Emekli komutanların terörle ilgili olarak yaptıkları değerlendirmelerden biri şu: “Askerin işi teröristle mücadele etmektir. Terörle mücadele ise sadece askerin işi değildir, herkesi ilgilendiren çok daha kapsamlı bir konudur.”
Teröristle mücadeleden kastedilen anlam, eline silâh alıp dağa çıkan ve devletin güvenlik kuvvetleriyle karşı karşıya gelen kişileri öldürmek veya sağ olarak ele geçirip cezalandırmak.
Terörle mücadele ise, kişileri terörist olmaya yönlendiren ortamın izalesini; şartların iyileştirilmesini; haksızlıklara son verilmesini; hayatın bütün alanlarında halka insanca yaşama imkânı verecek hizmetlerin âdil ve eşit bir şekilde götürülmesini; temel hak ve hürriyetlerin tam ve eksiksiz bir şekilde sağlanmasını... öngören çok geniş ve kapsamlı bir stratejiyi gerektiriyor.
Bataklık ancak bunlar yapılırsa kurutulabilir.
Aksi halde, sadece öldürerek veya hapse atarak problem çözülmez. Nitekim çeyrek asırdır, hattâ cumhuriyetin başından itibaren cereyan eden olaylar hesaba katılırsa 80 yılı aşkın süredir yaşanan tecrübeler bunu açıkça gösteriyor.
Öte yandan, teröristlerle mücadelenin başarısını “kelle sayısı” ile ölçen bir anlayışın tasvibi kesinlikle mümkün değil. İdeal olan—şartların elverdiği ölçüde—teröristi sağ ele geçirmek olmalı. Yargılama, ceza ve infaz süreçleri de insanî ve hukukî kriterlere uygun bir zemine oturtulmalı. Terörist de olsa, cezalandırma ve infazda adaletli olunmalı.
12 Eylül sonrasında Diyarbakır cezaevinde yaşanan ve dilden dile dolaşan vahşet tablolarının, terör sorununu bugünlere taşıyan en önemli etkenlerden biri olduğu asla unutulmamalı.
Terörist dahi olsa, yakalanıp yargılandıktan ve kanunun öngördüğü cezaya çarptırıldıktan sonra kişi, artık devletin adaletine emanettir.
Bu adaletle bağdaşmayan hukuk ve insanlık dışı muameleler, cezaevlerini daha da bilenmiş ve hınçlanmış teröristlerin yuvası haline getirir.
Kaldı ki, infaz sisteminin asıl amacı cezalandırmaktan öte, ıslah olmalı. Kim olursa olsun, hangi suçu işlerse işlesin, kişinin tekrar kazanılmasını hedefleyen programlar uygulanmalı.
İnsanî muamele ve usulünce yapılmış ahlâkî telkinler, en umulmadık kişilerin bile kazanılmasını sağlayabilir. Risale-i Nur talebelerinin asılsız suçlamalarla atıldıkları hapishanelerdeki manevî hizmetleriyle en azılı mahkûmların dahi ıslahına vesile olmaları, bu noktada dikkate alınması gereken son derece önemli bir örnek.
Yine bu bağlamda, gençleri ırkçı ve inkârcı ideolojilerin olumsuz etkilerinden koruyup kurtarmak da baskıyla değil, ancak ikna ile olur.
Ve Bediüzzaman’ın hayatında bunun da son derece ilginç bir örneği var. Bu örnekte, hamiyetli bir Kürt talebesine Türkler hakkındaki kanaatini soran Said Nursî, ondan, “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum” cevabı aldığını; ama bir zaman sonra, kendisi esarette iken İstanbul’a giden aynı talebenin bazı ırkçı muallimlerin tesirinde kalarak “Şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum” der hale geldiğini anlattıktan sonra, onu birkaç sohbette kurtardığını ifade ediyor. (Emirdağ, s. 439-40)
Bugün de böyle kurtarıcı sohbetlere operasyonlardan çok daha fazla ihtiyaç var, değil mi?
08.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|