O bir ilim âşıkıydı. Allah ve Resûlü’nden (a.s.m.) sonra sevilmesi gereken birşey varsa ve nasıl sevilecekse o kadar seviyordu onu. Küçük yaşta okuma yazma öğrenmişti. Öğrendiklerini kaydedecekti. Ancak kâğıdın kıt ve pahalı olduğu bir dönemde imkânsızlıklar sebebiyle bulduğu deri parçalarına ve saksılara yazıyordu öğrendiklerini. Gün geliyor, hükûmet konağına gidiyor, ilgililerden kullanılmış müsvedde evrakları istiyor, boş taraflarına yazıyordu.
Zekâ ve hafızası harikaydı. Bir yeri bir defa okuması, ezberlemesi için yeterliydi. İmam-ı Malik’in meşhur Muvatta’ını birkaç gecede ezberleyivermişti.
Öyle bir aşk ve şevkle ilme yöneldi ki, ferasetle ilgili kitapları elde etmek Mekke’den tâ Yemen’e götürecekti onu. Onları çok geçmeden elde edecek, toplayacak ve kaleme alacaktı.
Ve kısa bir zamanda parmakla gösterilir hâle gelecek, bir bilgin onun hâlini görünce, “İlim için kalbi kahve gibi fokurdamayanlar bu dereceye ulaşamaz” diyecekti. Bizzat kendisi şu ifadeleri kullanır: “Nefsini yücelten, rahata düşkün hiçbir kimse ilim aramada başarılı olamaz.”
Kur’ân’ı, hadis-i şerifleri, Sahabenin fetvalarını ve âlimlerin ihtilâf ettikleri meseleleri çok iyi öğrendi. Sünnete mutlaka uyar, Ensar ve Muhacirin ittifak ettiği meseleleri aynen kabul ederdi. Çok geçmeden fıkıhta dehâ oldu. Daha 15 yaşındayken fetva verecek hâle geldi. Süfyan bin Uyeyne kendisine tefsir ve fetvayla ilgili bir mesele sorulduğunda, onu gösterecek, “Bu çocuğa sorun!” diyecekti.
“Nasih ve mensuhu ondan öğrendim” diyen Ahmed bin Hanbel de Mekke yolunda karşılaştığı İshak bin Raheveyh’i kolundan tutup, “Gel, seni öyle birinin yanına götüreyim ki, hayatında hiç böyle birini görmemişsindir” diyerek dersini dinleyeceklerdi. Namazlarında ona hep duâ ederdi.
Yaptığı münâzarâlarda da rakiplerini mutlaka yenerdi bu yetenekli bilgin. “Kiminle münâzarâ etsem, mutlaka nasihat için tartışırdım” demeyi de bir görev bilmişti. Sözün en güzelini, en sonunu söyler, sonradan daha iyisiyle değiştireceği bir söz sarf etmezdi. O kadar da güzel, veciz ve fasih konuşurdu ki konuşmaya başlayınca Kur’ân okuduğu zannedilirdi. Son derece etkiliydi de. İkna kabiliyeti alabildiğine kuvvetliydi. Gecesini üçe bölmüştü: Birinde yazıp çizer, birinde namaz kılar, birinde de uyurdu.
Bütün hedefi Sünnete uymaktı. Hılye sahibi Ebû Nuaym’ın ifadesiyle hüküm çıkarmakta bir dehaydı. Usûl-u fıkhın esaslarını koymuştu.
“Bu gözler onun gibisini görmedi. Ondan daha akıllı birini bilmiyorum” diyecekti ilim erbabı onun için.
Bu büyük âlimi tanımakta herhalde gecikmediniz. İmam-ı Şafiî’den başkası değil.
09.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|