|
|
Tebrizli Şems Hazretleri 1185 yılında dünyaya gelmiştir. Asıl ismi Mevlânâ Muhammed’dir. Melikdad oğlu Ali adında bir zatın oğludur ve Azerî Türklerindendir. Din ilimlerini tahsilden sonra, genç yaşlarında Tebrizli Ebûbekir Sellaf’a mürid olmuş, ününü duyduğu bütün meşhur şeyhlerden feyz almaya çalışmış ve bu sebeple diyar diyar dolaşmıştır. Bu gezginliğinden dolayı kendisine “Şemseddin Perende” (Uçan Şemseddin) denilmiş, ayrıca Tebriz’de hakikat arifleri ona Kâmil-i Tebrizî adını vermişlerdir. Fakat Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin ikamet ettiği aziz Konya’da ise Şems-i Tebrizî olarak yâd edilmiş ve öyle kalmıştır.
Şems-i Tebrizî her ne kadar bir derviş ve mütevazi bir mü’min olarak görünse de, çok mühim ve muhakkik bir âlim olduğu “hâl, etvâr ve ahlâkından” anlaşılmakta ve görülmektedir. Kendileri Kur’ân ilmi, kelâm, hukuk, hadis, Arapça, Farsça ve emsâli bütün medrese ilimlerini tahsil etmiş, icazet almış, kalbur üstü bir âlimdir. Kaldı ki “Makalat-ı Şems” eseri onun nasıl zülcenâheyn, yani zahirî ve batınî ilimleri bilen bir âlim olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca kendisi Şâfiî mezhebindendir.1
Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems’i iyi tahlil edemeyenler, konuyu ve mevzuâtı bir aşure çorbasına çevirmektedirler. Hz. Mevlânâ’nın Hz. Şems’e olan bağlılığını, avare bir zata veya bir ümmiye, bir sufiye bende olduğunu söyleyenler, bir çıkmazın girdabına girerler. Çünkü, Şems-i Tebrizî Hazretleri yukarıdaki satırlarda da ifade edildiği gibi âlim ve fazıl bir ehl-i kerâmet ve ehl-i ilim. Başka tarzda telâkki etmek, Hz. Mevlânâ’yı da küçük düşürtür. Hz. Mevlânâ böyle harika bir zata bende olmuş.
Hz. Şems ile Hz. Mevlânâ’yı iyi anlamak için Kur’ân’ın sır kapılarını açmak ve Kur’ân-ı Hakîm’i iyi okumak lâzım. Kur’ân’daki bir hakikatı ibraz etmek ve hatırlatmakla, bu iki zât-ı nurânînin ilişkisini vuzuha kavuşturmak lâzım. Kehf Sûresi’nde geçen “musibetlerde hikmetler, musibetlerde kaderin cilvesi” gibi harika haller görülmektedir. Musa Aleyhisselâm gibi makamca Hızır Aleyhisselâm’dan yüksek azim bir peygamber olmasına rağmen, Kur’ân’da geçen üç hadisede Hızır’dan (as) sudur eden İlâhî sır ve hikmetler karşısında hayrette kalır.2 Bir makaleye sığmaz...
Ayrı bir örnek de Hz. Bediüzzaman’ın Mesnevî’sinden naklediyorum. Tâ ki; bu iki zatın mânevî ilişkileri daha iyi anlaşılsın: “Eğer istersen hayâlinle Nurşin karyesindeki Seydânın meclisine git, bak. Orada fukarâ kıyâfetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melâikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir. Göreceksin ki, akrepler insan libâsı giymişler ve ifritler adam sûretini almışlar.”3 Hz. Mevlânâ’nın da bu hususta beyitleri var:
“Çok insan gördüm üstlerinde elbiseleri yok. Çok elbiseler gördüm içinde insan yok.”
Kaldı ki; Hz. Mevlânâ’nın doğumu 1207, Hz. Şems’in doğumu 1185. Takriben arada 22 yaş farkı var. Hz. Şems, Mevlânâ ile üç buçuk yıl müşterek beraberliği Konya’da olmuştur. Fakat bu 3,5 yıl 750 yıldan beri anlatılıyor. Demek ki, bu 3,5 yıl çok mânidardır, sırlarla doludur.
Hz. Şems, ifadelerinde “Bir zaman Rabbime, ‘Beni kendi velîlerin arasına koyup onlara arkadaş et’ diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; ‘Seni bir velîye arkadaş edeceğiz’ dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; ‘Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleridir’ diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek üzere yollara düştüm.”
Netice olarak, her iki zât da, Hz. Allah’ın aziz ve nurlu evliyalarıdır. Kaynakları, Kur’ân-ı Hakîm ve Hz. Peygamberimiz Muhammed (asm) Efendimiz’dir. Bu zatlar ve emsâli gönül sultanları, Hz. Allah’a ve Hz. Peygamber’e giden köprülerdir. Bu nurânî zatlar derya gibidir, bir makaleye ve bir bardak suya sığmazlar, onlar ancak gönüllere sığarlar.
Dipnotlar:
1- 1977, Uluslararası Mevlâna Kongresi notları, KTD. 2- Kehf Sûresi: 60-82 3- Hubab fihristi. Mesnevî-i Nûriye, B. S. Nursî
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
İspanyol hastalığı |
|
Bediüzzaman “İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır”1 demektedir. Üstad, bu ifadelerini siyasetin kötü olduğunu ve yanına yaklaşılmaması gerektiğini anlatmak için kullanmamaktadır. “Müteharriki bizzat” olmayan, “bilvâsıta müteharrik” olan siyaseti kast ederek, böyle bir siyasetin hastalık olduğuna dikkatimizi çekmektedir. “Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz” ifadesi bu hususu açıklamaktadır.
***
Bediüzzaman “İspanyol Hastalığı” ifadesini rastgele kullanmış değildir. Zamanın ve siyasetin şartlarını yansıtması açısından özellikle seçerek kullanmıştır.
Tarihin en dehşetli hastalığı “veba” olarak bilinir. Veba’da ölüm oranı % 90’dır. Hastalık yakaladığı insanı bir hafta içinde ölüme sürüklüyordu. 6. yy, 14. yy ve 17. yüzyıllarda üç büyük salgında milyonlarca insan öldü. En kötü veba salgınında yılda 2 milyon insan ölmüştür.
Hâlbuki tarihin en dehşetli hastalığı bu değildir. Bir yıl içinde 25 milyon insanın ölümüne neden olan bir hastalığı düşünün. Bu hastalık ne vebadır, ne veremdir ve ne de sifilizdir (frengi). Bu bizim bildiğimiz influenza (grip) hastalığıdır. Bu hastalık, I. Dünya savaşı yıllarında (1914–1919) İspanya’da ortaya çıkan “grip”tir. 1918 yılında bu hastalık Amerika’da 20 milyon insan üzerinde görülmüş ve yaklaşık 1 milyon insan ölmüştür. Avrupa’dan Asya’ya da geçen bu hastalık Afrika, Çin, Japonya ve Güney Amerika’ya sıçradı ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Alaska’daki Eskimoların % 60’ı bu hastalıktan öldü. İspanya’da her aileden mutlak olarak birkaç kişi ölmüştü. Gençler hastalığa yakalandıklarının ertesi günü ölüyorlardı. Genellikle 20–40 yaş arası insanlar ölüyorlardı.
Hastalık çok ani başlayan halsizlik, ciddi kas ağrısı, baş, sırt ve eklem ağrısı şeklindeydi. Ateş yükseliyor ve akciğerler pnömoniden ölen hastaların akciğerleri gibi kanlı köpükle doluyor ve hava akışı tamamen bozuluyordu. Esas katil, enfeksiyona eşlik eden grip virüsünün direkt oluşturduğu pnömoni (zatürre) idi. Ölüm, hastalığın başlangıcını takip eden saatler veya günler içinde zatürre ile geldi. Akciğerler kanlı sıvı ile doluyordu. Doktorlar ne olduğunu anlayamamışlardı. 1918 yılında birden kaybolan bu hastalıktan 25 milyon insan ölmüştü. Dünya tam bir şoktaydı.
Daha sonra aynı hastalık 1957 yılında Asya Gribi ve 1968 yılında HongKong Gribi şeklinde ortaya çıktı ama kısa zamanda etkisiz hale geldi.2
**
Siyâsî hayat, sosyal hayatın vazgeçilmezidir. Her şeyde olduğu gibi siyâsî hayatta da doğruluğu hâkim kılmak vazifemizdir. Bediüzzaman, hastalıklarımızdan birisini de “siyâsî hayatta doğruluğun ölmesi” olarak gösterir. Siyasette doğruluğu ihyâ etmeden “İspanyol hastalığı gibi bize sirayet eden” siyâsî hastalıktan kurtulmamız mümkün değildir.
İspanyol hastalığı nezle ve ateşle başlayan basit gibi görünen bir nevî grip şeklindeydi; ama sonu ölümle bitiyordu. Bizim siyasi hastalığımız da maneviyâtımızı öldürmektedir. Ama bu ölümcül yolun başlangıcı basit zannettiğimiz yalanlardan ve bize sunulan yanlış bilgilerden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu hastalığa kapılan da kendisini mânen ölüme mahkûm etmektedir.
Dipnotlar:
1- Sünuhat (1996), s. 64; 2- http://www.gribeson.com/-index/tarihtegrip.asp
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Başı açıklar, dinsiz mi? |
|
Cehaleti giderme makamındakiler cehalet yayıyorsa ne yapılmalıdır? Türk basınında bir dindarlık sakarlığı vardır. Bilen de bilmeyen de siyasetten konuştuğu ülkemizde aynı şekilde dinden de konuşuyor. Ne yaparsınız ki ağzı olan konuşuyor. Şarku’l Avsat gazetesinin yayınladığı İngiliz basınının İslâmî konuları ele almasıyla alâkalı bir raporun haberi bu konuda İngiltere’nin de aynı sıkıntıyla karşı karşıya kaldığını ortaya koyuyor. İslâmî konuları ele alırken İngiliz basınının yüzde 90 oranında konulara olumsuz şekilde yaklaştığı ve yansıttığı anlaşılıyor. Bu peşin hükümlü ve yanlı bakış açısının bir ürünü.
Raporu hazırlayanlardan birisi olan Rubin Richardson (14 Kasım 2007) gazetecilerin bu hususlarda eğitimden geçirilmesini ve haberlerin oluşturulması sırasında İslâmî geçmişi olan uzmanlardan destek alınmasını ve yararlanılmasını tavsiye ediyor. Bu uzmanların Müslümanların görüş ve deneyimlerini daha iyi yansıtacakları vurgulanıyor. Bu aslında, İslâmî bir geçmişe sahip olmayan İngiltere açısından bir ayıp değil. Gereğini yaparlarsa kendilerine karşı tutarlı ve centilmenlik yapmış olurlar. Ya bize ne demeli? Bizim bu hususta; onlardan geri kalmakla bir mazeretimiz mi var? Türkiye kültürel açıdan en azından kahiri ekseriyet olarak Müslüman bir geçmişten geliyor. Peki biz de neden İslâmî konuları ele almada İngiltere kadar yanlış yapıyoruz? İşte bunun izahı yok. Bunda basınımızın sefaleti aranmalı. Bu yazdıklarım aslında bir mukaddime kabilinden. Neden böyle bir mukaddime yazma ihtiyacını hissettim. Basit, yine Özdemir İnce ‘Richard Falk’un fitneleri’ başlıklı yazısında sapla samanı birbirine karıştırdığı için. Hakperestlik damarım galip geldi. Dilerseniz meramını ve maksadını anlamak için geniş bir alıntı yapalım ve söyleyeceklerimizi buna binaen söyleyelim. Falk doğru söylediği için onun Yahudi menşeine vurgu yapıyor. Kendi cephesinden konuşsaydı eminim böyle bir ihtiyaç hasıl olmazdı. Sözgelimi, Bernard Lewis ve Bernard Shaw gibi tarihçiler hakkında bu tür değerlendirmeler yaptığına muttali değiliz. Ama Falk ‘dincilere arka çıktı’ diye onun ne Yahudiliğini, ne de kiralık kalemliğini bırakıyor.
Yazısının ilgili bölümü şöyle: “Sabah gazetesinin genç muhabiresi Ceren Akdağ Hanım bu zat-ı muhterem ile ilginç bir söyleşi yapmış. Gazetenin 21 Ekim tarihli nüshasının 24. sayfasında yayınlanan bu kısa söyleşi-haber ben de aralarında olmak üzere gazete yazıcılarının dikkatini çekmedi. Beni bir okurum uyardı. Ceren Akdağ yazıyor:
BAŞI AÇIK DİNSİZ!
“Dinin ritüellerini yerine getirenlerin sadece başı kapalılar olduğunu ileri süren Falk ile görüşme şu şekilde gelişti:
Sabah: Konuşmanızda ‘Başı açık kadınlar türbanlı kadınlara hassasiyet göstermeli’ dediniz. Bunu neye dayandırarak söylediniz?
Falk: Meselâ sizin gibi dinsizlerin (non-religious) bulunduğu ortamda...
Sabah: Benim dinsiz olduğumu nereden biliyorsunuz?
Falk: Başınız açık.
Sabah: Hayır Müslümanım, bunu da ispatlamak zorunda değilim. Bu benim tercihim.
Falk: Peki, lafımı geri alıyorum.”
DERSİNİ VERMİŞ
Ceren Akdağ’a aferin! Richard Falk budalasının dersini iyi vermiş!
Bana İslamcı yazarlar mı yoksa Richard Falk mu, diye sorsalar, İslâmcı yazarları seçerim. Bağnazdırlar ama en azından Richard Falk gibi budala değiller.
Richard Falk’un hesabıyla, başı açık Türk kadınları dinsiz ise, kadınlarımızın kaç milyonu dinsiz acaba?
Richard Falk’un hiyerarşisine göre: Türbanlılar “Birinci Sınıf Müslüman”, başörtülüler “İkinci Sınıf Müslüman”, başı açıklar ise “non-religious” yani dinsiz-imansız (Hürriyet, 13 Kasım 2007).”
***
Aslında Richard Falk, yanlış söylememiş. Burada kullandığı ‘non-religious’ ifadesi dinsizlikten ziyade dini yaşamayan, dine lâkayd anlamına geliyor. Dine lâkaytlık dindarlık ise o başka! Burada Falk dinsizliği kastetmiyor pratik olarak dini yaşamamayı kastediyor ve özel yaşamda başörtüsü takmamak da en azından bunun maddî belirtilerinden birisidir. Birisi dini yaşamıyorsa elbette dinsiz olarak nitelendirilemez. Sözgelimi Falk bayana ‘non-religius’ yerine ‘infidel’ yani dinsiz ve imansız deseydi Özdemir İnce haklı çıkardı ve yorumu maddî bir temele otururdu. Dolayısıyla zorlamış, ama yerine oturtamamış.
İtikadî dinsizlik başkadır, amelî dindar olmamak daha başkadır. Sözgelimi, mürted anlamında İslâmdan çıkanlara şimdi eski Müslüman (ex müslüman) diyorlar. Bu ifade çok açık. Bir de ‘İslâmcı mürted’ anlamında pekala ‘ex İslâmcı’ tabiri kullanılabilir. Ama ex Müslüman ile ex İslâmcı aynı şey değildir. Sözgelimi, Esat Coşan Hoca Erbakan’la ters düştüğü zamanlarda onun için İslam mecmuasının sütunlarından ‘mürid-i mürted’ ifadesini ve ibaresini kullanmıştı. Elbette mürid-i mürtedlik dinden çıkmak değildir. Dinden irtidat etme mânâsında değil belki, ‘tarikat ve itaat halkasından çıktı’ anlamındadır. ‘Ribkatü’l İslâm’ yani İslâm bağını koparmak başka, tarikat bağını koparmak daha başkadır. Bu anlamda başı açıklar her ne kadar İslâm’ın bazı kurallarını ihmal veya ihlal ediyor veya uygulamıyor olsalar da bu onların dinsizlikleri için bir belirti değildir. Ama en azından keyfi ise yeteri kadar dindar olmadıkları için bir belirtidir. Ama İnce gibiler dini kimseye bırakmadıkları ve kendilerini başörtülülerden ve namaz kılanlardan daha dindar ve dini bütün gördükleri için bu tür vasıflar ağırlarına gidiyor. Bundan dolayı hemen cepheden saldırıya geçiyorlar. Madem dindarlar öyleyse denildiği gibi insaf dinin altıncı şartıdır; bari onu yerine getirsinler...
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Eğitime mi, silâha mı? |
|
Son sözü yine en başta ifade etmek gerekecek: Keşke; silâhlanmaya değil de, eğitime yatırım yaptığı için övünen bir dünyada yaşıyor olsaydık...
Eğitimin önemini anlatmaya gerek yok. Her işin başı ve sonu ‘eğitim’e dayanıyor. Tabiî bu eğitim, isimden ve resimden ibaret bir eğitim olmamalı. “İkra/Oku!” ve devamında gelen emirler çerçevesinde bir eğitim ancak dertlere çare olabilir.
Teknik imkânların gelişmesi, eğitimin önünü de açıyor. Arzu edilirse, geçmiş yıllarda 3-5 yılda verilen eğitimi, günümüzde 3-5 ayda vermek/almak da mümkün. Hatta çoğu kişi için neredeyse ‘imkânsız’ gibi görülen Kur’ân-ı Kerim’in ezberlenmesiyle ilgili olarak da yeni imkânlar ortaya çıktığı ve hafızlık süresinin kısaltıldığıyla ilgili haberleri yakın zaman önce okumuştuk.
Son yıllarda yaygınlaşan ve ‘interaktif çözüm’ diye ifade edilen sistemler, eğitim sisteminin önünü açmaya aday. Son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığının da bu yönde çalışmalar yaptığı ve okullarda ‘örnek sınıf’lar kurmaya başladığı biliniyor.
Doğrusu, bu yönde yatırımlar yapan ve interaktif sistemi devreye koyan Çözüm Dersaneleri’nin çalışmalarının tanıtıldığı toplantıya dâvet edilince bir ‘sürpriz’le karşılaşacağımı düşünmemiştim. İstanbul’daki toplantıda “İnteraktif Çözüm Sınıfları”nı tanıtan Çözüm Kurumları Yönetim Kurulu Başkanını ve ekibini dinleyince, önemli bir proje ile karşı karşıya olduğumuz kanaatine vardım.
Projenin özeti şu: Sınıflardaki ‘kara tahta’nın yerini ‘dijital/bilgisayar ekranı’nın aldığını düşünelim. Basit gibi görünen sistemin asıl önemli yönü, altyapısı yani ‘bilgisayar’a yüklenen bilgiler, derslerin muhtevası. Bir öğretmen, ilgili dersi anlatırken her türlü ‘teknik imkân’dan faydalanabiliyor. İnternete bağlı olan ‘ekran-tahta’ ile öğrencilere her türlü bilgiyi zaman kaybetmeden ulaştırmak mümkün.
Bu sistemin bir faydası da, öğrencilerin derse katılımının temin edilmesi. Tabiî ki bu sistemi sadece Çözüm Kurumları uygulamıyor. Başka kurum ve kuruluşlar da uyguluyor ve muhtemelen önümüzdeki yıllarda bu sistem daha da yaygınlaşacak ve yaygınlaşmalı.
Proje, başka projeleri de hatırlattı. Aynı sistem niçin Kur’ân Kurslarında uygulanmasın? Burada önemli olan, verilecek bilgilerin öğrencilere hitap edecek şekilde hazırlanabilmesi. Asıl yatırım bu sahaya yapılmalı. Bu da yine başlı başına bir ‘eğitim’ problemi. Yoksa sadece araç gereçlere, bilgisayara, ‘sanal tahta’ya yatırım yapmakla bir yere varamayız. Meselâ, okullarımızda böyle bir sistem bugün kurulmuş olsa, öğretmenlerimiz bu sistemi uygulayabilir mi? Bu bakımdan, en başta ‘eğitimciler’imizin eğitilmesi gerekir.
Belki de bu sistemi, Risâle-i Nur’un kolay anlaşılmasında kullanmak da mümkün olabilir. Malûm; gençlere hitap ederken, ‘teknik imkân’ı kullanmak da gerekiyor.
Netice-i kelâm: Silâha ve ‘faiz batağı’na attığımız paraları eğitim sistemine yönlendirebilirsek çıkış yolu bulabiliriz. İşe, ‘eğitimciler’i eğiterek başlamak şartıyla...
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Kritik ziyaretler |
|
Türkiye bugünlerde kritik ziyaretlere evsahipliği yapıyor. Önce Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah, ardından Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’i ağırladı.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin girişimiyle başlatılan “Ankara Forum”u, Filistin’deki Erez şehrinde bir sanayi bölgesi açılması için başlatılmıştı. Önceleri dışişleri bakanları düzeyinde yapılan toplantı TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun girişimi ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de devreye girmesiyle bu yıl “cumhurbaşkanları” düzeyinde yapıldı.
Ankara Forumu, Filistin’in arazi verdiği, Türkiye’nin inşa edeceği, İsrail’in de güvenliğini sağlayacağı Batı Şeria’da organize sanayi bölgeleri için “ortak hareket” edilmesini hedefliyor. Hisarcıklıoğlu da bölgede barışa katkı sağlayacağını söylediği projenin adının “barış için sanayi” olduğuna vurgu yapıyor. Bu girişim, barış yolunda atılmış ciddî bir adım ve bir umut olarak görülüyor.
Hisarcıklıoğlu, Gül, Abbas ve Peres’in onuruna verdiği, gazete ve televizyonların temsilcilerinin katıldığı yemekli toplantıda, “iş ve aş olmayan yerde kavga olur” düşüncesiyle bu projelere giriştiklerini anlattı. Ancak, burada şunu vurgulamakta fayda var. Hürriyet olmadan binlerce kişiye istihdam sağlanması, ekonominin düzelmesi de çare değildir. Çünkü, gelecekte bu anlaşmalar-daha önce olduğu gibi-rafa kaldırılır, durdurulur. Nitekim daha önce bu tür girişimler yapılmış ve netice alınamamıştı. Yani, önce hürriyet sonra iş ve aş…
TOBB’un yemeğinde görüştüğümüz İsrail’de iş yapan firmaların yetkilileri de bu girişimden netice alınamayacağını, ancak Türkiye’nin bölgede bir güç olduğunu göstermesi açısından bu toplantıların olumlu olduğunu söyledi.
Toplantılardan çıkan başka bir sonuç da arazisini İsrail’in vereceği ve Filistin’e açık olacak ve 5 bin kişinin istihdam edileceği bir üniversite kurulması oldu. Bilkent Üniversitesi projeyi üstlenirken, üniversitede Filistinlilere hizmet edecek bir de hastane açılacak.
* * *
Bu ziyaretlerle ilgili çok şey söylendi, çizildi. Çok şey de yazılabilir. Takip ettiğimiz görüşmelerdeki dikkatimizi çeken birkaç anekdotu aktarmak istiyorum.
Öncelikle, ziyaretlerde bazı ilkler yaşandı. Bunlardan birisi Yahudi olan Peres’in ilk defa Müslüman bir ülkenin parlamentosunda konuşmasıydı. Daha Türkiye’ye gelmeden kendisiyle yapılan röportajlarda “Nobel barış ödüllü” ve “büyük barış adamı” olarak tanıtılarak kamuoyu hazırlanmıştı. Elbette Filistin ve İsrail’in devlet başkanlarının aynı anda Meclis’te bulunabilmesi ve konuşabilmesi barış için önemlidir. Ancak fazla da anlam yüklememek lâzım. Bunu konuşmalardan da anladık…
İki lider de milletvekillerinin ayakta alkışları ile genel kurula girdiler, yine alkışları ile ayrıldılar. Meclis’te Abbas 18 dakika milletvekillerine hitap ederken, Peres 16 dakika konuştu. Günler öncesinden “Meclis’te tarihî gün” şeklindeki ifadelerle dillendirilen konuşmalar yapıldı. Abbas ve Peres Meclis’te konuşurken gazeteciler İsrail’i gazetecinin kippası ile ilgilendiler. Gazetecinin Yahudiliğin simgesi olan kippa takması üzerine bazı gazeteciler, başörtülü gazetecilerin giremediği yere kippalı gazetecinin girmesini dikkat çekici buldular.
* * *
Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Memleket İsterim’ isimli şiirini çok severim” diyen Peres, ardından şiiri milletvekillerine okudu. Peres, şiirde geçen, “Memleket isterim / Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun” sözlerinden neyi anlıyordu acaba? Çünkü, şu anda Filistin Meclis Başkanı, 8 bakan, 40 milletvekili ve onbinlerce Filistinli İsrail hapishanelerinde tutuluyor. Filistin’in etrafı utanç duvarları ile örülüyor. Peres bu şiiri okurken, kardeş kavgasının bu yollarla bitmeyeceğini düşünmedi mi acaba?
* * *
“Tarihî zirve”de dikkatimizi çeken ve gözlerden kaçan bir karışıklık daha vardı. Mahmud Abbas, Filistin devlet başkanı mı, yoksa Filistin ulusal yönetim başkanı mıydı? Abbas hem TOBB’un gazete, televizyon ve ajansların Ankara temsilcilerinin katıldığı toplantıda, hem de Meclis’te kürsüye dâvet edilirken TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu tarafından “Filistin Ulusal Yönetim Başkanı” olarak tanıtıldı. Abbas’ın kimi zaman cumhurbaşkanı, kimi zamanda Filistin ulusal yönetim başkanı olarak tanıtılması Filistin’i devlet olarak tanıyan Türkiye’nin Filistin’e bakışını göstermesi açısından dikkat çekiciydi.
Abbas, Türkiye’ye gelirken Filistin Devlet Başkanı olarak geldi, Ulusal Yönetim Başkanı olarak ağırlandı. Bunda İsrail tarafının bir “dayatması” oldu mu bilmiyoruz… Ama şunu biliyoruz, Türkiye açısından yakışıksız oldu…
* * *
Ankara’daki görüntüler, ABD’de ay sonunda yapılacak Annapolis toplantısı öncesi barış için bir adım olarak görülebilir. Ancak Konferans öncesi İsrail’in barış ve bölgede huzurun gelmesi için adım atması kaçınılmazdır. Bu şartlarda barış olması mümkün değildir. Duvarların arkasından, ambargo altında, mermilerin ve bombaların susmadığı, meclis başkanı ve bakanlar dahil onbinlerce insanın cezaevlerinde olduğu bir ortamda barıştan söz edilebilir mi?
Her şeye rağmen, Annapolis’te yapılacak toplantının gerçek barışın tesis edileceği bir toplantı olmasını ümit ediyoruz.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Birbirine muhtaç komşu kardeşler” |
|
“Sınırötesi harekât ” yapılsın ya da yapılmasın, Türkiye’nin terörle mücadelede eninde sonunda siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürül alandaki tedbirleri alması, Irak’la, Irak’ın kuzeyiyle köklü bir işbirliğine girmesi gerekir. Bu yapılmadığı takdirde, şimdiye kadar ki yirmi dört “sınırötesi” ne kadar “bir ve pir olursa olsun” hiçbir operasyon netice vermez...
Bunun için sözkonusu âcil ve operasyonel tedbirlerle beraber derhal diğer köklü çârelere başvurulmalıdır. Terör belâsına karşı her türlü zecrî tedbirle birlikte, evvela mânevî bağlar üzerinde milletin birlik ve bütünlüğü sağlanmalı; terör belâsına karşı her türlü zecrî tedbir alınmalı.
Sınırın her iki tarafında, birliği ve kardeşliği zedeleyen, halkların arasını bozup husûmeti telkin eden zehrin panzehiri, “din birliği”dir. Ankara hiçbir komplekse kapılmadan, “laiklik elden gidiyor” türü hâriçten enjekte edilen saptırmalara kanmadan, bu hayatî birlik râbıtasını güçlendirmeli. Zira, bölgede kalıcı barışın temini ve hâricî dayatmaların etkisiz hale getirilmesi, Ankara’nın komşularla, bilhassa Müslüman komşu ülkelerle her türlü siyasî, ekonomik, kültürel işbirliğiyle olur...
* * *
Bu hususta Ankara’nın önündeki handikap, şüphesiz Irak’ın kuzeyindeki yerel yöneticilerin öteden beri oturdukları sofrayı kesmeleri, Türkiye’ye karşı, hariçten dayatılan ifsad oyunlarının oyuncağı olmalarıdır. Gerçek şu ki, Irak’ın kuzeyindeki yöneticiler, baştan beri Irak’ın istikrarsızlaştırılmasına âlet edildiler. “Bağımsızlık” hevesiyle ülkeyi işgalle ilk haftada sekiz bin insanı öldürmekle başlayıp bugün bir milyonu aşan katliâmları alkışladılar.
“Kılavuzu Amerika olanın ülkesi kandan kurtulmaz”mış. Kuzey Irak’takiler ne yazık ki hep İngilizleri, Amerika’daki Yahudi lobilerini kılavuz edindiler. Onların yazdıkları senaryolara göre oynadılar. Afganistan’ı kargaşa ve kaosa sürükleyen, Pakistan’ı darbelerle karıştıran, Sudan’da silâh fabrikası diye ilâç fabrikasını bombalayan Amerikan yönetimini “kurtarıcı” gördüler.
Sudan bahanelerle vurmayı hedefine koyduğu, İsrail’in Golan tepelerini gasbettiği Suriye’ye “nükleer tesis” diye saldırmasını “kendini koruma hakkı gören, bizzat BM Atom Enerjisi Başkanı’nın yalanladığı “nükleer silâh üretimi” uydurmalarla İran’a operasyon yapmayı kafasına koyan Bush’u “koruyucu” olarak ilân ettiler.
Barzani’nin Bakanı Kemal Kerkükî, bütün dünyanın gözü önünde “Bush melek”tir dedi; Baba Bush’u da “Kürtlerin babası ve hâmisi” olarak başlarına koydular. Amerikan Dışişleri Bakanı’nın itirafıyla “yalan iddialar”la ülkelerini işgal edip yüzyıllardır birlikte yaşadıkları dindaşlarını ve vatandaşlarını katledenlerle sarmaş dolaş oldular...
Bağdat’a, Şam’a, Ankara’ya sırt çevirip Washington’la kucaklaştılar; bölgedeki Müslüman halkların bin yıllık komşuluk haklarını hâk ile yeksân edip onbinlerce kilometre öteden gelen conilerle “doğal müttefik” oldular... Öylesine ki, Bağdat’ın terör örgütüne karşı Türkiye ile ortak çalışmasına bile karşı çıktılar.
* * *
Ama ne olursa olsun; bütün bunlara rağmen Ankara “büyük kardeş” olarak bu handikapı aşmalı; Irak için önerilen işbirliği perspektifini canlandırmalıdır. Ecnebi işgalcilerin ifsadlarına inat... Bediüzzaman, “milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş” ve bin sene Kur’ân’ın bayraktarlığını yapmış Türk milletine, “Ey Türk kardeş, bilhassa sen dikkat et!” diye ikaz eder.
Bir asır önce Şam’da Emeviye Camiinde aralarında yüzden fazla âlimin bulunduğu onbini aşkın bir cemaate ders verdiği “Hutbe-i Şâmiye”de, Arapların ve diğer Müslüman unsurların ümitsizliği bırakıp, “İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerini” müjdeler.
Bu müjdeye, Irak’ın kuzeyindeki Kürtler de, diğer Müslüman topluluklar da dahildir. Çünkü, “başta Türk ve Arap tâifeleri ve bütün Müslüman kabileler”, “istikbâlin hâkim-i mutlakı olan İslâmiyet”le “saadet-i dünyeviyeyi kazanacaklar.” (s.74)
Bunun içindir ki,“dehşetli ifsad komitesi”nin, “ırkçılığı istimâli ile mübârek kardeş Arapları mücâhid Türklere karşı kullandığı” gibi, diğer Müslüman unsurları bu fedâkâr, mâsum, hamiyetkâr millete karşı kullanma tehlikesine karşı, Bediüzzaman Müslümanları şuurlu olmaya dâvet eder. Ecnebî oyunlarına karşı, “komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan kardeşler”in birlik ve işbirliklerini ehemmiyetle vurgular.
Bediüzzaman’ın, yarım asır önce “Reis-i Cumhur’a ve Başvekil’e” yazdığı Bağdat Paktı’nı tebrik mektubunda, Bayar ve merhum Menderes’e bildirdiği bu hakikate, Ankara’nın bugün de büyük ihtiyacı vardır. (Emirdağ Lâhikası, 437-440)
“İslâm tâifeleri, uhuvvet-i İslâmiye (İslâm kardeşliği) ile mürtebit (birbiriyle irtibat ve işbirliği içinde) ve alâkadar olur. Birbirine mânen, -lüzum olsa maddeten- yardım eder” hakikati budur. (Hutbe-i Şâmiye, 59-60)
Ankara bunun bilincinde olmalı; Irak’a, Kuzey Irak’a destek programını ciddiye almalı...
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Beş yüzüncü mektup |
|
Beş yüzüncü mektubumuz. Sıladan gurbete gelen beş yüzüncüsü… Allah için birbirlerini seven, birbirleriyle müfritâne görüşmek isteyen ve hasretlerini gazete kâğıtlarına yükleyen beş yüzüncü mektubu…
Sıradan, alelâde ve herkesin bildiği bir mektup değil. Allah ve ahireti öncelemiş, fıtrata göre yaşamayı hedeflemiş ve Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri etrafında kenetlenmişlerin mektubu...
Yeni Asya’nın gurbete düşüş tarihi, Avrupa’ya gelen işçilerimizin tarihiyle örtüşür. Fiziksel hasretlerinin daha yoğun yaşandığı dönemlerde Yeni Asya, serdengeçtilerce Avrupa ülkeleri arasında koşuşturanların ellerinde adeta bir bayrak idi. Van’ın, Rize’nin, Tire ve Edirne’nin nurlu havalarını gurbete o taşıyordu. Yüreklerin toplu vuruşunu, tebessüm ve sürûrların fikrî tevhidini o sağlıyordu. Yeni Asya International zamanın ve şartların getirdiği engelleri aşmak ve düzenlice görüşmeyi sağlamak üzere Avrupa’daki okuyucularının arzu ve teşebbüsleri üzerine doğmuştu.
Dünyanın bir köye dönüşünün güzellikleri yanı sıra, bu halinden istifade edenlerin üzerimize boca ettikleri felâketleri de oldu. Tahripkâr dinsizlik, Müslüman, Hıristiyan ve insaniyetperverlerden daha atik davranarak cemaatleşince, hak zayıf düştü. Beş kıt'ada cemaatleşen tahribatın bir de organize olduğunu düşündüğünüzde tehlikenin dehşeti biraz daha netleşir. Teknolojik imkânları bazen gasp ve genellikle hırsızladıkları paralarla da bu komiteler elde edince, dünyanın her tarafı maddî, manevî kirler içinde kaldı. Yalan doğrunun, zulüm adaletin, cerbeze ilmin, enaniyet mahviyetin ve israf iktisadın tahtlarına oturunca, bir köye dönüşen dünyada inananların yaşaması hakikaten zorlaştı. Her birisi bulunduğu coğrafyada kendisini insaniyet ve iman seferberliğinde buldu. Adeta birer cepheyi andıran bu hayatın köşelerinde, inananların haberleşme ve paylaşmasını gerçekleştiren şu küçük gazetemiz, adeta bir lâhika mektubuna dönüştü.
Evet, lâhika mektubu. Bediüzzamana gönül verenler, onun büyük çalkantıları netice veren, vatan, millet ve Nurları alâkadar eden hadiselerin mahiyetini açıklayan mektuplarını da çok iyi bilirler. Muhabbet ve uhuvvetin nüveler halinde Isparta topraklarına düşüşünü haber veren Barla mektupları, meşhur Denizli müdafaası sonrasında oluşan yeni şart ve hadiseleri ve bilhassa II. Dünya Savaşı’nın neticelerini tahlil eden I. Emirdağ Mektupları ve nihayet Afyon hapsini takip eden yıllarda yazılmış Emirdağ II. Mektupları…
Bütün bu mektuplar, yeryüzünü mescid, Mekke’yi mihrap ve Medinet’ün Nebî’yi Kur’ân pratiğinin minberi kabul eden sevdalıların ahirzaman mücadelesinde iman cephesindeki mektuplarıdır. Yeni Asya gazetesi bu elzem ve kutlu geleneği bin bir türlü engel ve taarruza rağmen yaklaşık kırk senedir devam ettiriyor. Yeni Asya International ise bu sürenin çeyreğine yakın zamandan beri aynı vazifeyi gurbette ifa etmeye çalışıyor.
Boyunun küçüklüğü sizi aldatabilir. Bir dane-yi hakikatın bir harmanı nasıl yakıp küle çevirdiğini bilenler, bu gurbet lâhikasının misyonunu daha iyi anlar. Genellikle anahtar görüş ve bilgilerle bizi köyümüzde dezenformasyon sağanağına tutmaya çalışanlara karşı yeterli bir şemsiyedir. Bazen de kahvaltı sofralarımızın veya çay sohbetlerimizin biricik misafiri olur, bize Sydney ve Melbourne’den Paris ve Londra’ya kadar nurun fütûhatını müjdeler. Bazen de tercümanımız olur, hissedip söyleyemediklerimizi yüksek sesle dünyaya ilân eder.
Sakın oradaki muharrir isimlere takılmayınız. Müteaddit isimler bu mektubun içinde geçseler de, mânâsını tek kişi yazmıştır. Nurun şahs-ı manevîsi, Serdengeçti Abdurrahman’dan, sadakatli ve mahviyetkâr Hafız Ali, sadık aşık Hasan Feyzi takva ve sadakatle mümtaz Tahirî ve teslimiyetin zirvesindeki sadakatli, kahraman ve müstakîm Zübeyirlerin topluca yazdıkları bir mektup olarak da telâkkî edilebilir. On sene önce-şimdilik muhtevası çok geniş olmayan bu mektubun bilâinkıta ve kesintiye uğramaksızın 500. sayıya ulaşabileceğine inanmak zordu. Şahs-ı manevînin yardımı, Yeni Asya’yı Dersaadette çıkaranların gayreti ve Avrupa’daki okuyucuların fedakârlığıyla inşallah binleri bulacaktır. Yeni Asya International onun bir ihtiyaç olduğuna inanan yüzlerce sevdalısı olduktan sonra elbette bulacaktır. Nice bin sayılara inşallah diyoruz.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
TRT A-dayı |
|
TRT Genel Müdürlüğü için düşünülen isimler bir kalemde “olmaz” diyor… Önce Mehmet Barlas dendi. Barlas “Yok kalsın” dedi. Sonra Can Dündar’ın ismi geçti. Dündar, “Onur duyduğunu ifade ettikten sonra, Memuriyetten duyduğu sıkıntıyı dile getirdi…
Dündar olmazsa, bir başka Dündar var denmiş olmalı ki, RTÜK üyesi Şaban Sevinç Uğur Dündar’a teklif götürdü.
Dündar ise; “Şahsına karşı gösterilen teveccüh”ten dolayı teşekkür ediyor ve iktidar ve muhalefetin seçeceği ortak bir isim olmasının yanı sıra, TRT’nin özerk olmasını istiyor.
Yani, her üç gazeteci bu teklifi lisan-ı münasiple reddetti.
RTÜK bugün 58 adaydan 55’ini budayıp, 3’ünü seçip hükümete sunacak.
Bakalım bu “şanslı” aday kim?
AVAR’IN AÇIKLAMALARI
TRT’de Banu Avar’ın İsrail’le ilgili bölümleri kesildi. Ama tartışma sürüyor. Avar 2005’te de Suriye programında da benzer kesinti olduğunu hatırlatıyor.
Soruyor:
“Neden bu kadar korkuyorlar bilmiyorum?”
Programda neler vardı? Şunlar: Türkiye’nin bu güne kadar Arap dünyası ile nasıl ayrılmaya, ayrılmasına çalışıldığı ile ilgiliydi bu bölüm.
Avar diyor ki: “Neden Araplar Türkleri sevmiyor, neden Araplarla aramız bozuk, neden İran ile aramız şöyle, yani bütün bunları gösterecek bir metin vardı, yasaklandı, bir bölümü parçalandı, atıldı, kesildi. Bu hoşlarına gitmiyor.”
TRT’nin İsrail’le ilgili bölümlerine hiçbir gerekçe gösterilmesine bir anlam verilmediğini söylerken, İsrail kaynaklarından yahut doğrudan İsrail’den bu yönde hiç kendisine bir bağlantı kurulup kurulmadığı sorusuna:
“Hayır olmadı. Bir defa geçen 2006 yılında “Filistin bir bıçaktır, kalbinize saplanır” adlı belgesel yaptığımda ve “Muhammed ile Duvarlar” adlı belgeseli yaptığımda İstanbul’un İsrail konsolosu benimle görüşmek istediğini bildirdi, ben de reddettim.” (Kaynak: Yön Radyo)
Avar’ın programları hep İsrail merkezinde tıkanıyor.
Aslında Avar’a düşen; İsrail’le ilgili geniş kapsamlı bir belgesel…
Ama TRT’de yayınlamamak kaydıyla.
MEDYADA DİNMEYEN FIRTINA
Medyada gelişme mi yaşanıyor, yoksa bir dalgalanma mı var anlayamadım.
Sabah ve atv, Ciner Grubuna aitti. TMSF’ye kaptırdı.
Geri almak istedi, avucunu yaladı.
Ancak Ciner Grubu Habertürk’ü bünyesine kattı. Bu nasıl iş?
Öte yanda medya devlerinden Aydın Doğan yeni dikeceği gökdelenleri için yeni bir adres buldu: Bayrampaşa Cezaevi’nin arazisi…
İyi de Doğan medya patronu ise, ev, alış veriş merkezi şimdi de otel işine niye el attı?
Doğan’ın satın aldıklarına bir bakın:
Dışbank, Hilton Oteli, Petrol Ofisi, Ray Sigorta, Çelik Halat… Milliyet, Hürriyet, Star TV ve Türkish Daily News’i saymıyorum…
Türkiye, iş yapmak isteyenler için bulunmaz bir cazibe merkezi mi sahiden, yoksa para parayı mı çekiyor?
Nedir işin sırrı?
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mü’min neye karşı doyumsuzdur? |
|
İman kalb toprağında filizlenen, bütün güzelliklerin kaynağı olan tuba ağacının mânevî bir çekirdeğidir.
İmanı kalbine kökleştirmiş, akıl-hayal, el-ayak, göz kulak gibi bütün yetenek, duygu ve organlarına kadar dal-budak sardırmış, nefis nefis çiçekler açtırıp meyveler verdirmiş bir mü’min, tuba ağacının küçük bir nümunesini taşıyor demektir.
Şu halde mü’min denilince güzellikler insanı hatıra gelmeli. Güzellik ve iyilik için yaşayan, onun için çırpınan, misk gibi bulunduğu her yere güzel kokular saçan âdetâ melek gibi bir insan…
İslâmın istediği insan modeli budur. Bütün emir ve yasaklarıyla bunu gerçekleştirmek ister.
Mum da bir ışık kaynağıdır, güneş de. Ama mum ışığı hafif bir rüzgârda hemen sönerken, güneşe en şiddetli kasırgalar bile birşey yapamaz.
Lâ ilâhe illallah diyen mü’minlerin dereceleri de böyledir. Bu kudsî kelimeyi söylemekle İslâm merdiveninin ilk basamağına adımını atan mü’min terakkî merdiveninde sürekli ilerleyecektir. Ama adımlarını belli basamaklardan öte atamamışsa terakkî edemez, mükemmeli yakalayamaz. Eline, “Beşikten mezara kadar ilim” parolası verildiği halde öğrenme aşk ve şevkini yitirmişse belli limitlerde kalır. Dünyada olduğu gibi ahirette de birçok nimetten mahrum kalır.
Onun için ilim öğrenme arzu ve hevesi olmayan insanın dünyada kaybettikleri bir yana ahireti de pişmanlıklarla doludur. Çünkü, Efendimizin (asm) ifadesiyle, “Kıyamet Günü insanlar içerisinde en çok pişman olacaklardan biri dünyada iken ilim öğrenme imkânına sahip olduğu halde öğrenmeyen kimsedir.”1
Bütün kapıları güzelliklere açık olmalı mü’minin. İşte hiç ihmal etmemesi gereken bu güzelliklerden biri: “Mü’min, Cennete kavuşuncaya kadar, kulağına gelen hayırlı söz ve hikmete doymaz.”2
Çünkü Sevgili Peygamberimiz (asm), şu duayı öğretmiştir: “Allah’ım, öğrettiğin ilimden beni faydalandır. Faydalanacağım şeyleri bana öğret. İlmimi arttır.”3
Bu hakikatler çerçevesinde hayatını şekillendirmeye çalışan bir kimseyi düşünün! Gıpta edilecek bir tabloyla karşılaşmaz mısınız? Hep faydalı şeyleri öğrenme ve bunları hayata geçirme gayreti içinde bulunan mü’min etrafında hemen sevgi hâleleri meydana getirir.
Bir de bu niyet ve duygu içerisinde hareket eden mü’minin önüne serilen nimetlere bakın! Nice kapılar açılır onun önüne. Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki:
“Bir kimse öğrenir ve öğrendikleriyle amel ederse, Allah bilmediklerini de öğretir.”4
Ve hayat emaneti teslim edinceye kadar böylece yüksele yüksele devam edip gider.
Bu terakkî merdiveninde ilerlemeye ne kadar muhtacız.
Dipnotlar:
1. Kenzü’l-Ummal 4:29.
2. Tirmizî, İlim: 19. 3. İbni Mace, Mukaddime: 23. 4. Muhtaru’l-Ehadis: 1:100.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Haram sevmek ve hayvanların hesabı |
|
İsmail Bey: “Asa-yı Mûsâ’nın Beşinci Meselesi’ndeki, ‘Haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi vardır’ ne demektir? Açıklar mısınız?”
Her insanda kıskançlık damarı vardır. Keza, sevdiklerinden ayrılma söz konusu olduğunda bundan elem duymayan insan yoktur. Ve keza, sevgisine karşılık görmeyen insan da bundan ıztırap duyar. Bu hisler ve duygular fıtrîdir ve her insanın fıtratında ortak olarak yerleştirilmişlerdir.
Haram seven insan, bu ortak duyguların verdiği ıztıraplarla çok acılar yaşar. Çünkü haramcı, gümrükten mal kaçıran insana benzer. Başka hırsızlar da çıkacak ve aynı mala, aynı anda başka eller de uzanacaktır. Kendisi kadar harama tamah eden başkaları da vardır. Ve işin tehlikeli boyutu: Haram sevmekte hak değil; güç esastır. Güçlü olan, varlıklı olan, yakışıklı olan harama daha çabuk ulaşır ve zayıf olan kıskançlığı ile kahrolur.
Öte yandan, haram sevgi, büsbütün ayrılık demektir. Sevgi bittiği anda ayrılık başlar ve hançerden okunu haramcının kalbine saplar. Keza haram sevmekte, sevdiğin kişinin seni sevme zorunluluğu ve borcu yoktur. Bu bakımdan mukabele etmez. Bu da haram severin yüreğini yakan bir diğer hançerdir.
Fakat helâl ve meşrû sevgilerde bu ıztıraplar yoktur. Çünkü:
1- Helâl sevgide güç değil, hak esastır ve senin nikâhında olan birisine başka eller uzanmaz. Çünkü hakkı yoktur! Bu durumda kıskançlığa gerek kalmaz. (Herkesin kendi eşini harama karşı kıskanması başkadır.)
2- Helâl sevgi meşrû olduğundan ayrılık elemi vermez. Çünkü helâl sevgiler Cennete kadar ve ebedî Cennette dahi yaşanmayı hak eden saygın ve Allah katında makbul sevgilerdir.
Bu bakımdan, helâl sevgilerde fanilik damgası yoktur. Çünkü helâl sevgi, Allah’ın izin verdiği ve razı olduğu sevgi olduğundan, üzerinde ebediyet mührü vardır, insana huzur verir ve insanı harama karşı ilgi duymaktan kurtarır.
3- Helâl sevgide sevdiğin kişi de seni sever. Çünkü sevgin makbuldür. Karşı tarafa zarar verici değildir. Bilakis, karşı tarafı koruyucu ve şefkat edicidir. Bu açıdan, makbul bir sevgi, makbul ölçüler içinde mukabele görür. Bu da kişiye lezzet ve huzur verir.
***
Orhan Bey: “28. Lem’a 3. Nükte’de anlatılan âkilü’l-lahm (et yiyici) hayvanların helâl rızkları vefat etmiş hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer yeseler ceza görürler. ‘Yani boynuzsuz olan hayvanın kısası boynuzludan alınır’ diye hadis-i şerif ifade ediyor. Biz biliyoruz ki hayvanlar sevk-i İlâhî olunuyorlar. Onlara göre haram-helâl hangi ölçüye göre belirlenir? Cüz-î irade sadece insanlarda bulunduğuna göre onlar neye göre hesaba çekilecek?”
Hayvanlara göre haram helâl ölçülerini kâinat kitabı, yani Allah’ın kâinata koyduğu kanunlar belirliyor. Allah hayvanları şefkat ve merhamet hisleriyle birlikte yaratmıştır. Bir hayvan ne kadar da yırtıcı olsa, ruhuna konulmuş merhamet hissiyle canlı hayvanlara zarar vermemekle yükümlüdür. Bu yükümlülüğü ona Allah’ın Rahman ve Rahîm isimleri fıtrî olarak yüklemiştir. Et yiyici hayvanlar bu bakımdan ölmüş hayvanları sevki İlâhî ile derhal hissederler, bulup yerler; fakat ölmemiş hayvanlara saldırmazlar. Yüreklerindeki merhamet hissi buna engel olur.
Eğer yırtıcı hayvanlar ölmemiş hayvanlara arsızca, merhametsizce, aç gözlü biçimde saldırıp öldürüp yerlerse, fıtratlarına konulmuş rahmet kanununa muhalif hareket etmiş olurlar ve rahmet kanunu hükümlerine göre ceza alırlar. Yani bir avcının silâhına merhametsizce hedef olurlar. (Avcı, eğer haksız ve gerekçesiz biçimde öldürmüşse, o da bunun hesabını dünyada veya mahşerde öder. O ayrıdır.)
Hayvanların cüz’î iradeleri insanlar kadar gelişmiş olmasa da, vardır. İçlerindeki sevk-i İlâhîye kanaat etmeyip, aç gözlülük ve hırsla hareket ederlerse, ceza görmeyi hak ederler.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Cemaat yanlış seçim yaparsa... |
|
Bir arkadaş, “Meşveret geldi geçti, sen hâlâ istişareden dem vuruyorsun!” deyince şu fıkrayı hatırlattı:
Bektaşî, “Ramazan ne zaman hocam?” diye sormuş.
“Yarın!” cevabı alınca:
“Aklımda tutamam, şu kâğıda yarın Ramazan yazıver!”
Ve Bektaşî hergün bakar:
“Yarın Ramazan, yarın Ramazan!..” sonunda:
“Vay canına, koca Ramazan geldi geçti de haberimiz olmadı!”
***
Elbette, her zaman ve zeminde ihyâ etmemiz gereken meşvereti detaylarıyla öğrenip özümsemek durumundayız. Çünkü, her hafta mahallerde, her ay illerde, her üç ayda bir bölgelerde, her altı ayda da genel meşveret yapılıyor. Birkaç ay sonra gelip çatacak, yine haberimiz olmayacak! Ayrıca fazla bilgi göz çıkarmaz, beyni köreltmez! Sanırım yine istişare yazmak için izin koparmaya bu kadar kâfî…
Cemaat ve meşveret hakkında sapkın düşüncelerden birisi de şöyle dile getirilir: Cemaat yanlış yapıyor, yanlış kişileri seçiyorsa ve ıslâh etmek mümkün değilse ne olacak?
Aslında bunun ıstılâhî tercümesi şöyledir: Meşverete katılanların hepsi bilgili, ârif, uzman, işin ehli değil; aldanabilir, yanıltılabilirler. Bediüzzaman, 1910’larda, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki aşiretleri meşrutiyet/hürriyet, meşveret konusunda uyarıp sahip çıkmalarını isterken; bu meseleyi de halleder:
“Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ilim adamlarını, âlim, aydınları taklit ederiz...”
“Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız (akıllısınız). Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil. İşte, müştebih (biribirine benzeyen) ağaçları gösteren meyveleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”1
Bir mesele hakkında fikir beyan etmek için o sahada uzman ve âlim olmak gerekmez. Akıllı olmak kifayet edebilir. Meselâ; resmin, binanın güzelliğini anlamak için ressam veya mimar; yemeğin lezzetli olup olmadığını kavramak için de aşçı olmak gerekmez.
Ne var ki, bu iddialar zaman zaman doğru olabilir. Yapılacak şey; tasavvur-u şahsî, fikr-i infirâdîye (şahsî tasavvurlar ve ferdî fikirler, düşünce); veya başka arayışlara girmek değil; yine cemaate gitmek, yine meşverete güç vermektir. Zira, en kötü veya en basit meşveret he’yetleri, en iyi şahıslardan veya müstebitlerden/diktatörlerden yüzlerce kat daha iyidir. Meşveret şeriattan bir parmak ayrılsa, padişahlık—şahsiyetçilik ve ferdîlik—yüz arşın ayrılır.2 Şu da genel bir düsturdur:
Ayrıca fertler meselelere iki göz ile bakar, iki kulak ile dinler, olayları bir akılla değerlendirir. Meşveret ise on, yirmi, yüz (hey’et sayısınca) göz ile görür, kulakla işitir, elli akılla değerlendirir. Birisinin fark edemediğini diğeri anlar. Ayrıca;
- Fertler, dış tesirlere karşı daha az dayanıklıdırlar.3 Bunun muhalif anlamı şudur: Cemaat, fertlerin katları sayısınca dayanıklı.
- Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur.4
- Ferd, dâhî de olsa, cemaatin şahs-ı mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır.5
- Şahıs ne kadar güçlü ve dâhî de olsa şahsı mânevîye (bireylerden oluşan güce, cemaate, gruba) karşı mağlup düşebilir.6
Ve her ne olursa olsun, şu tesbiti göz ardı etmemeli: Asya’nın, İslâm âleminin taht ve bahtının anahtarı meşverettir.7
Hâliyle yapılacak şey, dayanışma içine girmektir. Zira, içerisinde dayanışma bulunan bir cemaat, durgunlukları harekete geçirir. Unutulmamalı ki, içerisinde hasetleşme bulunan bir cemaat ise, hareketleri durdurur. Cemaatte gerçek birlik olmazsa, kesir çarpması ve toplaması gibi küçültür.8 Yani, çoğalıyor gibi görünse de, aslında parçalanır ve kuvvet dağılır. Oysa, Allah’ın ipine (Kur’ân’a, İslâma) hep birlikte sarılmak gerekir.
Şayet cemaatte/meşverette bazı yanlışlıklar oluyorsa veya yanlış kişiler seçiliyorsa, yapılacak şey, Asr-ı Saadet’in muhteşem meşveret sistemini çağımıza taşıyan Bediüzzaman’a kulak vermektir:
“Makasıd (hedef) ve mesâlik (tutulan yollar), bürhan-ı kàtı’ (kesin delil) üzerine tesis edilmelidir. O takdirde batıl (yanlış), hak sûretini giymekle fikirleri aldatmaz.”9
Dipnotlar:
1- Münâzârat, s. 50.; 2- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59.; 3- Münâzârât, s. 40.; 4-Sünuhât, 50.; 5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162.; 6- Sünuhat, s. 52.; 7- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 55.; 8-Hutbe-i Şâmiye, 66.; 9- Muhakemat, s. 9.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Dolmabahçe'de ölüm ve izdiham |
|
Resmî olarak 10 Kasım 1938'de saat 9'u 5 geçe öldüğü açıklanan M. Kemal'in cenazesi, dokuz gün müddetle Dolmabahçe'de bekletildi.
Bu zaman zarfında, katafalkın önünde kalabalıklar halinde saygı geçişleri yapılıyordu... 16 Kasım günü ise, katafalkın önünde büyük bir izdiham yaşandı ve 7'si kadın olmak üzere 11 kişi ezilerek öldü.
Bu bilgileri birçok kaynaktan öğrenmek mümkün. Bütün kaynaklar aynı rakamları veriyor. Ortada bir tereddüt, bir çelişki yok.
Ancak, Atatürk'ün ölüm günü ve saati ile igili olarak, birbiriyle uyuşmayan ve hayli çelişkili görünen bilgiler var.
Bunlardan bir tanesini, gazeteci yazar Emin Karaca ortaya çıkardı.
Bir öğretmenin hatıra notlarından yola çıkarak "Atatürk'ün gerçekte ne zaman öldü?"ğünü günümüz insanına aktaran Karaca'nın derlediği bu yazının ilgili bölümü şöyledir:
Gazetenin 10 Kasım manşeti
Günlerdir bu acı haberin verileceği anı bekliyorduk, millet olarak… Ara ara Anadolu Ajansı kaynaklı haberlerden, başucundaki hekimlerin verdiği, içinde bol tıbbi terimlerin geçtiği raporları takip ediyorduk. Artık dönülmez bir yolda yürüdüğünü az–çok seziyorduk. Radyo pek yaygın olmadığından gazeteden takip etmeye çalışıyorduk sağlık haberlerini…
8 İkinciteşrin (Kasım) 1938 Salı gecesinden beri bir fısıltı halinde kulaktan kulağa haberler dolaşıyordu, bu gece ölmüş diye… Ama resmî bir açıklama yapılmıyordu. 10 Kasım Perşembe sabahı, öğretmenlik yaptığım Üsküdar’daki okula giderken aldığım Cumhuriyet gazetesinin kapkara başlığını görüp, “Atatürkümüzü kaybettik” manşetine göz atınca, Salı gecesinden beri, iki gündür dolaşan fısıltının doğru olduğunu anlamıştım. Gazeteye dikkatlice bakıp okumaya çalışırken, bir tuhaflık dikkatimi çekti.
Yine kapkara bir çevrenin içinde, mareşal üniformalı resminin altındaki, üç satırlık şu haberi okudum önce:
“İstanbul (A.A.) Atatürk’ün müdavi ve müşavir tabipleri tarafından verilen rapor suretidir: 'Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün gece saat 24’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinciteşrin 1938 Perşembe sabahı saat 9’u 5 geçe büyük şefimiz derin koma içinde terki hayat etmişlerdir.'
Sonra gayrı ihtiyarî, sağ elim yelek cebimdeki Serkisof saate gitti, 08’i gösteriyordu. Oysa ki günlerden 10 İkinciteşrin Perşembeyi yaşıyorduk; ama, saat henüz daha değil 5 geçe, 09.00 bile değildi.
Gazeteyi çantama soktum, devlet yöneticilerimiz, demek ki “Atatürkümüz”ün ölümünün 10 İkinciteşrin (Kasım) 1938 Perşembe günü saat 09’u 5 geçe olduğunun millete duyurulmasına karar vermişlerdi… Derse girmeden önce gazetenin öteki sayfalarına şöyle bir göz atayım, dedim. İkinci sayfayı çevirdim. Yukarıda düşündüğüm nokta, daha somut bir şekilde gözümün önündeydi.
Sol başta, çift sütunda çerçeveli, Cumhuriyet’in devamlı fıkra yazarlarından Peyami Safa’nın “Atatürkümüz” başlıklı yazısı vardı. “Türk’e ait her şeyin içinde o vardı.” cümlesiyle başlıyordu, Atatürk’ün ölümünü ele alıyordu. Oysa ki, saat daha 08’i çeyrek geçiyordu.
Bunun yanında gene çift sütuna, önemli ediplerimizden İbrahim Alaeddin Beyin “Atamızı Tavaf” başlıklı ağıt–şiiri konulmuştu. Oysa ki, saat daha 08’i 20 geçiyordu. Bunun da yanında, sağda çift sütuna gazetenin devamlı fıkra yazarlarından Abidin Daver Bey’in “O Yaşıyor” başlıklı yazısı konulmuştu. Oysa ki saat daha şimdi 08.30 olmuştu... Neyse, şöyle ya da böyle onu kaybetmiştik.
....................................
Bakınız: barbuni.com; haberaktuel.com; kenthaber.com; ve diğerleri.
GÜNÜN TARİHİ 16 Kasım 1869
Dünyanın gözdesi Süveyş Kanalı
Mısır topraklarında inşasına 1861'de başlanan Süveyş Kanalı, sekiz yıl süren hummalı çalışmalar neticesinde nihayet açıldı.
Bu sûretle, Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirilmiş oldu.
Kanalın uzunluğu 160 kilometreden biraz fazla, genişliği 70–120 metre, derinliği ise 11–12 metre arasında bulunuyor. (Zamanla daha da geliştirildi. Hatta, bir de 14 kilometrelik yan kanal açıldı.)
Tarihî seyir
Mısır, bu tarihlerde Kavalalı Hanedanı tarafından yönetiliyordu. Ülkede özerk bir idare (Hidivlik) vardı. İdarenin başında Osmanlıyla birkaç kez harbetmiş olan Kavalalı ailesinden İbrahim Paşanın oğlu Said Paşa bulunuyordu.
Asırların hayali olan Süveyş Kanalının projesi bir Fransız mühendis tarafından yapıldı. 1854'te çizilen proje, Osmanlı sultanının tasdikine sunuldu. Padişah projeyi imzaladı, birkaç yıl sonra da fiilî çalışmaya geçildi.
16 Kasım 1869'da açılan Süveyş Kanalının işletme idaresi, 99 yıllığına bir şirkete verildi. İngiltere, 1875'te bu şirketin yüzde 44'üne sahip oldu.
II. Dünya Savaşı sonlarına kadar da İngiliz hakimiyetinin olduğu bu bölgede, özellikle 1945'ten itibaren dengeler değişmeye başladı.
İngiltere, Fransa ve İsrail'in kanal üzerindeki müşterek hakimiyet çabası, Rusya ve Amerika'nın destek vermemesi üzerine boşa çıkıyordu.
1945'te İngiliz hakimiyetinden kurtulan ve bağımsızlığını ilan eden Mısır hükümeti, 11 yıl sonra, yani 1956'da Süveyş Kanalını da millileştirdiğini ilan etti. İngiltere ise, Fransa ve İsrail'in de desteğiyle, Mısır'a savaş açtı.
Bombardıman uçaklarının kullanıldığı ve sayısız insanın canına mal olan bu savaşı kazanan İngiltere, kanalın hakimiyetini tekrar ele geçirdi.
Ancak, bu hakimiyet fazla sürmedi. Zira, tarihte bir ilk yaşandı ve Rusya ile ABD müşterek bir hareketle Mısır'dan yana tavır koydu.
Rusya, işgalci ülkeleri açıkça tehdit etti: "Mısır'ı terk etmezseniz, Paris ve Londra'yı nükleer silâhlarla cehenneme çeviririm." Amerika'nın da Rusya'ya karşı çıkmaması üzerine, İngiltere çaresizce Mısır'ı terk etti.
Bugünkü durum
Savaş zamanlarında (1956, 1967) ara ara kapatılan Süveş Kanalı, bugün itibariyle dünyanın en faal ve en kârlı deniz geçiş yollarından biridir.
Kanalda, yılda ortalama 18 bin adet yük ve yolcu gemisi geçiş yapmakta, bu da Mısır'a yılda yaklaşık 3.5 milyar dolar kazandırmaktadır.
Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının Türkiye'ye yılda ancak 200 milyon dolar kazandırdığı düşünüldüğünde, Süveyş Kanalının ekonomik açıdan da ne kadar kârlı bir gelir kaynağı olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Özgür Kudüs için |
|
Hz. Peygamberin (a.s.m.) en büyük mucizelerinden biri olan mi’rac yolculuğuna yükseldiği mukaddes belde. Ve yine onun mucize olarak istikbalden verdiği haberler meyanında fethedileceğini müjdelediği bahtiyar yerlerden biri.
Bu fetih, İkinci Halife Hz. Ömer’e (r.a.) nasip oldu. Kudüs yolunda devesine kölesiyle münavebeli binen ve şehre girerken sıra kölesinde olduğu için kendisi yaya olarak karşılanan Hz. Ömer, Hz İsa’nın (a.s.) doğduğu kilisede namaz kılması teklifini, “Kılarsam burası camiye çevrilir” diye reddederek, din hürriyetine saygının o tarihî ve unutulmaz örneğini işte burada verdi.
Sonraki asırlarda da Müslümanlar bu örneğe bağlı kalarak Kudüs’ü “beledü’l-emîn” diye anılan bir barış ve huzur beldesi haline getirdiler.
Bu, Akif’in “şarkın sevgili sultanı,” Bediüzzaman’ın ise “medar-ı fahri” olarak vasıflandırdığı Selâhaddin Eyyûbî zamanında da böyle oldu, şehrin Osmanlıların elinde olduğu asırlarda da.
Osmanlının, kaynağını İslâmdan ve Asrı Saadetteki uygulamasından alan kucaklayıcı tavrı, üç büyük dinin mukaddes mekânlarını barındıran bu mübarek şehri yüzyıllarca huzur içinde yaşattı. Öyle ki, Moşe Dayan gibi fanatik ve siyonist Yahudiler dahi Osmanlının bu başarısını hayranlık ve takdirle yad etmekten kendilerini alamadılar
Ne var ki, iç sebeplerin başlattığı gerileme sürecinin dış faktörlerle çöküş devrini beraberinde getirmesi sonucu Osmanlının tarihe karışması ve ardından, yaklaşık otuz sene sonra Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulması bugünkü kaos ve kargaşayı doğurdu.
Bin senelik bir kin ve intikam duygusuyla döndükleri Filistin’i ve bu meyanda Kudüs’ü sadece kendilerinin malıymış gibi gören fanatik ve siyonist Yahudilerin uyguladığı hunhar ve vahşi politikalar, “beledü’l-emin”i, sonu gelmeyen bir şiddet ve çatışma ortamı haline getirdi.
Siyonistlerin hiçbir sınır ve dizgin tanımayan şirretliği, bir ara Mescid-i Aksa’yı ateşe verme ve yakın zamanda da Haremüşşerif olarak bilinen avluyu tehdit eden projeleri yürürlüğe koyma noktasına kadar vardırıldı. Ve Hıristiyanlığın kutsal mekânları da bu saygısızlıktan nasibini aldı.
İsrail’in saldırgan politikası başlangıçta bir İslâm dayanışmasına vesile olur gibi oldu, ama zaman içinde bu birliktelik geliştirilmek şöyle dursun, sürdürülemedi bile. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise, sosyalist Arap milliyetçisi rejimlerin bu ruhu törpüleyip söndürmesi oldu.
Esasen koca Arap dünyasını bir avuç İsrailli karşısında mağlûp gibi gösteren etken de bu idi
Halbuki mesele bir “Arap sorunu” değildi, İslâma ve aynı zamanda Hıristiyanlığa yönelen bir taarruz söz konusuydu. Ama ne yazık ki, Arap ırkçılığı bu gerçeği perdeledi. Ve hadisenin geldiği son nokta, sorunun çözülmesi için güçlü ve samimî bir Müslüman-Hıristiyan dayanışmasının kaçınılmazlığını herkese öğretmiş olmalı.
Birkaç yıl önce İsrail’in peşine düştüğü Filistinli savaşçılara kilisenin kucak açması olayı, bu bakımdan son derece dikkat çekici bir örnek.
Filistin sorununa çözüm çabalarının yoğunlaştığı, Abbas ve Peres’in Türkiye’de ağırlandığı bir ortamda, sivil bir inisiyatif olarak İstanbul’da toplanan Kudüs Sempozyumunun, Müslüman ve Hıristiyan temsilcileri bir araya getirmesi de.
Kudüs’ün özgürlüğü bu dayanışmaya bağlı.
16.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|