Dünyevîleşmenin en dehşetli boyutu siyasette yaşanır. İnsanların zaaflarını tesbit eden ifsat komiteleri; cinnî şeytandan aldıkları ders ile, mü’minleri, adım adım, güçlü oldukları siyaset minderine çekip dünyevîleştirmeye sürüklerler. Siyasetin dünyevîleştirmesi ne demektir?
Ne pahasına olursa olsun sonuç almak isteyen; sayısız olumsuzlukları doğuran; adaleti, hukuku, kanunu değil, kuvvet kullanıp zulme sebebiyet veren siyaset;1 dünyevîleştiren siyasettir. Din adına ortaya çıkan; idâre ve asâyişe zarar veren;2 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz; fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi3 yapan; zulme sebebiyet veren tarafgir, kalbleri bozan;4 dinde hissesi olmayanları büyük vartalara atan;5 gaddar ve zalim propagandası olan; aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu birbirine karıştıran;6 menfaati esas tutan canavar;7 fikri hezeyanlaştıran;8 yalancı ve insanlığın maslahatına zıt9 siyaset; dünyevîleştiren siyasettir.
Keza, Allah için sevmenin ve Allah için buğz etmenin yerini,10 siyaset için sevmek ve siyaset için buğz etmenin aldığı; melek gibi bir hakikat kardeşine düşmanlık ve elhannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen ortak eden siyaset11 dünyevîleştiren siyasettir. Siyasî gevezelik de bir alışkanlık ve hatta bağımlılık haline gelebilir. İlgi alanında olup; etki alanındaymış gibi değerli zamanını siyasî tartışmalar ve gevezeliklerle geçirten siyaset; dünyevîleştiren siyasettir.
Gençliğin siyasetle bağımlı hale getirilip dünyevîleştrilmesi, farkına varılmayan dehşetli bir hastalıktır ki, mânevî değerleri de yer bitirir. Nefis ve şeytan burada dehşetli bir tuzak kurarak; “Siyasetle dine hizmet edeceğim!” dedirtir; sonra da sarıp-sarmalar, ibadet ve taaten uzaklaştırır; siyaset çarkları arasında mahveder. Onlarca yıl, “siyasal İslâm” adına, “Yaşasın İslâm, tek yol İslâm, Şeriat gelecek dertler bitecek!” gibi üç-beş sloganla meşgul ettiler. Pırıl pırıl milyonlarca insanı, siyasetin labirentlerinde dolandırdılar, 30 yılı aşkın…
Ne var ki, siyasal İslâmın çıkmaz sokak olduğu anlaşıldı. Peki, nereye gidecekti bu dinamik, enerjik genç insanlar? İlme, tefekküre, araştırmaya mı yönelecek, laboratuara mı girecek!.. Bu, ifsat komiteleri için tüyler ürpertici bir şeydi. İşte, bu insanları, hubb-u câh, tamâ ve dünyanın başka cazibedar şeylerini göstererek, bu sefer de “gömlek değiştirterek siyasetin ılımlı kulvarlarında” koşuşturmaya başlatırlar. Gayretli, hamiyetli, çalışkan insanları da büyük makamlara çıkarıp, işe boğar, meşgul ederler. Tâ ki, dine, imana, Kur’ân’a hizmete fırsat bulamasın. Zamanla hizmetinden, hatta dâvâsından vazgeçirirler. Bir zamanlar “Şeriatı getireceğim” diye dâvâ edip, yıllarca mücadelesini verenler; büyük makamları işgal edince, “Değiştik, eski gömleği çıkardık, Şeriat isteyenleri ciddiye almıyoruz!” diyecek duruma düşmediler mi?
İfsat komiteleri, kimi zaman tembelliklerinden, bazen de hamiyet ve çalışkanlarından yakalar. Ve haberleri olmadan yaptırırlar. Bir kısmına fazla iş bulurlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösterirler ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin.12
Bugünlerde ifsat komitelerinin dehşetli bir planıyla mı karşı karşıyayız? Orta dereceli okullardaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerini (neredeyse tüm ilâhiyatçıları), okul, şube, ilçe, il milli eğitim müdürlük ve yardımcılıklarına atamışlar. Müdürlük almayan ilahiyatçı bir arkadaşımıza, “Heykeli dikilecek adamsın; ama heykel de memnû!” diye takılıyorlar...
Zahiren bakıldığında “İlahiyatçılar işbaşında, ne güzel!” gibi görünebilir. Ancak, meselenin mânevî boyutu dikkate alındığında dehşetli bir planın sahnelendiği görülür: Din Kültürü ve Ahlâk derslerini kim veriyor? Felsefeciler! Peki, bunlar din dersinin ruhuna ne kadar uygun bir öğretim yapıyor? Din dersi öğretmenleri İslâmın esaslarını ispat ve izahta zorlanırken, felsefeciler ne yapar dersiniz!.. Müdürlüklere atananlar acaba ne ile uğraşıyor? Kantinle, gider-gelirle, ihaleleleri mi takip ediyor, yoksa müstebit rejimin tabasbusçuluğunu, şakşakçılığını mı yapıyor?
Hubb-u câh (makam, mevki ve şöhret sevgisi) siyasetçiyi öylesine sarar ki, dünya/iktidar o kadar tatlı gelir ki, artık dinî meseleler değil, iktidar, güç, ekonomi önplana çıkar. Siyaset bağımlısı olur, tarafgirliğin pençesine düşer ve herşeyi siyaset gözüyle değerlendirmez mi? Bütün meselelerini siyasete, iktidara, güce endeksleyende dünyaya meyil artmaz mı? Siyasetin veya çarpık sistemin canavar kanunlarını uygulamaya kalkarken zulme sebebiyet verilmez mi? Din, iktidar uğruna rüşvet verilmez mi? Sonuçta da, “İnananları idare edeceğim!” diyerek, Rabb’in idaresinden çıkılmaz m? Makam ve mevki, menhus bir maaş uğruna dinî vecibeleri, namazı-niyazı terk ettirmez mi? “Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır…”13
Unutmayalım; herşeyle deneniyoruz. Bugün; hubb-u câh, tama, şan ve şöhret, makam-mevkî vs. ile de imtihandayız.
Dipnotlar: 1-Lem’alar, s. 165-166.; 2-Şuâlar, s. 306.; 3-Kastamonu Lâhikası, s. 34.; 4-Emirdağ Lâhikası-II, s. 177; 5-A.g.e, 51-52.; 6-Hutbe-i Şâmiye, s. 78.; 7-Emirdağ Lâhikası-1, s. 204.; 8-Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6.; 9-Münâzarât, s. 53.; 10-Buharî, Îmân: 1.; 11- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 169.; 12-Mektûbât, s. 401, 414.; 13-Mektûbât, s. 407.
29.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|