İslâmın yeniden hayatlanmasında Bediüzzaman Modeli
Amerika-Kanada Müslüman Cemiyeti (MSA) tarafından 1977 yılında yapılan bir kongrenin ağırlık merkezini dünyadaki yeni İslâmî modeller teşkil ediyordu. Teklifler okundu, modeller tetkik edildi, tartışıldı.
Kongreye Türkiye adına katılan iki Türk ilim adamı Süleyman Kurter ve Osman Birge; diğer delegeler tarafından sunulan modeller (Mevdûdî, Seyyid Kutup, Hasan el Bennâ ve Malik bin Nebî modelleri) yanında ‘Bediüzzaman Modeli’ni sundu ve Bediüzzaman Modeli kongre üyeleri tarafından alkışlarla karşılandı.
Bir Pakistanlı profesör; Bediüzzaman Modelinin mutlaka üniversitelerde okunması gerektiğini söylerken, diğer bir ilim adamı da Bediüzzaman Modelinin son derece orijinal ve cazip olduğunu ifade ediyordu.
Okuyucularımızı, İslâmın meselelerinin binlerce ilim adamı tarafından daha 1977’de Amerika gibi bir yerde konuşulduğundan haberdar etmek isterken, o yıllarda kaleme alınmış “İslâmın yeniden hayatlanmasında Bediüzzaman Modeli” isimli çalışma hakkında düşünmeye davet ediyoruz.
Konu Bediüzzaman’ın Türkiye’de yaşamış bir mütefekkir olmasıyla ayrı bir önem taşırken, diğer taraftan İslâm âleminin hayâtî bir ihtiyacına parmak bastığı ölçüde mühimdir.
Mimarlık, mühendislik, politik, sosyal ve bunun gibi her türlü ilim sahasının kendi mahiyeti içinde en verimli yönde bir değişime sebep olan neticenin husûle getirilebilmesi için çok çeşitli modeller, tarzlar ortaya atılmıştır. Fakat bir cemiyetin ıslahat hareketine gelince belli başlı üç model vardır. Şimdiki halde sosyal ilim adamları bu üç model üzerinde karar kılmışlardır:
A- Sosyal değişme üst yapıda başlar, aşağı doğru çalışır.
B- Sosyal değişme alt yapıda başlar, yukarı doğru çalışır.
C- Sosyal değişme taban ve üst seviyelerde aynı zamanda başlar.
Model A:
Bu model, ihtilâlci bir sistemde daha yaygın olarak tatbik edilir. Genellikle otoriter bir model şekli olup, değişme tabana baskı yapılarak kabul ettirilir. Bu modelin görünürde faydası, çok kısa bir zaman periyodu içerisinde değişimin gerçekleşmesidir.
Aksaklığı ise, fertlerin üzerlerinde maksada uygun değişimin, lüzumluluğuna ikna edilmesi yerine baskıyla kabul ettirilmiş olmasıdır. Bu faktör yüzünden, modelin, değişimin uygulamasının başlamasında ne çoğunluğun desteğine ihtiyaç duyulur, ne de çoğunluk tarafından saygı duyulan mevcut millî değerleri muhafaza eder.
Model B:
Bu modelde sosyal değişme, şahıslardan başlar ve baskı rejimi yerine şahsî arzuyu önemli kılar. Bu modelin faydaları: Cemiyetin mevcut değerlerini tahrip etmeyip onları zamana göre değiştirip ve karşı kuvvetleri bertaraf etme cihetine de gitmez. Hakikatte azınlığın görüşüne saygı duyar.
Zararı ise, değişme çok yavaş meydana gelir. Zaman faktörleri yüzünden şayet sistematik ve kararlı bir metod yoksa değişim gayesini kaybedebilir.
Hepsinden öte bu model, şahısların modele karşı istek şuurlarını harekete geçirmek maksadıyla çok sağlam ve cazip görünen bir ideolojik tarzı ihtivâ eder.
Model C:
Bu model, her iki modelin bazı prensiplerini birleştirerek bünyesinde bulundurur. İdeâl olarak hoş görünür, fakat hakikatte bu model taklitçilikten gelen hareket tarzlarını tayin eder.
Bu modelin faydası: Kuruluş prensiplerini diğer modellerden almasıdır. Bu sûretle sistemin gelişmesi için zaman kaybedilmemiş olur. Bu metodun zararı ise, kendisinin bir ideolojik kaynağa sahip bulunmayışı ve herhangi bir doğrultusunun olmayışıdır.
NURSÎ MODEL
Politik ve ekonomik bakımdan kurulmuş Nursî modelinin bir emsâli yoktur. Fakat Bediüzzaman Said Nursî’nin meydana getirdiği Risâle-i Nur Külliyatı’ndaki sistem, İslâmın yeniden hayatlanması üzerinde kendi başına bir model olduğu aşikârdır. Sosyal bir değişim için Risâle-i Nur metodu alt tabakadan yukarı doğru ve şahıslardan insanlığa uzanmış geniş bir sistemler ekolüdür. Risâle-i Nur’un maksadı, yazarın kendi sözleriyle aşağıdaki satırlarda ifadelendirilmiştir:
“Risâle-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhît kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor. Belki, bin seneden beri tedarik ve terâküm edilen müfsid âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı mü’minînin de istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla ve geniş yaralarını Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”1
Bediüzzaman Said Nursî, cemiyetteki temel değişmenin, mânevî ve ruhî yaşayış sistemindeki zaafı tedavi etmekten ibaret olduğuna kani olmuştur.
Bundan dolayı Nursî modelinin esas münderecâtı:
1- İmân zaafını tedavi ve ferdî şuurun inkişafı.
2- İslâmî hizmetin cemaat tarzında yapılması.
3- Birlik ve beraberlik düsturlarının tesisi.
a) Müslüman fertler arasında.
b) Müslüman devletler arasında.
c) İnanmayanlara karşı diğer inanç sahipleri ile müşterek bir cephe.
I. İMAN ZAAFININ TEDAVİSİ
Bediüzzaman Hazretlerinin yaşamış olduğu devrin hâkim karekteri ilim, mantık ve pozitivizmdir. O, dünyanın bir mefhumlar anarşisinin devrini yaşadığı kanaatindedir ve bundan dolayı entelektüel hayatta İslâmın ışığı altında lâyık mevkiyi kazanmıştır. O, İslâma dair ileri sürülen şüpheleri izale etmek için Peygamberimizin (asm) Asr-ı Saadet’ini numûne olarak almış ve diğer medeniyetler topluluğunun yerini alacak İslâm medeniyetini bütün özellikleriyle gözlere göstermek istemiştir.
Risâle-i Nur’un en büyük karekteristiği, İslâmın gerçek değerlerine tamamen bağlı kalarak o esasların zamanın idrakine hitap eder bir metod üzerine kurulmuş olmasıdır.
Said Nursî’nin en fazla üzerinde durduğu husus şudur ki: Zamanın şartlarını gözönünde bulundurarak, cemiyetin hayatî sistemlerini analize ederek asrın en büyük probleminin ruhî buhran olduğunu açıkça belirtmiştir. Bunu aşağıdaki sözlerle şöyle ifade etmiştir:
“Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.
“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”2
İşte bu idrak üzerine cemiyetin mânevî temellerine sirayet eden îmân ve ahlâk zaafı karşısında eserlerini yazmaya başladı ve aynı maksad için îmân dersleri verdi. O, bütün zorluklara rağmen bu ulvî hizmetin yerine getirilmesindeki şuurun tesisindeki lüzumluluğu hissetti. Çünkü o, “Kur’ân’ın mücevherât dükkânının bir dellâlı” olduğunu söylüyordu.
–Devam edecek–
Süleyman KURTER - Osman BİRGE
|