İstanbul İlim ve Kültür Vakfının tertiplediği 8. Bediüzzaman Sempozyumu başarıyla tamamlandı. Dünyanın dört bir köşesinden 90 bilim adamının katılımıyla gerçekleşen sempozyumu Türkiye’de 10 bini aşkın insan takip etti.
Sempozyumun konusu adaletti. Bu ana başlık altında Müslüman ve gayrimüslim bilim adamları, Risale-i Nur’un konuya yaklaşımını çeşitli açılardan analiz ve müzakere ettiler. Bir bölümü veya özetleri kitapçıklar halinde yayınlanan tebliğlerin tam metinleri ve oturumlarda yapılan müzakerelerin zabıtları da herhalde neşredilerek ilim ve fikir mahfillerine ulaştırılacak.
Sempozyum, küresel toplumun önündeki en önemli ve duyarlı konuların başında gelen adalet meselesinde, dünya ilim ve fikir camiasının seçkin temsilcilerini İstanbul’da buluşturarak, bu topraklarda telif edilmiş bir Kur’ân tefsiri olan Risale-i Nur temelinde fikir teatisinde bulunmalarını sağlayan son derece önemli bir etkinlikti.
Çok değerli olan içeriği bir yana, bu boyuttaki bir bilimsel toplantının İstanbul’da gerçekleşmiş olması bile tek başına övgüye değer ve takdir edilmesi gereken bir “tanıtım” hamlesiydi.
Ama tanıtım işini kendi bağnaz kafalarındaki Atatürk imajı ve beraberinde geliştirdikleri “rakı-dansöz-plaj-kebap” görüntülerine hapseden mâlûm güruh bu başarıdan rahatsız oldu.
Ancak İstanbul Gösteri Merkezindeki muhteşem açılış oturumuna düşürecek gölge bulamadı. Ikındı, sıkındı ve sonunda aradığı malzemeyi, THY’nin sempozyum sponsorluğunda bulduğu zannıyla üzerine atladı.
Ne var ki, burada da derin bir boşluğa düştü. Çünkü sponsorluk dediği şey, konuları farklı da olsa benzer organizasyonlarda ve toplu bilet alımlarında uygulanagelen bir yöntemdi. Fiyat indirimi kurum bütçesine bir yük getirmiyordu, herhangi bir zarar söz konusu değildi. Özelleştirme sonrası kurumdaki kamu payının yüzde 49’a inmiş olması ise, “Devlet parasıyla Nurculara kıyak” iddiasını boşa çıkarıyordu.
Durum böyle olunca iyice afallayan mâlûm kafa, bu defa plağı çevirip dinozorlar çağından kalma eski, köhne ve bayat yöntemlerden medet umma ilkelliğine yönelerek, “laik devlete meydan okuma” mavalları okumaya başladı.
Çağdışı ve ahmakça tepkisini evvelâ manşetten seslendiren gazetenin, baltayı taşa vurduğunu anlayınca ertesi gün konuya dair haberini birinci sayfaya çıkarma cesaretini dahi gösteremezken, başyazısıyla ve ona eşlik eden tetikçi köşesiyle “gündem takibine devam” gayretkeşliği sergilemesi çok tipik bir medya skandalıydı.
Tetikçi yazarın, çok bilmiş edalarla Said Nursî’ye ve talebelerine suçlamalar yöneltirken, sözümona kaynak gösterme havalarında kitap ismi ve sayfa numaraları vererek aktardığı cümlelerin hiçbirinin o kitaplarda ve belirttiği sayfalarda bulunmaması ise, cür’etini cehaletinden alan iftira ahlâksızlığının yeni bir vesikası oldu.
Bu kişi ya suçlamalarına “delil” olarak sıraladığı alıntıların, adını ve sayfasını verdiği kitaplardaki yerini göstersin, ya özür dilesin, ya da mesleğini bıraksın. Önünde başka bir seçenek yok.
Bunlardan birini yapmadan orada oturmaya devam ederse, işlediği ayıbın utancı, gazetesi için de taşıyamayacağı ağır bir yük haline gelir.
Adaletsizliğin tetikçiliğinin de bedeli olmalı.
22.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|