Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Türk-Kürt kardeşliği

“Siyasî hadiselerin içinde yoğrulmuş, yüz yaşına basmış bir insan olarak, Kürt meselesi hakkında neler söylersiniz?” şeklinde bir soru ile yazıma başlamak istiyorum.

Benim yazılarımı takip edenler bilmektedirler ki, ben birkaç defa bu meseleye temas ettim. Bu iki kavim (Türk-Kürt) İslâmiyet’le müşerref olduktan sonra ilk olarak Malazgirt Meydan Muharebesinde bir araya gelmişlerdir. Ondan sonra da Yavuz Sulan Selim ve İdrisi Bitlisî ile bir araya gelmeleri onları ettırnak gibi yaparak bir antlaşma ile neticelenmiştir ve Osmanlı İmparatorluğu içerisinde İslâm âlemine yararlı hizmetleri olmuştur.

Malum Büyük Osmanlı İmparatorluğu öyle dönemler yaşamıştır ki, Kanunî Sultan Süleyman Fransız kralı Fransua’ya: “Fransa’nın Françeskosu” diye hitap etmiştir. Yani Osmanlı İmparatorluğu var olduğu müddet içerisinde büyük haşmetle varlığını sürdürmüş ve II. Abdülhamid’in tahtan indirilişine kadar bu haşmet devam etmiştir.

Abdülhamid’in tahtan indirilişinden sonra bir inhitat devri başlamış ve imparatorluğun içindeki kavimlerden Kürtler buna tepki göstermiş ve arbedeler vücuda gelmiştir. Millî İbrahim Paşa yüz elli bin askeriyle Şam’a yürümüş, Jön Türklerle başa çıkamayınca geri dönüp Viranşehir’e yerleşmiştir.

Şeyh Said Berzenci de aynı zamanda isyan etmiş (Oğlu Şeyh Mahmut İngilizlere karşı isyan etmiştir), isyanlar birbirini takip etmiş ve Cibranlı Halit Bey, Palulu Şeyh Said, Zirikanlı Kolihan Bey, Hasananlı Halit Bey yine Hasananlılardan Süleymanı Ahmet ve Ferzende Beylerin hepsi Millî İbrahim Paşanın ayaklanmasının devamıdır. Yani Abdülhamid’e arka çıkma isyanlarıdır.

Fakat, bu meseleyi Osmanlı İmparatorluğunun ihyası ile ilgili bir mesele değilmiş gibi büyük hakan Abdülhamid’e “Kürtlerin babası” denildiği için, “KürtçülükTürkçülük meselesi” haline getirmişlerdir. Bütün “küfür âlemi” de fırsat bu fırsattır demiş ve Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasına yardımcı olmuşlardır. Olayların gerçek yüzü budur. Hatta Erzincan’daki Kürt Hamidiye Alaylarına vazife veren Müşir Zeki Paşa İslâmiyet’e sımsıkı bağlı olmayan aşiret reislerini bu alaya kabul etmemiştir.

Mesele bu hali alınca, “İslâmiyet şeriatçılık demektir, şeriat ise görüyorsunuz ne vahşettir!” diye Jön Türklerin propagandaları kuvvetli bir şekilde sürmüştür.

Şimdi Osmanlı Hanedanlığının ve İmparatorluğunun ihyası için çalışan bu insanları, adeta imparatorluğu bölmeye parçalamaya çalışıyorlarmış gibi gösterme kabiliyetini elde etmişlerdir.

İşte Jön Türklerin vücuda getirdikleri, bu günkü neticenin vücuda gelmesine sebeptir. Yoksa hakiki Türkler ile hakiki Kürtler bugün de İslâmî felsefeye inanmış olanlardır ve bu İslâmî felsefeye inanmış olanlar, bugün de et tırnak gibidirler. Fakat buna temas etmek yasakmış gibi kimse bahsetmiyor.

Fakat dindarları öcü göstermek için akla hayale gelmeyen kıyafetlere soktular. Hizbuşşeytana Hizbullah diyerek, “işte dindarlar böyledir” şeklinde göster-meye çalıştılar, ama ne yaptılarsa da bir türlü tek kötü hususiyeti dindarlara yapıştıramadılar.

İşte, bu dindarlar, yine el ele vererek, belki bir Osmanlı İmparatorluğunu meydana getiremeyeceklerdir, ama Türk-Kürt ve başka Müslümanları da içine alarak bir Müslüman topluluğu vücuda getirebilirler. Benim düşüncelerim bunlardır.

Gıyasettin EMRE

29.11.2007


Mevlânâ “hoşgörü”süne tehlikeli bir tuzak

Epeyce bir zamandır İslâm’ın bir kavramı olan hoşgörü üzerinde bir takım oyunlar oynandığı gözlemleniyor. Hıristiyan ve Yahudi çevrelerinin, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin ritüellerini ve özellikle de hoşgörü anlayışını ele alarak sergiledikleri ‘değersizleştirme ve İslâmî ölçüleri ortadan kaldırma’ çalışmaları dikkatleri çekiyor. Bu oyun, ehl-i imanı itikâdî noktada bir takım kaymalara götürüyor.

Mevlânâ’yı anlamaktan aciz bu zevât, Mevlânâ’yı dillerine dolayıp, Bektaşi gibi anlamak istedikleri gibi anlayıp, öylece bir Mevlânâ modeli takdim ediyorlar.

Oysa ki Mevlânâ’nın hoşgörüsü, şartsız, değersizliği ifade eden, her şeye müsamahalı bakan bir hoşgörü değildir.

“Gel, gel, ne olursan ol gel,

Kâfir, putperest, mecusi olsan da yine gel.

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.

Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.”

Kullanılan ‘gel’ kelimesiyle, bir dâvet yapılmaktadır. Özelliği, dâvetin gönderildiği kimselerin mecusi, kâfir, putperest olmasına bakılmaksızın bir dâvet olmasıdır. Dâvet bir yere yapılır, adresi bellidir. Hakikate, hak dine yapılan bu dâvette, “tövbeni bozmuş olsan da gel” cümlesiyle “Ola ki bunu belki yüzlerce denedin, bu davete gelmek istedin ama başaramadın, fakat ümitsiz olma, yine gel” anlamı vardır. Buradaki “tövbeyi bozma” tâbiri altında gizli bir istek, hak dine olan bir meyil, bir iştiyak hissedilir.

Ancak Mevlânâ’nın bu hoşgörüsünden, kesinlikle küfrü hoş görmek anlamı çıkmaz.

Müslüman her şeye imânî bir nazarla bakmakla yükümlüdür. Mü’minin tavrını, tarzını, çizgisini belirleyen, bu imanî bakıştır. İmânî bakışı kaldırdığınızda, ortadan sınırlar, ölçüler kalkar. Bu durumda insanlıktan istifa etmek gerekir. Çünkü sosyal bir varlık olan insanın içtimâî hayatının düzenli olabilmesi, ancak adaletle olur. Adaletin tesisi ancak kanunla olur. Kanun ise, ancak yarattığını en iyi Bilenin koyacağı şeriattir. Kanunların öğrenildiği me’haz, Kur’ân ve sünnettir. Kur’ân’a göre iman ile küfür arasında keskin bir ayırım söz konusudur. “Mü’minlere karşı çok merhametli, küffara karşı çok şedit” olma hali, Kur’ân’ın tavsiye ettiği bir hâldir. Yani Kur’ân, iman temelli bir hoşgörüyü bize emreder.

Ehl-i dini kuşatan bir yanlış da, sınırsız hoşgörü olduğu gibi, Kur’ân’ın emrettiği, ‘mü’minlere karşı merhametli, küffara karşı şedit’ olmanın tam tersi olan; ‘mü’minlere karşı şedit, küffara karşı hoşgörülü’ olma hastalığıdır.

Küfür ve nifak ehlinin bu sıfatlarına ve bu sıfatlarından kaynaklanan hallerine hoşgörü göstermenin izah edilecek bir tarafı olmadığı gibi, buna karşın, zaten kâfirlerin mü’minlere düşmanlığı, küfrün bir neticesidir.

Hümanist yaklaşımlarla değersizliği, sınırsızlığı aşılamaya çalışanlara karşı asrın müceddidi, bir takım istikamet düsturları sunmaktadır. Hoşgörü olmalıdır, ama Rabbimizin istediği kadar ve şartlarda olmalıdır. Aksi halde itikadî bir bakış açısıyla şekillenmeyen bu tür uzlaşma ve birliktelikler, mü’minlerin hayat tarzlarını olumsuz etkileyecektir. Hazret-i Ömer’in dediği gibi, inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadığı gibi inanmaya başlayacaktır.

Ölçüsüz ve dengesiz hoşgörü, hoşgörü değildir. Çünkü adalet sınırlarını çiğnemeyi netice verecektir. “Derman hadden geçerse dert olur” diyen asrın müceddidi, herşeyde bir denge olması gerektiğini ve bu dengenin de ancak Kur’ân ve sünnetle olabileceği dersini verir. “Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez” düsturuyla, muhatap “çok alçak olmamak ve yılan gibi dalâlet zehrini serpmekle telezzüz etmemek” şartıyla hoşgörü, irşad çerçevesinde gösterilebilir. “Fakat, nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan ki, bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına mübadele eder derecede münafıklığa girmiş insan sûretindeki yılanlara hakaiki söylemek, hakaike karşı bir hürmetsizliktir” (Mektubat, s. 346) diyerek, onlarla konuşmanın dahi anlamsız ve gereksiz olduğu dersini verir.

Ayrıca Kastamonu Lâhikası’nda, “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli’l-Âlemîn zâtın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir” denilir. Yani burada kâfir ve münafıkların lehinde merhametle bakışın, insanın kalp ve ruhunda bir hastalık oluşturduğuna dikkat çekilmektedir.

Netice olarak; Cenâb-ı Hakk’ın verdiği şefkat ve merhamet hislerini dengede ve ölçüde kullanmak gerekir. Peygamber Efendimize (asm), ona tâbî olan Müslümanlara kin besleyenlere hoşgörülü olmak, şefkat etmek tam bir hamakattir.

Sınırsız hoşgörü, hiçbir şeye inanmayanların bir tavrıdır. Kişilikli bir duruşu, prensipleri, sınırları kaldırmaya dönük bir hoşgörü, insanın hem kendisini, hem etrafındakileri değersizleştirmeye götüren bir süreçtir.

Müslümanlar için dengenin bozulduğu bir diğer hoşgörü süreci de, ehl-i dinin, kâfirde gördüğü küçük bir iyiliği büyütmesi, mü’minde gördüğü büyük bir iyiliği hiçe saymasıdır. Yalancı siyasette kullanılan bu taktik, birçok ehl-i dinin bu yanlışa düşmesine sebep olmaktadır. İşte bu yüzden tavrımızın ve çizgimizin belirleyicisi Kur’ân ve sünnet, yani imânî bakış açısı olmalıdır. Aksi halde ehl-i din içinde yaygınlaştırılmaya çalışılan bu sınırsızlık ve değersizleştirme operasyonunda çok zayiât verilecektir. Yani kalpler ve ruhlar hasta edilecek ve ehl-i din daha da bir dünyevîleştirilecektir.

Yapılması gereken, aramızda derin ayrılıkların (düşünce-yaşayış-davranış açısından) olduğu kişilere hoşgörü değil, saygı göstermek olmalıdır. Yani burada da Peygamberî ahlâkı göstererek, ‘Senin dinin sana, benim dinim bana’ demek gerekir.

Kâfirlere hem dünyada, hem de ahiretleriyle ilgili olarak şefkat göstermek, onların Cehennemde yanmasına üzülmek gibi haller, Kur’ân’da men edilmiştir. Peygamber Efendimiz (asm), amcası Ebû Talib ölmeden evvel, onu imana davet etmiş, Ebû Talib’in imana girmeyi reddetmesi üzerine, Peygamberimiz (asm), “Nehyedilmediğim sürece senin için istiğfar edeceğim” demiştir. Bunun üzerine, şu âyetin nazil olduğu bildirilmektedir: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır, ne de inananlara.” (Tevbe, 9/113)

Anlaşılıyor ki, İslâm ile küfür birbirinin zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde öteki bulunamaz. Bu iki zıt şey bir arada bulunamayacağından, birine kıymet vermek, ötekini aşağılamaktır. Yani İslâm’a saldıranların, bizim değerlerimizi hiçe sayanların bu halleri karşısında, İslâm’ın izzet ve kıymetini tenzil etmemek için, bırakın hoşgörüyü, âyetlerle sabit olan sert davranışı ve tavizsiz bir imanî duruş sergilemek gerekmektedir. İzzet-i İslâmiyeye yakışan da budur. Bu duruş, toptancı bir yaklaşım tarzı değil, mütecaviz olan ehl-i küfre karşı bir duruştur.

Yasemin YAŞAR

29.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri