|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
O yolcu dolu bir gemiye kaçmıştı. Sonra kur'â çektiler ve o kaybetti. Kendi kendini suçlayıp dururken onu balık yuttu.
Saffât Sûresi: 140142
|
16.11.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Birinizin başına bir sıkıntı, bir güçlük veya bir belâ gelirse şöyle desin: "Allah, Allah Rabbimizdir, Onun hiçbir ortağı yoktur."
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 491
|
16.11.2007
|
|
Tahribatçı düşmanlara İslâm kardeşliğiyle karşı konabilir
Yeni ehl-i hükûmet yavaş yavaş anlıyor ki, hakikî kuvvet Kur’ân’dadır. Ve İslâmiyet uhuvvetiyle ve imanın hakaikiyle tahribatçı düşmanlara karşı dayanabilirler.
Evet, bir tahripçi, yirmi tamirciyi telâşa düşürür ve bazan mağlûp edebilir. Koca Çin’i kendine tâbi yapan bir kuvveti, buradaki yirmi milyon Müslümana karşı âdetâ mağlûp bir vaziyette tecavüzden durduran, maddî kuvvetler, haricî-dahilî tedbirler, ittifaklar değil, belki yalnız Kur’ân ve imanın hakikatleri, onların en büyük kuvveti olan mâneviyat-ı kalbiyeyi tahribatlarına karşı sed çekmesi ve mânevî yaralarını tedavi etmesidir. Ve yeni hükûmetin Maarif Vekili bu hakikati hissetmiş ki, seleflerine muhalif olarak, en ziyade iman hakikatlerinin neşrine, din derslerine ehemmiyet veriyor. Hattâ büyük bir ehemmiyetle, şimdi de Şark Darülfünunu—tâbirlerince Doğu Üniversitesi—için yüz bin lira tahsis edildiğini gazeteler yazmış.
Hem mezkûr hakikati, hem Ankara, hem İstanbul Üniversiteleri o dehşetli, tahribatçı kuvvete karşı hem vatanı, hem gençliği kurtaracak hakaik-ı Kur’âniye ve imaniye olduğunu kat’iyen bildiler ki, Ankara’daki üniversiteliler 1700 imza ile Maarif Vekilinin din derslerini cebrî mekteplere koyması için tebrik etmişler. Ve İstanbul Üniversitesinde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:
“Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var. Onlara da, solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz” demesine mukabil, o üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki:
“Eğer dediğin o cereyan Risâle-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlûp edemez.”
Bu mesele münasebetiyle, meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said’in bir iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:
Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyete karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. “Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet” diyebilirler. Fakat bu vatanda, küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyetten başka bir din, bir mezhep olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünkü hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasranî olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
İnşaallah, Maarif ve Adliye Vekilleri gibi, sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikati tam anlayacaklar. Sağ-sol tâbiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’ân ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmaya çalışmalarını rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.
Emirdağ Lahikası, s. 300-301
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
16.11.2007
|
|
Bırak kendini kâinatın âhengine…
“Fıtrat, fıtrî ve lâyık olmayan şeyi reddeder, atar.”
(Fıtrî bir hayat sahibinden…)
Fıtrî hayat güzeldir.
İşte hep sıradan sayılan sıra dışı bir gün daha. Güneşle doğmak, kâinatta olduğunun farkında olarak açmak gözlerini. Kâinat kitabı, okuyucularını bekliyor, güzellikler temâşâ edilecek gözler için hazırlanıyor yine. En mümtaz manzaralar insanı bekliyor, ağaçların başları hem kitapları hem de kâinat kitabını okumak için en güzel yerler. Kimin içindir bu güzel gökler, kuş sesleri, yaprak hışırtıları ve şelaleler. En cömert ev sahibi sinesini açmış, insan denen misafiri gözlüyor. Ve Attar, kapalı, dikdörtgen kutuların arasında boğulan ve ehemmiyetsiz işler arasında sıkılan âhirzaman insanına sesleniyor: “Dünyadan nasibi artanın, kâinattan nasibi azalır…”
***
Fıtrî hayat güzeldir.
Sen hep kâinatta oldun, ama hiçbir zaman kâinatla olmadın. Özenle düzenlenmiş bir köşkte duran, ama o âhenge ve o mânâya yabancı kalan bir figür oldun.
Bırak kendini kâinatın sinesine. Rüzgâr tarasın saçlarını. Kâinat ağlarken sen de bırak, esirgeme gözyaşlarını. Ruhun âb-ı hayatla canlansın. Sen de ağla! Sahi en son ne zaman ağladın? Denizler coşarken sen de coş, tefekkür edilmeyi bekleyen sahillerde durmadan koş!
Bırak kendini yeşil çamların kollarına, bırak seyretsin gözler kıyılara vuran dalgaları. Esirgeme bakışlarını güneşten, hemen utanıp eğme başını, insan utanır mı görmekten dostlarını? Gözlerin acıyıncaya kadar bak, gözlerini güneşten başkasını, ışığın kaynağından gayrısını göremeyinceye kadar ayırma güneşten. Belki o zaman yönelir ruhun ışığın kaynağına. Sahi seni güneşten alıkoyan nedir?
Bırak kendini kâinatın ahengine; yeşiline, beyazına. Yemyeşil çimenlere, bembeyaz karlara. Belki o zaman yeşillenir içinde umut tomurcukları, belki o zaman sâfiyeti görür kalbin, unutur fenayı.
Bırak kendini kâinatın ahengine; alına, moruna. Kimin içindir şu süslü çiçekler? Var mıdır bizden başka onu temâşâ edecek gözler?
Bırak kendini kâinatın âhengine; kışına, yazına, soğuğuna, sıcağına, gecesine, gündüzüne... Görünsün gözlere kâinatın şuurdarâne hareketi. Hissetsin gözler şuursuzca yapılan işleri şuurla Rabbe teslim eden melekleri…
***
Fıtrî hayat güzeldir.
Fıtratımız hareketle iç içe. Kâinat her an faaliyet halinde. Vücudumuzdaki zerrelerden, zemin büyüklüğündeki kürelere kadar her şey... Durmaksızın çalışan bu kâinatta yaşayan insana hareket yaraşır. Fıtrîlik hareketli olmaktadır. Maddî bünyeyi besleyen kalp durmaksızın çalışırken mânevî duyguların merkezi ve imanın mahalli olan kalbimi tefekkürlerle, kâinat okumalarıyla yenilemezsem kendimi mânen ölü bilmeliyim.
Harekete en fazla ihtiyaç duyduğumuz bir asırda yaşıyoruz. Hevesâtlarına uyanlar, kalpleri günah kirlerine batırmakla öldürmeye ve zehirlemeye çalışıyorlar, daima hareket halindeler. Peki bu hareketlilik fıtrîlik mi? Hayır! Yeşil mekânlarda fıtratının değil hevesâtlarının sesini dinleyenler, fıtrî olduğunu iddiâ edemezler. Her yerde fıtrî olmak, her yerde ibadet içre olmakladır. Kâinatı gezerken her varlığın kendi diliyle ibadet halinde olduğunu anlamaktır fıtrîlik. Bu âhenge uymak insanı fıtrîleştirir.
Fıtrîlik Yaratıcıya boyun eğmekte. Yaratıcının emirlerini dinlemedikten sonra ‘natürel’ beslenen, ‘doğal’ giyinen insanlar ‘fıtrî’ değiller. Doğal almayı, natürel olmayı değil, fıtrî olmayı istiyoruz. Fıtratlarımızın sesinin, vicdanlarımızın avazının bütün kâinatı kaplamasını bekliyoruz.
|
Zübeyir ERGENEKON
16.11.2007
|
|
Fantazi dertlik - ekmek dertlik
İnsanlar toplum hayatında yaşadıkları sürece bir şeylere ihtiyaç duyarlar. O şeylerin derdini çekerler. Nasıl elde edeceğim, onu elde etmek için ne yapmam gerekir vs. düşüncelerle derdine dert katarlar.
Bu dertlik konuları hayat için zarûrî olabilir, zarûrî olmayabilir de. Ekmek, su, yiyecek, giyecek, yatacak konuları gibi dertler zarûrî gruba girebilir.
Bazen, araba, yazlık ev, tatil, on takım elbise, marka elbise, giyim vs. şeyler de fantazi/gayr-i zarûrî kısımdan sayılabilir.
Üstad Hazretleri, Tarihçe-i Hayat’ta geçen bir mektubunda bu olaydan bahsediyor:
“Azîz, sıddık kardeşlerim,
“Evvelce hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki parçaya tetimmedir. Bu acîb asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şerâitini ağırlaştırıp çoğaltması ve hâcât-ı gayr-i zarûriyeyi görenekle tiryaki ve müptela etmekle hacat-ı zarûriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı dîniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya sed çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatanın cezası olarak öyle dehşetli tokat yedi ki, dünyayı başına Cehennem eyledi.
“İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle: Gördüm ki, ehl-i diyanet, ehl-i takva bir kısım zatlar bizimle gayet ciddî alâkadarlık peyda ettiler. O bir-iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever; tâ ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hatta, tarîkati keşf ve kerâmet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dînî vezâifin uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-ı dîniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız tercih edici ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapılmasındaki maksat o faide olsa, o ameli iptal eder; lâakal ihlâsı kırılır, sevabı kaçar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 258)
Geçenlerde bir yaşlı, gün görmüş, hayattan tecrübeli biriyle oradan buradan konuşup görüşürken, “Geçiminiz nasıldır?” diye sormamla; “Evladım,” dedi, “İnsanlar, ekmek dertlik yerine fantezi dertlik peşine düştükçe hiçbir zaman geçinmelerinde bir kolaylık, yaşamlarında bir huzur bulamazlar. Bizim çocuklar da dahil olmak üzere insanlar fantezi dertlik sahibi olmuşlar. Ne kadar çalışsalar da geçinmeleri zor...”
Üstadın bahsettiği yukarıdaki paragrafın ana fikri ile yaşlı zâtın söylediği sözlerin ana fikrinin bu kadar uyuşması benim çok ilgimi çekti ve yazmak gerektiğini hissederek bu yazıyı kaleme almaya niyetlendim.
Üstadın, hâcât-ı zaruriye diye belirttiği konunun ekmek dertlik, hâcât-ı gayr-ı zarûriye dediği maddelerin de fantezi dertlik olduğunu eminim herkes anlamıştır.
Yaşadığımız şu dönemlerde, görenekle, sanki onlarsız yaşanmazmış gibi bir hisse kapılarak, fantezi ihtiyaçları elde etmek için hayat standartlarımızı zorlaştırıyor ve bu zorlukları kolaylaştırmak için sürekli borçlara girmek durumunda kalıyoruz.
Böylece dünyevî hayatımızın zarûrî olmayan ihtiyaçlarını elde edebilmek için, gerekirse, belki istemeyerek de olsa, ahiret hayatımızın kazanılması için gereken davranışlarımızdan tavizler vermeye başlıyoruz Allah korusun.
Bu tür vartalardan kurtulmanın çarelerinden birisi ve bana göre en önemlisi, başkalarının ne yaptığına değil bizim neye ihtiyacımız var, ona bakmaktır. Yaşamak şartlarını ağırlaştırmadan ekmek dertlik konularda üzerimize düşeni yapmamız ve geri kalan zamanımızda da ihlâsla iman ve Kur’ân yolunda çalışarak ahiretimizi kazanmamız gerekir.
İhlâslı davrandıktan sonra, bütün iyi şeylerin, siz istemeseniz de, arkadan geleceği muhakkaktır.
|
M. Fahri UTKAN
16.11.2007
|
|
“Allah'ın takdirinden kaçılmaz”
Plevne harbi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Akıncılarımız düşman askerini bir baştan bir başa kuşatmışlar, canlarını dişlerine takmışlar, şehadet şerbetini içmek için nefes nefese çarpışıyorlardı.
Gazi Osman Paşa kumandanlarına talimât veriyordu. Birden yanlarına bir top mermisi düştü. Her taraf toz duman içinde kalıverdi. Bütün subaylar yere kapandılar.
Tehlike geçtikten sonra başlarını kaldıran ve yerlerinden doğrulan kumandanlar, Osman Paşa'nın heyecansız şekilde bulunduğu yere oturmuş olduğunu gördüler.
Subaylar hayretlerini gizleyemediler, sordular:
“Paşam! Mermi yanınızda patladı! Korkmadınız mı?”
Osman Paşa tebessüm ediyordu. Dedi ki:
“Cenâb-ı Hak, her mermi tanesi üzerine savaşan askerlerden şehid olacakların adlarını yazmıştır. Kimin ölüm zamanı gelmişse, nerede olursa olsun, üzerinde ismi yazılı mermi gelir, onu bulur ve öldürür. Başka mermi gelip onu vurup öldürmez. Mermi sapmaz. Mermi isyan etmez. Görülüyor ki, bu mermi parçalarının hiç birisinde hiç birimizin adı yoktur. Hepimiz onun için sağ kaldık. Bundan dolayı, düşmana cesaretle karşı koymalıdır! Düşman kurşunundan korkulmaz! Allah’ın takdirinden ise kaçılmaz!”
|
Süleyman KÖSMENE
16.11.2007
|
|
|
|