veya zoraki sürgün olarak gitmediğini; eğlenmek ve gezmek amacıyla gittiğini ve gününü gün ettiğini söylüyor. Bununla dünyada hedonizmden başka gerçek olmadığını ve bütün manevî değerlerin fasarya ve angarya ve hiç olduğunu ispat etmek istiyorlar. Müslümanların en idealistini en hedonist yaparsanız geride ne kalır! Şu Çılgın Türkler kitabının yazarı Turgut Özakman’ın da yaptığı gibi. Bütün manevî değerler çılgınlık derekesine indirilmek isteniyor. Bu yönüyle çılgınlık yüce bir değer haline gelirken Allah, Peygamber aşkı gibi ulvî gayeler süflî arzular olarak takdim ediliyor. Zirveler “desacration” ile arzileştiriliyor. Milletin bütün manevî dinamikleri ve tutamakları bir bir yok edilmek isteniyor.

***

Bu bağlamda, Yalçınenyn’den (iki Yalçın’dan biri Küçük diğeri Soner) Soner Yalçın, Yavuz Sultan Selim’in de ayyaş ve “şaribu’l leyli vennehar” bir padişah olduğunu ileri sürüyor. İşret meclislerinde beraber miymiş de bu kadar kendinden emin konuşuyor! Sanki Hasan Can’ın yerinde Soner Yalçın denen kişi varmış! Son sıralarda Osmanlı gizli karalamanın hedefi ve odağı haline gelmiş bulunuyor. Bu gizli karalayıcılara karşı Yahudiler gibi ADL tarzı örgütler kurulsa ve tarihî şahsiyetler tahrifattan masun kılınsa ve siyanet altına alınsa sezadır. Tarihi karalamanın gerisinde hiç şüpheniz olmasın İsrail ve bir takım alaca şahsiyetler vardır.

Sözgelimi, Davos toplantılarından birisinde Şimon Peres tarihi unutmamız gerektiğini aksi takdirde dünyanın başının dertten kurtulmayacağını söylemişti. Tarihi “tabula rasa” haline getirmemiz gerektiğini aksi takdirde düşmanlık kaynağı olmaya devam edeceğini söylemiştir. Bundan dolayı, Selâhaddin Eyyubî, Fatih ve Yavuz, bunun haricinde Mehmet Akif, Bediüzzaman gibi şahsiyetler tahrifat hamlesinin odağındadır. Bunu yapanlar İslâmî değerler üzerine Kabbalist yorumlar uyguluyorlar. Kur’ân ve hadise hermenotik yorum uygulanması gibi tarihe de Kabbalist bir takım formüller uygulanıyor.

***

Son Halife Abdülmecid Efendi nü toblolar yapmış. Daha önce de hazretin plaj kıyafetleri gündeme gelmişti ve bunun üzerinden de bu kıyafetler kural haline getirilmek istenmiştir. Adeta, şahsî tasarrufların üzerinden bir cevaz müessesesi üretilmek isteniyor. (Bundan dolayı bilhassa dindar algılanan AKP kadroları çok dikkatli olmalılar) Halbuki, Yavuz veya Fatih’le mukayese edildiğinde Abdülmecid Efendi’nin batılılaşmış bir karaktere sahip olduğunu görüyoruz. Çeşitli tarihî kaynaklar Vahdettin Han’la da arasının açık olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla pratik örnekler cevaz müessesesi değildir. Kurallar dinî kitaplardan ve kaynaklardan alınır. Yezid gibi bazı Emevi halifelerinin sarhoş oldukları halde sabah namazını dört rekât kıldırdıkları mervidir. Burada birkaç ihlâl içiçedir. Birincisi, içki içilmez. İkincisi içkiyle namaz kılınmaz. Üçüncüsü, sabah namazı çifter çifter kılınır. Farzı dört rekât değildir. Yezid güya halife lâkabıyla bunları yaptıysa bu onu ve onun gibi olanları bağlar. Müslümanları bağlamaz. Kur’ân ve Sünnet halife ile değil halife Kur’ân ve sünnetle mukayyettir. Onun ötesindekiler merduttur. “La taaate li mahlukin fi masiyeti’l halik/Allah’a isyanda kula itaat yoktur” prensibi evrensel ve genel geçer bir kuraldır ve halife istisna değildir. Evet, bunlar da Kur’ân ifadesiyle mürcifundandır. Tarihi tahrif etmeye yeltenmişlerdir ama boylarından büyük işlere kalkışmışlardır.

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Sürgün yollarında



Yollar...

Nur menzillerini onlar bağlar birbirine.

Bazıları hava, demir, deniz sıfatını taşır bu yolların, bazıları kara. Hepsinin kendine has özellikleri vardır ama içlerinde en makbul, en muteber olanı ve her yere ulaşanı kara yoludur.

Onların da bazıları otobandır, bazıları asfalt, şose, patika, stabilize. İçlerinde düzü virajlısı, inişlisi yokuşlusu, uzunu kısası, ıssızı kalabalığı vardır ve hepsi de yolcusunu mahall-i maksuduna ulaştırır.

İçlerinde en hazini sürgün yollarıdır ama onların da kendine has hazları vardır. Zira oralarda yapılan yolculuk sırasında tabiî manzaraların yanı sıra yaşanan hadiseler de hatırlanır.

Bediüzzaman’ın ilk sürgün yolu olan Mardin, Siirt hattında, Ahmedî Köyü yakınlarındaki pınar başında yaşanan kelepçelerin çözülmesi hadisesini hatırlayınca da öyle bir haz hissetmiştik.

Cavid Akdeniz’in, biraz da duâ niyetiyle, istikbalde İslâm âlemine vurulacak bukağıları ve Nur Hareketine takılacak kelepçeleri Üstadın çözdüğünün beşareti olarak değerlendirdiği bu hadiseyi, yaşandığı yerde hatırlayarak dehşetin lezzetini hissedince yeni hazlar yaşama hevesine kapıldık.

Bunun yolu, o hissiyâtla ikinci sürgün hattı olan Van, Trabzon arasını katetmekten geçiyordu.

Biz de öyle yaptık.

***

Sürgün.

Bediüzzaman, en son bu sıfatla ayrılmış Van’dan, müsellah bir jandarma müfrezesinin refakatinde.

“Ben kendi arzumla gidiyorum. Bu gördüğünüz askerler de benim talebelerim hükmündedir” demiş kendisini sürgüne göndermek istemeyen ve Hicaz taraflarına götürmek için her şeyi hazırlayarak emir bekleyen dostlarına.

Erek Dağından inerken de, müftü Masum Efendi ile kelepçelenip mevsim kış olduğu için atların ve öküzlerin çektiği yetmiş kızaktan ibaret sürgün kafilesinin arasında yol alırken de kumandanın mütehakkim tavırlarına sabırla mukabele etmiş.

Bu sürgün yolunda da, ilk sürgün sırasında yaşadığı kelepçelerin çözülmesine benzer bir hadise yaşamış ve sabrı, sükûneti, itidali, müessir sözleri sayesinde müfreze kumandanının, kelepçelerden daha soğuk, sert, katı tavırlarla bütün kafileyi rencide eden zulmünü kırmış.

Nitekim, Said Nursî’yi tanıdıkça ‘sapkın kişilerin iğfaline kapıldığını’ anlayan kumandan bir süre sonra yanına gelip “Efendim, zatınıza medyun ve müteşekkiriz. İmanî ve dinî hasbihalinizden çok istifade ettik. Bizi birçok hususta tenvir ettiniz. Sizden, bizi zalim bir düşman olarak bilmemenizi istirham ediyoruz. Biz artık sizin emrinize âmâde olan muhafızlarınızız” diyerek kelepçeleri çözmüş.

Van’dan ayrılırken, sürgün hissiyâtıyla bunları düşünerek yola çıktığımızdan olsa gerek, yol boyu gözümüzün hiçbir şey görmeyeceğini ve karanlık bir tünelden gidiyormuş gibi etrafımıza bakmadan o havaliyi terk edeceğimizi sanmıştık.

Şehirden çıkıp gölün kıyısını takip ederek Erciş’e yöneldiğimizde, bir yanımızda dalgalı göl, diğer tarafımızda büyüklü küçüklü tepeler, ufkumuzda ise Süphan Dağı vardı.

Biz onları kendimizden çok uzaklarda hissederek bir an önce oralardan uzaklaşmaya çalışırken; rüzgârın bizimle birlikte hareketlendiğini, dalgaların o tarafa doğru aktığını, kuşların o yöne uçtuğunu, hatta ağaçların, çalıların ve otların bile aynı istikamete doğru meylettiğini görünce mevcudâtın bu teşcî hâline âşina olduğunu anladık.

Bu âşinalığın; yıllar önce sürgün sırasında vatanı addettiği bu yerleri bir daha göremeyeceğini bilen Bediüzzaman’ın hasret dolu bakışlarının mevcudâtla vedalaşmasından ileri geldiğini hissedince etrafa o nazarla bakmaya başladık.

Güneş batıp hava kararıncaya kadar bu hâlet-i ruhiye içinde sessizce yol aldık. Başlangıçta tasavvur ettiğimiz karanlık tünele gece bastırınca gireceğimizden korkarken Erciş’in ışıkları girdi devreye, onlar geride kalınca da ayın gümüşî aydınlığı.

Patnos’a yaklaştığımız sırada ay batınca yıldızlar yetişti imdadımıza. Yer nazarımızdan uzaklaşırken gökyüzü yaklaştı ve Kutup Yıldızı yönümüzü tayin etmemize, Samanyolu ve Kehkeşan da yolumuzu bulmamıza vesile oldu.

Yıldız aydınlığında etraftaki varlıkların gölgeleri asıllarından pek fark edilmediğinden seyrek ve bodur ağaçların bulunduğu yamaçlar bile ormanla kaplı imiş gibi görünüyordu.

Onun için gündüzden çok farklı bir yolculuk yaptık ve kâh gür ormanların içinden, verimli bahçelerin arasından; kâh nehir boylarından, dere kenarlarından geçerek Eleşkirt, Ağrı, Horasan üzerinden Pasinler’e geldik.

Bulunduğumuz yer Pasinler olunca, Bediüzzaman’ın, talebeleri ile birlikte gönüllü alay kumandanı olarak Ruslara karşı savaşırken sipere girmemesi ve at sırtında eser yazması gibi tarihte eşine pek rastlanmayan hadiseleri hatırladık.

Bir ara orada kalıp o harika hadiselerin yaşandığı yeri görmek istedik. Kalsak sürgün kafilesi burada konakladığında Üstadı misafir etmek isteyen Korucuk Köyünde kendimize yer bulacağımızdan emindik ama Pasinler savaşı belli bir yerden ziyade sık sık değişen müdafaa hatlarında yapıldığından pek bir şey göremeyeceğimizi düşünerek yola devam ettik.

Erzurum’a girdiğimizde şafak sökmek üzereydi. Sürgün kafilesi gibi biz de orada konakladık ve bir süre Palandöken yamaçlarında yankılanan sabah ezanlarını dinledikten sonra Ulu Cami’de namazı eda ettik.

Nur hizmetinin çok hareketli olduğu ve mümtaz şahsiyetler yetiştirdiği bu serhat şehrinde Üstadın kaldığı bilinen belli bir menzil olmadığı için Kara Kümbet’e, gazete bürosuna ve bazı Nur medreselerine uğradık.

Oralarda biraz dinlendikten sonra Abdurrahman Gazi Türbesini ziyaret ettik ve muhtemelen Üstadın sürgün edildiği hat olan Aşkale, Bayburt, Gümüşhâne, Maçka yolunu takip ederek Trabzon’a vardık.

Evliya Çelebi’nin “Körfez gibi deniz üzerinde kurulmuş İrem bağına benzer süslü bir şehir” diye tasvir ettiği Trabzon’un gezilecek pek çok tabiî güzelliği ve görülecek tarihî eserleri vardı.

Lâkin bizim seyahat sebebimiz şehirlerin bu cihetlerinden ziyade Nur Menzili keyfiyeti taşıyan yerler olduğundan Üstad Hazretlerinin sürgün sırasında kaldığı İskender Paşa Camii’nden başladık gezmeye.

Said Nursî, bir gün yatsı namazını bu camide cemaatle eda etmiş. Cemaat dağıldığı hâlde o yerinden kalkmamış ve tesbihatla meşgul olmuş. Camiyi kapatıp evine gitmek isteyen müezzinin kendisini beklediğini fark edince ona kapıyı kilitleyip gitmesini söylemiş.

Onu, Van’dan geldiğinde şehir uleması tarafından karşılandığı zaman tanıyan müezzin söylediğini yapıp gitmişse de bir ihtiyaç zuhur ettiği takdirde zor durumda kalacağını düşünüp rahatsız olmuş.

Sabah namazı için erkenden gelip kapıyı açtığında Said Nursî’nin oturduğu yerde oturuşunu bile değiştirmeden zikirlerine devam ettiğini görünce onun müeddeb hâline hayran kalmış.

Biz, yaşandığı yerde tahattur ettiğimiz bu hadisenin yanı sıra, eskilerin Kâfir Meydanı dedikleri yerin doğu tarafına 1529 yılında İskender Paşa tarafından yaptırılan caminin renkli vitraylarına ve Türk motifi işlemelerine de hayran kaldık.

Trabzon’da varlığını bildiğimiz bir diğer Nur Menzili de, aynı zamanda mahallî bir şair olan ve Bediüzzaman’a hürmet ifade eden şiirler yazan muallim Cudi Bey’in köşküydü.

Said Nursî’yi gıyabında tanıyan Cudi Beyin, bazı dostlarından onun şehre geldiğini duyunca gidip tanıştığını ve kendi evini de şereflendirmesini istirham ettiğini, Üstadın da onu kırmayıp bir süre konağında kaldığını duymuştuk.

Bu hadiseden dolayı orayı da bir Nur Menzili addettiğimiz için sahibi hayatta olmasa da evi görmeyi arzu ettik. Dış görünüşünden, mimarî tarzından ve bahçesinin tanziminden, şair mizaçlı bir insanın muhayyilesinde şekillendiği anlaşılan köşkün, tarihî yapısını korusa da bir hayli ihmale uğradığını ve fazla ayakta kalamayacağını görünce, Cudi Beyin varisleri adına üzüldük.

Oradan yürüyerek şehrin sırtını dayadığı Boztepe’ye çıktık. Tepe fazla yüksek değildi ama mekâna hâkimdi. Bir yüzü şehre ve denize, diğer yüzü vadiye ve dağlara baktığından zirvesinde atılacak bir tur şehrin heyet-i umumîsi hakkında bilgi sahibi olmaya yeterdi.

Biz de öyle yaptık ve tepenin iki yüzünde, dağ ve deniz manzaralı keyifli bir temâşâ turu yaparken mekânın mazisine doğru bir tahattur turu yapmayı da ihmal etmedik.

Bir zamanlar Boztepe’nin denize bakan yamaçlarında üzüm bağları, dağa bakan sırtlarında ise meyve bahçeleri varmış. Şehir aynı zamanda bir şehzadeler beldesi olduğundan o bağların ve bahçelerin mahsulâtından saray sakinleri de nasibini alırmış.

Gerçi şimdi, namı tarihe geçen namık, melekî, firengi üzümünden; lahican, gülabani, bey armudundan; Sinop elmasından, patlıcan incirinden, Trabzon hurmasından ve kara kirazdan pek eser kalmamış ama oralarda öyle leziz meyvelerin yetiştiğini bilmek bile dimağımızı tatlandırmaya yetti.

Bu lezzeti tepedeki Âhi Evren Dede Camii’nde kıldığımız namazla mânen ziyadeleştirip ilk mecliste Trabzon’u hakkıyla temsil eden ve bazı yanlışlıklara karşı çıktığı için hayatından olan Ali Şükrü Beyin kabrini ziyaret ettik.

Aşağıya inince ilk işimiz, Ayasofya’ya gitmek oldu. Bu mabed Trabzon’un Ayasofya’sıydı ama talihi asıl Ayasofya sayılan İstanbul’daki Ayasofya’dan pek farklı değildi.

Burasının da tıpkı orası gibi binlerce yıllık mazisinin olduğunu, asırlarca yapılış maksadına hizmet ettiğini, bir ara harabe hâline geldiğini, bilâhare tamir edilerek müze yapıldığını öğrenince, İstanbul’daki Ayasofya’nın talihine yanmaya âşina olan hislerimiz aynı acıyı burada da hissetti.

Bu teessür içinde kaleyi, camileri, medrese kalıntılarını, çeşmeleri ve diğer tarihî eserleri gezdikten sonra doldurulduğu için tabiî özelliklerini kaybeden sahilde yürüyerek iskeleye geldik.

O zaman Said Nursî, Hopa ile İstanbul arasında çalışan yolcu gemisine diğer sürgünlerle birlikte bu iskeleden bindirilmiş. Hava çok güzel olduğu için güverteye çıkmış ve etrafı temâşâ etmeye başlamış. Kafile kumandanı aşağıya inmesi için birkaç sefer haber gönderince kızmış.

“Çok söylenmesin, eğer perdeyi yırtsam onun hiçbir kuvveti beni durduramaz” deyince komutan pek karışmamış. Gemi, Samsun iskelesine yanaştığı zaman inmiş, tarihî Abdullah Paşa Camii’ne gitmiş ve namazını eda edip tekrar gemiye dönmüş.

Sürgün hattını takip etmemiz hasebiyle bizim de deniz yolu ile gitmemiz gerekiyordu ama artık o hat işlemediği için karadan Giresun, Ordu yoluyla Samsun’a geldik.

Nur Hareketinin tarihinde Samsun, istikrarlı hizmetinin ve cesur Nur Talebelerinin yanı sıra; 1953 yılında Büyük Cihad gazetesinde neşredilen bir yazı üzerine açılan ve Yazı İşleri müdürü Hüseyin Yücel ile Mustafa Sungur’un tutuklandığı, Said Nursî’nin de cebren celbedilmek istendiği Samsun Dâvâsıyla iştihar etmişti.

Onun için sürgün yolunun, İstanbul’dan önceki son durağı olan Samsun’da iskeleyi, tarihî camiyi gezip Sungur’un, Üstadından ‘Türk gençliğinin hakikî kahramanı’ taltifini aldığı müdafaayı yaparak beraat ettiği adliye binasını ve on bir ay yattığı hapishaneyi görmekten de ayrı bir haz aldık.

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dahildeki barış ve kardeşlik önemli



Kendi kendisiyle barışık, iç dünyasıyla uyumlu, kalp ve ruh âlemiyle paralel bir düşünce biçimini benimsemiş insanlar, muvaffakiyet yolunda önemli bir mesafe almış sayılırlar. İç âlemdeki problemlerini çözememiş, dilinin söyledikleriyle kalp ve ruhunun söyledikleri örtüşmeyen, çatışmacı, uyumsuz bir hâlet-i ruhiye içinde bulunan insanlardan muvaffakiyet beklemek biraz zor.

Uhuvveti, kardeşliği benimsemiş, şefkati, merhameti, hoşgörüyü düstur edinmiş bir insanın işindeki performansını ve çevresindeki imajını izaha gerek var mı bilemiyorum.

Kini, adaveti, çekişmeyi alışkanlık haline getiren; kırıp dökmeyi, yıkıp rencide etmeyi huy haline getiren bir insanın menfî imajını, kendisine ve çevresine vereceği zararı, ziyanı tarife gerek var mı?

Bu meyanda toplumu oluşturan aileyi de bu şekilde değerlendirebiliriz. Birbirine şefkat ve merhametle yaklaşan, hoşgörü ile muâmelede bulunan fertlerden oluşan bir aileyi düşünün. Bir de karşılıklı sevgi ve saygıdan uzak, sürekli bir çekişme ve sürtüşmeyi alışkanlık haline getiren fertlerden oluşan bir aile yapısını düşünün.

Elbette iç barışını sağlamış, kendi içinde uyumlu, gerekli olan insicam ve tesanüdü başarmış böyle aileler sağlıklı ve istikametli ailelerdir. Dahilî barışı sağlayamamış, birbirine mesafeli, dargınlıkların, küskünlüklerin hükümfermâ olduğu ailelerin de çürük, mukavemetsiz, başarısız aileler olduğu kesindir.

Ailelerden meydana gelen milletler, ülkeler de böyledir. Dahilî barış ve dayanışmayı halletmiş, bir arada yaşamanın gereklerinden olan karşılıklı anlayış ve kabullenmeyi tesis etmiş, insan hak ve hürriyetlerini, serbest fikir ve düşünce sistemini ikame etmiş ülke ve milletlerin maddî ve mânevî sahalardaki terakkîleri elbette kolay olacaktır. Ve bu seviyeyi yakalamış ülkelerin haricî tecavüzlere karşı mukavemetleri de güçlü olacaktır.

Bunun tersine insan hak ve hürriyetlerin ihlâl edildiği, insanların fikir ve düşüncelerini serbestçe ifade edemediği, eşitliğin kâmil mânâda sağlanamadığı, demokrasi kurallarının işlemediği, insanlarının birbiriyle kavgalı olduğu, iç barışın olmadığı ülkelerin de gelip duracakları uygarlık seviyesini herhalde izaha gerek yoktur. Ve böylesi ülkelerin hâricî tecavüzlere karşı olan mukavemetlerini de her insan tahmin edebilir.

Yeryüzündeki ülkelerin refah ve kalkınmışlık seviyelerine baktığımızda da bunun böyle olduğunu görmekteyiz. Dahildeki problemlerini çözmüş, barış ve dayanışmayı ön plana almış ülkelerin her sahada kalkındıklarını; içeride gerekli olan barış ve dayanışmayı sağlayamamış, dahili çekişme ve sürtüşmeler içinde olan ülkelerin de geri kalmışlık çemberi içinde çırpındıklarını görmekteyiz.

Bu meyanda, din-i mübîne hizmeti gaye edinen, ulvî bir dâvâ etrafında bir araya gelen cemaatleri de bu çerçevede değerlendirmek mümkün.

İç bünyedeki pürüz ve problemlerini çözmüş, gerekli olan tesanüd ve dayanışmayı sağlamış, meşveret esasları çerçevesinde hizmetlerini yürüten, şahısları değil şahs-ı mânevîyi ön plana çıkaran, ihlâs ve uhuvvet düsturlarından taviz vermeyen, karşılıklı sevgi, şefkat ve hoşgörü esaslarını öne çıkarmayı sağlayan cemaatlerin ve câmiâların muvaffak olmamaları için hiçbir sebep veya engel yoktur.

Dahilde ihtilâf ve tefrikalara kapı aralayacak söz, hâl ve davranışlarda bulunan, ölçüsüz, hiçbir getirisi olmayan tenkitlerde bulunan, kırıcı, incitici söz ve davranışlarda bulunmayı meslek edinen, çekişmeyi, sürtüşmeyi huy haline getiren, meşveret kararlarının ötesinde ferdî hareket etmeyi alışkanlık haline getiren câmiâ ve cemaatlerin isabetli ve istikametli bir hizmette bulunmaları mümkün değildir.

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Geleceğin Türkiye’si



Bugünden yarını görebiliyor musunuz veya gelecekle ilgili tahminlerde bulunabiliyor musunuz?

Gelecekte nasıl bir Türkiye’yle karşılaşmak istiyorsunuz? Hayal ettiğiniz bu Türkiye’nin gerçekleşmesi için nelerin yapılması gerektiğini hiç düşündünüz mü?

Sizce yirmi-otuz sene sonrasının Türkiye’si nasıl bir Türkiye olmalı?

Bugünkü atmosfere bakılırsa bir kısım sıkıntılarımızın olduğu bir gerçek. Ya bunlar artarak devam edecek, sıkıntılarımız çekilmez hâle gelecek. Ya da sonuçlarını ferasetle görüp tedbirlerini almış, kalkınmış; devleti milletine, milleti devletine güvenen, kenetleşmiş, tekvücut olmuş, barış ve kardeşlik içinde daha güzel, daha mutlu bir Türkiye bulacağız.

Bu konuda yediden yetmişe, halkından idarecisine kadar herkese görevler düştüğü bir gerçek. Herkes ve her kesim üzerine düşenleri yapmalı, birbirlerinden beklememeli. Hani bir söz vardır: “Herkes evinin önünü süpürse şehirde pis yer kalmaz” diye.

Suç oranlarında artış, gençlerin uyuşturucu v.s. gibi zararlı alışkanlıkların ağına düşmeleri, ahlâkî dejenerasyon, millî ve manevî değerlerden uzaklaşma, insan hak ve özgürlükleri, özellikle inanç ve düşünce özgürlüğü önündeki engelller… İlk akla gelen problemlerimiz bunlar.

Ya bunları on-on beş sene içirisinde büyük ölçüde çözeceğiz, ya da tedbir almadığımızda onların altında ezileceğiz. Hastalıklar da öyle değil midir? Erken teşhis konulur ve tedbir alınırsa önlenir. “Kanserden korkma, geç kalmaktan kork” denildiği gibi ülke hastalıklarının da teşhisi konulup vakit geçirilmeden tedavisine geçilmelidir.

Gerekli tedbirleri almazsak bugün PKK belâsıyla uğraştığımız gibi düşmanlarımızın dört gözle beklediği iç savaş ve bölünme riskleri de yaşayabiliriz. Bu zayıflıktan faydalanarak kimbilir ağzının suyu akarak bekleyen hangi dış güçler bir bahaneyle saldırıp istiklâl savaşını arattıracak günlerin doğmasına sebep olabilirler.

Büyük devlet, vizyonunu, değil otuz sene, yüz sene sonrasına göre yapan devlettir. Otuz sene sonrasını düşünemeyen devletleri de büyük sıkıntılar bekliyor demektir.

Bazen ihmaller, vurdumduymazlıklar, umursamazlıklar çok büyük yaralar açabilir. Bu, eğer devletin, milletin geleceğiyle ilgili ise yaraları daha derin olur.

Otuz sene sonrasının Türkiye’si, “daha iyi ve mutlu bir Türkiye için” omuz omuza verenlerin Türkiye’si olmalı.

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadına karşı şiddette zayıfların güç birliği (ya da feminizm)



Uluslararası Kadınlara Yönelik Şiddeti Ortadan Kaldırma Günü “Kadınlara karşı şiddetin özrü yok!” başlığı altında 26 Kasım 2007 Pazartesi günü İstanbul Bilgi Üniversitesine bağlı Santral İstanbul’da çeşitli ülkelerden feminist katılımcıların iştirak ettiği bir forumla kutlandı. Öğleden sonraki oturumunu takip ettim.

Vivienne Wee (Hong Kong Üniversitesi), Farida Shaheed (Pakistan Kadın Kaynakları Merkezi Koordinatörü), Frances Kissling (ABD Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Katolik Kilisesinde Kadın Hakları Savunucusu), Sanushka Mudaliar (Kalkınmada Kadın Hakları Derneği Koordinatörü).

Anında çeviri ile sunumlarını izlediğim kadarıyla hepsi de kadın hakları üzerinde yıllarını vermiş uluslararası isimler… Hepsi de hangi dinden olursa olsun kadınlara yönelik şiddetin birçok toplumda varlığını sürdürmekte olduğunu, bunu haklı göstermek için de çoğu toplumların “kültür” bahanesine başvurduklarını, “kültür” kavramını kötüye kullandıklarını ifade ettiler. Oysa ki, kültür değiştirilebilirdi ve bu değişimi gerçekleştirebilecek güç kadınlarda vardı!..

İşin ilginç yanı konuşmacıların tümünde müşahede ettiğim kültür ve din kavramlarındaki karmaşaydı. Din “ataerkil” “erkek egemen” toplumlarda istismar edilmekteydi, bununla birlikte dinî değerler de değişebilirdi…

Hatta Katolik Mezhebinde kadınlara yapılan haksızlıkları gündeme getiren Francis Kissling, “antiateist” olduğu kaydını koyarak, Hıristiyanlığın kutsal metinlerinin değişmesi gerektiğini ifade etti. Çünkü problem erkeklerin kutsal metinleri yorumlama şeklinde değildi, metinlerdeydi! Arkadaşlarıyla İncil’in yeni baştan yazılması gerektiğine dair yaptıkları konuşmaları aktardı. Bunları anlatırken gülüyordu, ama aslında son derece ciddi bir olaydan bahsediyordu doğrusu…

Pakistan’da sömürge kanunları

Pakistan’dan katılan Farida Shaheed, ülkelerindeki yasaların İngiliz döneminden kalma koloni kanunları olduğunu ifade etti. Bu kanunlarda kadına yönelik şiddetin hoş görüldüğünü hatta, aile içinde “ani provokasyon” olarak nitelendirilen olaylarda eşini öldüren erkeklerin kanunen ceza almadığını anlattı. Kanunları değiştirmek için uğraşıyorlardı.

Güç kimde?

Sanushka Mudaliar, kadına yönelik şiddette, dinî değerlerin kötüye kullanılarak kadına zulmedildiğini, asıl meselenin güç ve kontrol mücadelesi olduğunu ifade etti. Şiddetin kalkması için kadınların küresel çapta güç birliği yapmaları gerektiğini anlattı.

Hülâsa

Dünyanın dört bir yanından gelen feministlerin sunumlarını ve program akabinde sorulara cevaplarını dinledikten sonra salondan ayrılırken düşündüklerim şunlardı:

• Kadınlar zaaf ve acizliklerinden gelen bir dayanışma ile güçlerinin çok üstünde bir etki alanı oluşturabiliyorlardı. Uluslararası bu organizasyon buna bir delildi.

• Feministler de çeşit çeşitti. Antiateist olduğunu belirtme gereği duyanlar olduğu gibi, İslâmcı feminist olduğunu ifade edenler ya da Yaratıcıya bile (hâşâ!) cinsiyet izafe eden radikal feministler vardı. Ataerkil, erkek egemen sistemin bu inançtan kaynaklandığına inanıp, dinî değerler ve dindarlarla alay ediyorlardı.

• İslâm’da kadın son derece özgürdü. Feminizm akımından alacağı hiçbir değere ihtiyacı yoktu. Anlatıldığı kadarıyla Hıristiyanlıkta, özellikle Katolik mezhebinde kadınlara yönelik kurallar çok sertti. Onlar kadın özgürlüğü ile ilgili fikirlerinde bir derece haklı olabilirdiler, ama bir Mü’mine feminist olamazdı! Kendini İslâmcı feminist olarak tanıtanlar, dinin kendine verdiği hakları idrak edemeyenlerdi.

• Türkiye üniversitelerinde uygulanan başörtüsü yasağı, kadına yönelik şiddetin en bariz delili olarak salonda mevcudiyetini gösteriyordu. Bir elin parmağını geçmeyecek sayıda da olsa, ortamın sıcak olmasına rağmen şapka ve kaşkollarına sımsıkı sarılmış genç kızlar, garip başlıkları ve çekingen tavırlarıyla hemen göze çarpıyordu. Bu tabloya dikkat çekerek foruma katılanlardan fikirleri sorulduğunda hiçbir feminist tek bir kelâm etmedi. Demek ki hemcinslerine yapılan bu uygulamayı normal ya da sevindirici buluyorlardı. Böylelikle dünyanın dört bir yanından gelen feministler (ülkemizdekiler de dahil!) “kadınlara özgürlük!” sloganlarında ne derece samimî olduklarını ortaya koyuyorlardı.

• “Tek bir Allah’a ve Muhammed’in Onun elçisi olduğuna inanıyorum” deyip, hayatını buna göre düzenlemeye gayret etmek ne güzeldi, ne kolaydı, ne tatlıydı! İman hürriyetti! Ah kadınlara bunun tadını fark ettirebilseydik…

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân bahçesinin meyveleri



Abdullah Bey:

*“Kur’ân’da, diğer meyveler yanında üzüm ve hurmadan ismen bahsedilmesinin ne gibi hikmetleri vardır?”

Kur’ân, varlıklardan, varlıkların zatları ve maharetleri için bahsetmez, yani varlıkların mânâ-yı isimleri için bahsetmez, varlıkların tevhid inancına olan delâletleri için, Allah’ın azametini, kudretini, ilmini, iradesini, merhametini, şefkatini göstermek ve ispat etmek için bahseder. Kur’ân bu gayeye matuf olarak kâinatta var olan belli başlı hemen bütün varlıklardan bahseder ve bunları inkârcı insanın gözüne sokar. Ardından sorar: “Yedi göğü birbiriyle ahenk içinde O yarattı. Rahman’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin. Haydi! Çevir gözünü, en küçük bir kusur görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Göz kusur bulamaz, hor ve hakir olarak sana döner; o göz bitkindir artık. And olsun ki dünya semasını Biz kandillerle süsledik.”1

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kur’ân, kâinat sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan yaratılış âyetlerini cinlere ve insanlara ders veriyor. Her biri birer manidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onlara Yaratıcıları hesabına bakıyor; “Ne güzel yapılmış! Ve ne kadar güzel bir sûrette Yaratıcının cemalini gösteriyor!” diyor. Kur’ân, böylece kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.2

Bedîüzzaman’a göre, cansız varlıklara, Cenâb-ı Allah’ın özellikle azamet, büyüklük ve kudretini görmek; canlı varlıklara ise, Allah’ın özellikle merhamet ve şefkatini görmek kastıyla bakmalıdır.3 Üzüm ve hurma tanecikleri birer şifâ deposudur, birer şefkat tomurcuğudur, birer merhamet tebessümüdür, birer cisimleşmiş rahmet incisidir! Bu incilerde insanın sağlığına ve sıhhatine yarayan ne kadar ince zerrecikler yerleştirilmişse, hepsi de Allah’ın Rahman, Rahîm, Müşfik, Şâfî, Rezzak, Vedûd, Cemil gibi cemâlî isimlerinin birer işaretçisi ve göstericisi hüviyetindedir.

Bununla beraber, diğer ağaçlar, bitkiler, bağlar, bostanlar ve bahçeler de birer âyet değeri taşıması açısından üzümden ve hurmadan geri kalmaz. Ve Kur’ân onları da ihmal etmez.

İşte âyetlerden bir kaçı…

“İnsan yediklerine bir baksın! Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan taneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik. Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.”4

“Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık! Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden taneler, bitkiler ve gür ağaçlı bahçeler çıkardık.”5

“Bitkiler ve ağaçlar O’na secde eder. O’nun emrini dinler. O, gökyüzünü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdi. Tâ ki adâletten ve dînin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin. Yeryüzünü canlılar için O hazırladı. Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır. Ey insanlar ve cinler! Rabb’inizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?”6

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. Hakka yönelen her bir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik. Ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, taneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır.”7

“Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kıt'alar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Hâlbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır. Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların şu sözleridir: ‘Biz toprak olup gittikten sonra mı, yani biz gerçekten yeniden mi yaratılacağız?’ İşte bunlar Rablerini inkâr etmişlerdir. Bunlar boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır.”8

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi: 3,4,5.

2- Sözler, s. 121.

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 120.

4- Abese Sûresi: 24-32.

5- Nebe’ Sûresi: 13-16.

6- Rahman Sûresi: 6-13.

7- Kaf Sûresi: 6-11.

8- Ra’d Sûresi: 3-5.

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ölenlerin listesi ve İskender Hikmet



Cuma günü günün ilk saatlerinde Isparta’da düşen ve 57 kişinin vefat ettiği feci uçak kazası, Türkiye’yi üzüntüye boğdu. Kaza sonrası yapılan değerlendirmeler beklendiği üzere çok farklı iddiaları gündeme taşıyor. En başta; vefat edenlere Allah’tan (cc) rahmet ve mağfiret dilerken, yakınlarına da sabırlar temenni ediyoruz.

Uçak kazasıyla ilgili ilk haberleri duyduktan sonra akla gelen şey, “vefat edenlerin listesi” oluyor. Sık aralıklarla gelen haberler içinde ‘vefat edenler’in listesini görünce ister istemez isimler dikkatimiz çekti. Listeyi okuyunca bir iki tanıdık ‘soy isim’le karşılaştık. Listede, “İskender Hikmet” ismini okuyunca, içimize bir şüphe düştü. Gördüğümüz diğer ‘soy isimler’in benzer olması mümkündü, ancak “Hikmet” çok kullanılan bir ‘soy isim’ değildi. Hadiseyle ilgili ayrıntılar gelip “İskender Hikmet”in ‘fizikçi’ olduğunu da öğrenince, bu isimle yıllar önce tanıştığımızı ve kendisiyle yaptığımız röportajı hatırladık.

Geçmiş yıllarda “Köprü” ve “Bizim Aile” dergilerini okuyanlar, Kıbrıs üzerine yazılan yazıları hatırlayabilirler. O yazılarda “Hizber Hikmetağalar” ismi dikkat çekerdi. Hikmetağalar, Lefkoşa’nın sokaklarını öyle güzel bir üslupla anlatırdı ki, oraya gitmiş gibi olurdunuz. İşte, “İskender Hikmet” bu ünlü Kıbrıslı yazarın oğluydu. Onunla tanışmamız da zaten bu vesileyle olmuş, kendisiyle bir de röportaj yapmıştık. (1992 yılında yapılan o röportaj, onun hatırasını yad etmek niyetiyle bugünkü gazetemizde de yer alıyor.)

O günlerde doktora öğrencisi olan İskender Hikmet, “Atomdan alacağımız dersler var” demiş ve o küçücük dünyada cereyan eden büyük hadiselere dikkat çekmişti. İlerleyen yıllarda doçent olan Hikmet’in, son 10 yıldır çalışmalarını Türkiye’de sürdürdüğünü —ne yazık ki!— ancak vefat haberiyle birlikte öğrenmiş olduk. Çünkü görüştüğümüz esnada yurt dışında çalışıyordu ve kısa sürede Türkiye’ye gelme imkânı yoktu. Bu vesile ile başta İskender Hikmet olmak üzere vefat edenlere Allah’tan rahmet diliyoruz.

Kaza sonrası yapılan yorumlar, hadisenin ‘sır’larla örülmüş olduğunu akla getiriyor. Uçakta ölenlerin arasında bulunan ilim adamlarının çalışmaları, bazı ‘ifsat şebekeleri’nin iştahını kabartacak cinsten. Nükleer enerji gibi konularda önemli başarılara imza atan ilim adamlarının bu kazada ölmüş olmaları şüpheleri arttırıyor. Her ne kadar, kazanın anlaşılmasına sebep olacak olan ‘kara kutu’lar bulunmuş olsa da, bu hadisenin tam olarak açığa kavuşması uzun zaman alabilir.

İlk bakışta uçağın düşmesi için bir sebep görünmüyor. Kar yok, kış yok, sis yok, bilinen bir arıza da yok. Ama ortada feci bir kaza ile birlikte 57 ölü var.

Vefat edenlerle ilgili olarak gazetelere akseden dikkat çekici ‘hikâye’ler de var. Biri son anda uçağa binmekten vazgeçmiş, bir diğeri bir hafta sonra yapması gereken yolculuğu ‘yanlışlıkla erken bilet almış olmak’ sebebiyle öne çekmiş, bir diğeri korktuğu için uçağa hiç binmiyormuş ve ilk defa uçağa binmek için ‘ikna’ edilmiş...

Türkiye’yi üzüntüye gark eden bu feci kazanın ‘tuzak’ olmamasını temenni edip, tekrarlarından da Allah’a sığınıp duâ edelim...

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hizber Beyin oğlu



Bundan 22 yıl önce, 1985 güzünde Ali Toker, Mustafa Çalışan ve Burhan Bozgeyik’le birlikte, Eyüp Aktaş’ın mihmandarlığında yaptığımız Kıbrıs gezisinde, adadaki manevî hayatla ilgili en doyurucu bilgileri veren isimlerin başında Hizber Hikmetağalar geliyordu.

Hizber Bey aynı zamanda, Kıbrıs’taki ilk Nur talebesiydi. Risale-i Nur’un Ankara’daki ilk matbaa baskılarını Mustafa Türkmenoğlu’nun yardımlarıyla gerçekleştiren Atıf Ural’la mektuplaşmaları olmuş, risaleler bu yazışmalar neticesinde Hizber Beye ve Kıbrıs’a ulaşmıştı.

1985’teki tanışmamızın ardından Hizber Beyle irtibatımız devam etti. Köprü’ye ve gazeteye yazılar gönderdi, neşrettik. Cağaloğlu’daki binamıza ziyaretleri oldu. Bu ziyaretlerden birinde oğlu İskender Hikmet de yanındaydı.

Babası gibi inançlı, dindar ve eşi de tesettürlü bir bilim adamıydı Hikmet. Isparta’daki elîm uçak kazasının aramızdan aldıkları içinde o da var. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Berzah âlemindeki cennet bahçelerinde mahşer gününü bekleyen babasına, Atıf Ural’a, Türkmenoğlu’na ve Üstada selâmlarımızı götürsün. Hanımı, çocukları, annesi başta olmak üzere bütün aile efradının başı sağ olsun.

***

Nereden nereye Nurculuk...

Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Özgen Acar, 8. Bediüzzaman Sempozyumuna hayıflandığı makalesinde ilginç bir hatırasını anlatmış:

Buna göre, Ağustos 1961’te Cumhuriyet’te çıkan ilk imzalı haberi Nurcular hakkındaymış. Sonrasını kendi kaleminden okuyalım:

“Ankara polisinin Hacı Bayram Camii yakınındaki bir eve yaptığı baskında Said-i Nursi’nin ardılı üç kişinin teksir makinesinde laiklik karşıtı ‘risale (bildiri)’ basıp dağıttıkları saptanmış, kişiler adliyede tutuklanmışlardı. Foto muhabiri rahmetli Tolon Arlıhan ile eve gitmiş, polisin kapıyı mühürlediğini görünce bahçe duvarından atlayıp evin içindeki teksir makinesini, bildiri tomarlarının resimlerini çekerek haberleştirmiştik. Bir süre sonra, mahkemeden iki ‘celp’ gelmişti. Birinde ‘mesken dokunulmazlığını ihlâl,’ diğerinde ise bu üç Nurcuya ‘yayın yoluyla hakaret’ suçundan hakkımda dâvâ açıldığı bildiriliyordu.

“Haberde, eve girdiğimizi itiraf ettiğim için 6 ay hapis cezasına çarptırıldım. Hafifletici nedenlerle cezam indirilip tecil edildi. İlk imzalı haberimle sabıkalı olmuştum....”

Diğer dâvâda ise “aklandığını” yazıyor Acar.

Ve yazısının sonunda şöyle dertleniyor:

“19 Kasım tarihli gazetelerde İstanbul İlim ve Kültür Vakfının Saidi Nursi’nin görüşleri ışığı altında ‘İnsanlık onuruna lâyık bir dünya için adalet’ konulu uluslararası bir çalıştay toplantısı vardı. 30 ülkeden 150’yi aşkın konuğun katıldığı bildiriliyordu. Hacı Bayram’da teksir edilen, yasaklanmış ‘risaleler (bildiriler)’ savcıların önünde tartışılıyor ve ücretsiz dağıtılıyordu. Üstüne üstlük, bir kamu kuruluşu olan THY, çalıştayın ‘resmi sponsoru (hamisi) olmuştu. Laik Türkiye Cumhuriyetinin Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin de kutlama telgrafı göndermişti.”

Bunları sıraladıktan sonra, “50 yıl içinde ne değişim ama!” diyen Acar’ın yazısının başlığı da şöyle: “Nereden nereye Nurculuk?” (23.11.07)

02.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Günün beş dönemi



Namaz, günün 24 saati boyunca, beş defa “ihtar ettiği gibi”, “beş vaktin her biri”ne tekabül eden bir hükmü var. Kudret eli, her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığı Samed isminin tecellisiyle tasarruflarda bulunmaktadır. Bunlar, tasarrufun günlük azim/büyük neticeleridir.

Bütün günü, namazın beş vakte tahsisli özel zamanlarında ibadetle taçlandırmak ve aradaki meşguliyetlerini ona göre düşünmek ve düzenlemek, zamanlar üstü bir hakikat buluşmasıdır.

Beş vakit, namaz saatlerinde beş azim inkılâpla yaşanmaktadır. Bir işaret fişeği olmaktadır zamanın gaflete müsait kaymalarında. Bir hatırlatıcı, bir ihtar edici olmaktadır günün kalitesine. Kulluğun idrakine. Hayatın realitesine. Mânânın kendini yaşatan feyzine ve ibadetine.

Kudret mucizeleri, birer “inkılâp başı” olan beş büyük değişimi ve dönüşümü, namaz vakitleri ile yaşamaktadır. Günü, manidar bir farklılık içinde beş değişik zaman ve tasarrufa göre tanzim eden azametin bir isteği var elbette. Bu büyük ikaz fenerlerini, nuranî patlamaları ve davet edici müstesna vakitleri fark etmek, karşılamak ve ona uygun törenlerle idrak etmek, üstümüzdeki borçtur.

İlâhî senaryonun, günün ibret hanesine düştüğü birer kayıttır namaz vakitleri… Beş büyük inkişafın habercisi, namazın davetçisi ve ezanın dinleyicisi bir insanın, bu mânâlar etrafında tefekkürünü, ibadetle takviye etmesi, diğer vakte selâm gönderen bir kulluk halkasıdır.

Yevmî/günlük olan beş temel işaret ve hareketle yaşanan farklılıklar, zaman ölçeğinde büyütüldüğünde, birim inkılâpların zamana ait kâinat düzeyindeki diğer işaretlerini de göstermektedir. Bunlar okunduğunda, üzerinde senevî/yıllık, asrî/asırlık/yüzyıllık ve dehrî/zamana ait âlemdeki devir aralıklarını ve etki periyotlarını hatırlatır.

Birbirini tamamlayan beş devirli günlük prizma veya hayat deveranı, zaman çizgisinde dizilir. Bütün bu inkılâp kesitleri ve onu kategorize eden zaman sayacı, kâinat sarkacında işler. Günlük, senelik, yüzyıllık ve zamanın en geniş kapsamını deruhte eden bütünlüğün, mikro ölçekleri olan salise, saniye, dakika ve saat gibi işlemektedir.

Dönen bir çark var. Her dilim, 360 derecenin kendisine tekabül eden zaman aralığında, birbiri içinde anlamlar ve değerler yüklenmiş olayların yaşandığı bir kıymeti ifade etmektedirler. Bu kadar sembolleri, bu kadar uyarıcıyı ve bu kadar sevimli hatırlatmayı, namaz daveti ile yaptıran Zât’a ve O’na çağıran ezana koşmak, ulaşmak, mülâkî olmak, ne kadar zaruri olduğu, vicdanın tescilindedir.

Bu şirin vaziyete, namazla kalbe ve ruha uzanan bir zikir ve fikirle, bedenî tavırla ve nezihleştiren bir abdestle sahip olmak, elbette namaz vaktinde mümkün olur. Zaman ve mekân üstü kâinat hakikati bunu gerektirir.

Fıtrat da bunu ister. Kendisine, günlük kâinat programı ile birlikte, önemli faaliyetlerin vakti bildirilmiş bir kul için, o programa katılmak, ona göre hareket etmek ve bu şekilde dâvet Sahibinin lütfuna mahzar olmak, insana verilmiş bir emanetin ödülüdür.

Rahmet hediyeleri bu şekilde önümüze konmaktadır. Rahmetlenme, O’na sığınma, O’ndan merhamet dileme, böylece bize yeni nasip kapıları açmaktadır. Bizi bekleyen rahmet sergisi ve bizi buyur eden ikram sofraları, avucumuzu açıp istediğimizde, duada bulunduğumuzda, bize cevap verecek Rabbimizin taahhüdünü hatırlatmaktadır.

Namaz, günün kimyasıdır. Beş vaktin tercümesidir. İşte, fıtratın asıl ve aslî vazifesi budur. Ubudiyetin esası da budur. Kesin olan borcumuz namazın edası ile farzını ifa ettiğimiz bir kulluğun içine dahil oluyoruz.

Kulluk dairesinin, namaz sayesinde beş vakitli bir tanzimle hayat bulması, lâyık olduğu bu vakitlere münasip düşmektedir. Zamanın lâyık olmaya çalıştığı ve uygun düştüğü bu beş vakit/dönem, bize Kudret elinin uygulamalarını göstermekte ve rahmetin hediyelerini takdim etmektedir. Günün beş dönemi, beş esas değişimi temsil eder.

Bir şartla. Bu programa, bu özel anlara ve merasime ancak biletle girilebilir. Bu bilet, bütün zamanların şifresini çözecek özelliklerdedir. Bu özelliklerin esası da namazla kazanılmaktadır.

02.12.2007

E-Posta: [email protected].


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri