Mâlûm çevrelerce Bediüzzaman’a ve talebelerine öteden beri yöneltilen klişeleşmiş bayat suçlamalar birkaç maddede yoğunlaşıyor.
Bunlar “Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı, laiklik ve devrim karşıtlığı” olarak özetlenebilir.
Tarikatçılık, Kürtçülük, bölücülük gibi diğer bazı ithamlar da var, ama işin esası bu özette.
Tabiî, meseleyi böyle şablonlara oturtarak, şapla şekeri karıştıran; saptırma, çarpıtma ve demagojilerle sonuç almaya çalışan iftiracı linç tavrı, Bediüzzaman’ın hukuk ve mantık temeline dayalı güçlü müdafaalarıyla püskürtülmüş.
Said Nursî, sağlam duruşundan hiçbir taviz vermeksizin iftiraları çürütmüş ve tek parti diktası döneminde idamı talimatıyla yargılandığı mahkemelerden beraat kararları alarak çıkmış.
Onun için, o şartlarda bile sonuç alınamayan asılsız suçlamaları 21. yüzyıl Türkiye’sinde gündeme getirmek, sahiplerini gülünç ve zavallı duruma düşürmekten başka bir netice vermez.
Ancak papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duran mâlûm güruhun ezberini bozup meseleleri vuzuha kavuşturmak için, bazı şeyleri farklı bir yaklaşımla tekrar yorumlamakta fayda var.
Bunlardan biri Atatürk’le cumhuriyeti özdeşleştirip, bunun üzerine bina edilen demagojiler.
Oysa, tıpkı Atatürk milliyetçiliği tabiri gibi, Atatürk cumhuriyeti ifadesi de yanlış. Bu tür kavramlar kişilere endekslenerek tanımlanamaz; böyle tanımlar hukuken geçerli olmaz.
Ve Said Nursî, cumhuriyet karşıtlığı suçlamasıyla da yargılandığı Eskişehir mahkemesinde kendisini “dindar cumhuriyetçi” olarak niteleyip, bunu İslâmî kaynaklarla açıklayan bir insan.
Peki, Said Nursî’nin Atatürk’e bakışı ne? Birinci Meclisin kurulduğu dönemde Atatürk’ün onu yanına çekmek için çok uğraştığı, cazip tekliflerde bulunduğu, ama Bediüzzaman’ın bunları reddettiği bilinmekte.
Sebep, o günlerde henüz açığa vurulmamış gizli niyetleri sezen Said Nursî’nin, bu niyetlere vücut veren fikir yapısına destek vermek şöyle dursun, onunla mücadele etme kararı vermesi.
Bunu saklamaya da, tersini iddia edip “Said Nursî’nin Atatürk’le ihtilâfı yoktu, birlikte çalıştılar” diyerek gerçeği çarpıtmaya da gerek yok.
Ancak Bediüzzaman’ın orijinal ve farklı yönü, mücadelesini fikir zemininde, sivil platformda ve barışçı yöntemlerle vermesi. Nitekim Şeyh Said’in “Bize katıl” teklifini reddetmesi bundan.
Bu süreci anlattığı kendi sözlerini, Tarihçe-i Hayat’tan okuyalım (1994 Y. Asya baskısı, s. 195):
“Ankara reisleri, İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte namındaki mücadedatımı takdir edip, beni oraya istediler. Gittim. Gidişatları, benim ihtiyarlık hissiyatıma uygun gelmedi. ‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: ‘Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz, fakat size de ilişmez.’
“Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünkü an’anât-ı milliye-i İslâmiye lehinde istimal edilebilir bir deha-i askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf bir vesile oldu...”
Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, “Din elden gidiyor” gerekçesiyle çıkarılan isyanların yeni rejimi daha da radikalleştirip keskinleştirdiğini, böylece mâkul ve mutedil bir denge çizgisinde buluşma ihtimaline imkân vermediğini ima ediyor.
Ama kendisi hayatı boyunca bu çizginin yakalanması için samimî gayretlerini sürdürüyor.
30.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|