Müslümanların ve bilhassa Türkiye’nin Avrupa’yı ve Batıyı doğru tanıyıp-tanıyamadıkları hususu eskiden beri tartışılıyor. Tanzimat sonrasından Birinci Cihan Harbi’ni tertip eden yıllara varan “Garp veya Garplılaşmak” tartışmalarını tarihe havale ederken, 1920’li yılların sonuna gelen süreçte Avrupa veya Garp mefhumlarının literatürümüzde kısmen değiştiklerine inanıyoruz. Lehte ve aleyhte aşırı uçlarda seslendirilen Avrupa’nın bu tarihlerden sonra da tarafgirliklerden azıcık da olsa kurtulunmuş şekilde ele alındığını müşahede ediyoruz. Avrupa ve Amerika cephelerinde, bize karşı yumuşamanın ve itidalin daha erken başladığını da günün iktibas yazılarından ve bazı eserlerden anlıyoruz.
Mevzuumuz bu geniş ve devâsa mevzu elbette değil. Üstadın ifadesiyle, bir köye dönüşen dünyamızın bize en uzak köşelerinde cereyan eden hadiseler de direkt olarak selametimizi, refah ve barışımızı ilgilendirince, ister istemez Avrupa ve Amerika’nın içinde bulunduğu hadiseler ve tartışmalar bizi de içine çekiyor. Avrupa, Hıristiyanlık âlemi, saldırgan materyalist Batı felsefesi ve Garp cemiyeti içinde çalışan insaniyetperver kişi ve kuruluşların mahiyetleri tanınmadan barıştan, İslâm âleminin hürriyetinden ve masumların akan kanlarından bahsetmek ne kadar gerçekçi olabilir ki? Selâmetimiz, umumun selâmetine, barış ve huzuru bozan üç milyarı aşkın İsevî dünyanın huzuruna bağlı olduğunu hadiseler göstere geldi. İslâm dünyasının içinde bulunduğu şu hüzünlü hal, Müslümanların Avrupa’yı ve Avrupalıları yeniden ve doğruca tanımalarını şart koşuyor.
İnsaniyet ve semavî din düşmanları globalleşmeyi bizden önce keşfettiler. Stratejilerini “dünya köyünün” şartlarına göre geliştirdiler. Ona göre cemaatleştiler, cepheleştiler ve organize oldular. Buna karşılık Müslümanlar, Hıristiyanlar ve insaniyetperverler arasındaki muarefe tamamlanmadığı gibi, bu süreci de adeta musibetlerin bizi sevkine bırakıyoruz.
Saldırgan Avrupa’nın insana fayda sağlayacak hiçbir işte bulunmadıklarını biliyoruz. Keşiflerin, teknolojik gelişmeler ve globalleşme unsurlar da onlara ait değil. Dünyayı insanın avucuna yerleştiren ve kâinatın en uzak köşelerinde insana seyahat ettiren Kur’ân olmasına rağmen, Müslümanların global düşünemeyişlerini, insanlığı bir bütün kabullenen çare arayışını, saldırgan dinsizlerle çarpışan İsevîleri yanlarına alamayışlarını, onların “seri’üs seyr zamane” çoğunluğunun mahiyetini anlayamamasına bağlayamaz mıyız?
Kur’ân’ın zamanımızdaki hakikî tefsiri Risâle-i Nur’u okuduğumuzda da cihanşümul bir anlayış ve kavrayışla karşılaşıyoruz. Cihanşümul Peygamberin cihanşümul pratiğini öğrenmek için Risâle-i Nur’a bakmak lâzım. Zamanımızın, ahirzamanla ilgili unsurlarına Risale-i Nur penceresinden baktığımızda, Avrupa’nın, Garp cemiyetinin ve cemiyet içindeki saldırgan ifsad cereyanlarının mahiyetlerini anlamamak mümkün değil.
Selm ve müsalemet (barış) dini olan İslâmın, semavî dinlere düşmanlarca savaş, terör ve kaosa sebepmiş gibi propaganda edildiği bir zamanda, Müslümanların dünya barışının teminatı olduklarını düşündüğümüzde, Kur’ân ve sünneti hayata taşıyanların global harekete mecbur olduklarını daha iyi anlıyoruz. Yeryüzünde mütemadiyen fitne çıkaran, kıt'a ve coğrafyaları ateşe veren ve kardeşi kardeşe kırdıran global zındıka cereyanlarını her zaman takip etmek mümkün olamayabilir. Onları isim, resim, slogan ve kurumsal yapılarıyla takip etmenin yanı sıra, bu tahripkâr cereyanları sıfat, icraat ve gizlemeye çalıştıkları mahiyetlerden tanımak daha kolaydır. Risâle-i Nur’u bir de bu nazarla okuyanlar, onların ikide bir slogan, forma, yuva, kurum ve coğrafya değiştirmelerine kanmazlar, şaşırmazlar. Dünyanın Allah’ın mülkü olduğunu bildiklerinden, asi ve bütün medeniyetleri tahribi gaye edinmişlerin bu mülkün dışına çıkamayacaklarını da bilirler.
Bu çerçevede öne çıkan en önemli hususun, Allah’a ve ahirete kuvvetli iman ile birlikte, fıtrat Peygamberinin (a.s.m) zamanı iyi tasvir eden “ahir zaman atlasından” haberdar olma şartını söyleyebiliriz. Dünyayı herc ü merce getiren hadiselerin faillerine bazı şeyleri bildiğinizi ihsas etmeniz gerekir. Tâ ki bu tahripkârların dizlerindeki derman ve kollarındaki kuvvet uçup gitsin. Dünyanın dört bir yanında revan olan masumların kanlarıyla “kan tutulmalarına” yakalansınlar ve bombaladıkları mazlûmların ocaklarından tüten dumanlarla sersemleşip pusulasız kalsınlar.
Müslümanların ve bilhassa Türkiye’deki dindarların kurtuluşu Kur’ân ve sünnet merdivenlerine Risâle-i Nur’un yardımıyla tırmanarak yükseklerden dünyayı ve hadiseleri temaşayla mümkündür.
30.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|