Hz. Peygamberin (a.s.m.) en büyük mucizelerinden biri olan mi’rac yolculuğuna yükseldiği mukaddes belde. Ve yine onun mucize olarak istikbalden verdiği haberler meyanında fethedileceğini müjdelediği bahtiyar yerlerden biri.
Bu fetih, İkinci Halife Hz. Ömer’e (r.a.) nasip oldu. Kudüs yolunda devesine kölesiyle münavebeli binen ve şehre girerken sıra kölesinde olduğu için kendisi yaya olarak karşılanan Hz. Ömer, Hz İsa’nın (a.s.) doğduğu kilisede namaz kılması teklifini, “Kılarsam burası camiye çevrilir” diye reddederek, din hürriyetine saygının o tarihî ve unutulmaz örneğini işte burada verdi.
Sonraki asırlarda da Müslümanlar bu örneğe bağlı kalarak Kudüs’ü “beledü’l-emîn” diye anılan bir barış ve huzur beldesi haline getirdiler.
Bu, Akif’in “şarkın sevgili sultanı,” Bediüzzaman’ın ise “medar-ı fahri” olarak vasıflandırdığı Selâhaddin Eyyûbî zamanında da böyle oldu, şehrin Osmanlıların elinde olduğu asırlarda da.
Osmanlının, kaynağını İslâmdan ve Asrı Saadetteki uygulamasından alan kucaklayıcı tavrı, üç büyük dinin mukaddes mekânlarını barındıran bu mübarek şehri yüzyıllarca huzur içinde yaşattı. Öyle ki, Moşe Dayan gibi fanatik ve siyonist Yahudiler dahi Osmanlının bu başarısını hayranlık ve takdirle yad etmekten kendilerini alamadılar
Ne var ki, iç sebeplerin başlattığı gerileme sürecinin dış faktörlerle çöküş devrini beraberinde getirmesi sonucu Osmanlının tarihe karışması ve ardından, yaklaşık otuz sene sonra Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulması bugünkü kaos ve kargaşayı doğurdu.
Bin senelik bir kin ve intikam duygusuyla döndükleri Filistin’i ve bu meyanda Kudüs’ü sadece kendilerinin malıymış gibi gören fanatik ve siyonist Yahudilerin uyguladığı hunhar ve vahşi politikalar, “beledü’l-emin”i, sonu gelmeyen bir şiddet ve çatışma ortamı haline getirdi.
Siyonistlerin hiçbir sınır ve dizgin tanımayan şirretliği, bir ara Mescid-i Aksa’yı ateşe verme ve yakın zamanda da Haremüşşerif olarak bilinen avluyu tehdit eden projeleri yürürlüğe koyma noktasına kadar vardırıldı. Ve Hıristiyanlığın kutsal mekânları da bu saygısızlıktan nasibini aldı.
İsrail’in saldırgan politikası başlangıçta bir İslâm dayanışmasına vesile olur gibi oldu, ama zaman içinde bu birliktelik geliştirilmek şöyle dursun, sürdürülemedi bile. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise, sosyalist Arap milliyetçisi rejimlerin bu ruhu törpüleyip söndürmesi oldu.
Esasen koca Arap dünyasını bir avuç İsrailli karşısında mağlûp gibi gösteren etken de bu idi
Halbuki mesele bir “Arap sorunu” değildi, İslâma ve aynı zamanda Hıristiyanlığa yönelen bir taarruz söz konusuydu. Ama ne yazık ki, Arap ırkçılığı bu gerçeği perdeledi. Ve hadisenin geldiği son nokta, sorunun çözülmesi için güçlü ve samimî bir Müslüman-Hıristiyan dayanışmasının kaçınılmazlığını herkese öğretmiş olmalı.
Birkaç yıl önce İsrail’in peşine düştüğü Filistinli savaşçılara kilisenin kucak açması olayı, bu bakımdan son derece dikkat çekici bir örnek.
Filistin sorununa çözüm çabalarının yoğunlaştığı, Abbas ve Peres’in Türkiye’de ağırlandığı bir ortamda, sivil bir inisiyatif olarak İstanbul’da toplanan Kudüs Sempozyumunun, Müslüman ve Hıristiyan temsilcileri bir araya getirmesi de.
Kudüs’ün özgürlüğü bu dayanışmaya bağlı.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|