Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Kur'ân gelince de onu inkâr ettiler. İnkârlarının neticesini ise yakında bileceklerdir.

Saffât Sûresi: 170

30.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'ı an. Çünkü bu yapmak istediğin işte, senin için yardımcıdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 509

30.11.2007


Masumların ‘ah’ları rahmet bulutlarını teşkil edecek

Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumâne ve mazlumâneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.

Ümidim kavîdir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden “ay,” “vay” ve “ah”lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve âlem-i İslâmda yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle, o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.

Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edepsiz bazı gazeteleri nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edep böyleyse ve efkâr-ı umumî böyle karma karışık olsa, şahit olunuz, böyle edebiyattan vazgeçtim. Bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında, yani, Başit başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.

Muarrâdır fezâ-yı feyzimiz şeyn-i temennâdan,

Bize dâd-ı ezeldir zîrden bâlâdan istiğnâ.

Çekildik neşve-i ümitten, tûl-i emellerden,

Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı Leylâdan istiğnâ.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 52-53

Lügatçe:

hüzn-ü mâsumâne ve mazlûmâne: Masumca ve mazlûmca hüzün.

gadr: Zulüm.

kavî: Kuvvetli.

hararet-i hüzün: Hüznün yakıcılığı, sıcaklığı.

tebahhur: Buharlaşma.

nifak: Münafıklık, iki yüzlülük.

mugalâta: Aldatma,

safsata.

saadet-saray-ı medeniyet: Medeniyetin saadet sarayı.

tesmiye: İsimlendirme.

mahall-i ağrâz: Kasten yapılan kötülükler yeri.

vilâyat-ı şarkiye: Doğu illeri.

hürriyet-i mutlaka: Mutlak hürriyet.

mim’siz medeniyet: Alçaklık, aşağılık, ahlâksızlık gibi mânâlara gelen deniyet; kötü medeniyet.

serbesti-i kelâm: Konuşma serbestliği.

selâmet-i kalb: Kalbin korku ve endişeden uzak olması.

nâşir-i ağrâz: Kasten söylenen kötülükleri yayan.

efkâr-ı umumî: Kamuoyu.

ecram: Gök cisimleri, yıldızlar.

elvâh-ı âlem: Âlemin levhaları, manzaraları.

muarrâ: Yüksek, temiz, kötülükten uzak.

fezâ-yı feyz: Feyz uzayı.

şeyn-i temennâ: Minnettarlığın kusurları.

dâd-ı ezel: Allah vergisi.

zîr: Aşağı, alt.

bâlâ: Yüksek, yukarı, üst.

neşve-i ümit: Ümit sevinci.

vuslât-ı Leylâ: Leyla’ya, sevgiliye kavuşma.

30.11.2007


Hilmi Doğan Ağabeyi ahirete uğurlarken

19 Kasım 2007 tarihli Yeni Asya gazetemizde bir geçmiş olsun ilânı dikkatimi çekti. İnegöl Yeni Asya okuyucuları “Çam Dağı şairi ağabeyimiz Hilmi Doğan, İnegöl’ümüzde hastalığıyla duâ etmekte ve duâ beklemektedir” deyip Cenâb-ı Allah’tan acil şifalar diliyorlardı. Daha önce de Mustafa Türkmenoğlu Ağabey için böyle bir ilân çıkmıştı. Arkasından vefat haberini duymuştum. Gözümün önünden, tanıştığımız 1970’li yıllar, Bediüzzaman mevlitleri, spor salonundaki panel, derûnî nur dersleri geçmeye başladı. İsmi gibi halim selimdi. Aklıma gayr-ı ihtiyârî bir soru geldi: Acaba Hilmi Doğan Ağabey de ahiret yolcusu mu?

Duâ etmeye başladım. Allah’tan âcil şifalar diledim. Yeni Asya Neşriyat yayınları arasında çıkan Nuriye Çevik’in hazırladığı Hilmi Doğan’dan Nurlu Hatıralar isimli kitabı elime aldım. Derin düşüncelere dalıp satır aralarında gezindim. 82 yıllık bir ömür. Nurlara hizmetle geçen verimli bir hayat. Ertesi günü akşamı cep telefonuma bir mesaj geldi: “Hilmi Doğan Ağabey Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Cenaze namazı, yarın öğle namazını müteakip Kayseri Yeşilhisar Merkez Camii’nde kılınacaktır. Sabah, Maltepe’den (Ankara) otobüs kaldırılacaktır. Gitmek isteyenler...”

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Allah’tan geldik ve Allah’a dönüyoruz.)

“Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” (Her nefis ölümü tadacaktır.)

Sabah namazını müteakip İbrahim kardeşin kaptanlığında Kayseri-Yeşilhisar yoluna düştük. Uzun bir yolculuktan sonra öğle ezanı okunmadan Hilmi Ağabeye kavuştuk. O sessizce kefene sarılmış tabutun içinde bizi bekliyordu. Konuşamadık. Ama o lisan-ı haliyle dünyanın fani, insanların birer yolcu ve buranın bir bekleme salonu olduğunu söylüyordu.

Güneş yüzünü bulutlar arasından çıkarıp ara sıra bize bakıyordu. Hilmi Ağabeyi ahiret yolculuğuna uğurlayacak olanlarla cami önünde görüştük, konuştuk, hatıraları yâd ettik. Öğle ezanı ile birlikte cami adeta bayram namazı kalabalığına ulaşmıştı. Safları sıklaştırdık. Öğle namazımızı eda edip dışarı çıktık. Cami önünde uzanan sokak, izdihamdan trafiğe kapanmıştı. Cenaze namazını kıldık, ağabeyle helâlleştik.

Hilmi Ağabeyin tabutunu eller üzerine alıp ebedî istirahatgâhına götürdük. Bir taraftan defin işleri devam ederken bir taraftan da Yasin-i Şerifler okunuyordu. Duâlar edildi. Hep birlikte âmin dedik. Cismen bizden ayrılmıştı. Dosttan ayrılmak zordu. Biz aslında ebedî olarak ayrılmamıştık. İleride tekrar buluşacaktık. Üstad’ın dediği gibi “Birimiz dünyada, birimiz ahirette, birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz şimalde, birimiz cenubda olsak; biz yine birbirimizle beraber”dik. O, başta Resûlullah (asm) olmak üzere dostlarına, akrabalarına, arkadaşlarına, Üstada ve önden giden Nur talebelerine kavuşmuştu. Said Nursî’nin dediği gibi ölüm “vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddemesidir.”

Ali Vapur Ağabey, merhûm Hilmi Ağabeyin mezarı başında ayrılmadan önce Risâle-i Nur’dan bize bir ders yaptı. Sözü On Yedinci Lem’anın On İkinci Notasına getirdi. Orada hayalimizi hakikatle birleştirdi. “Ey Rabb-i Rahimim ve ey Hâlık-ı Kerîmim” diye başlayan kısmı okudu. Hilmi Ağabeye duâ makamında olmak üzere o kısımdan bir parçayı aşağıya alıyorum: “İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryat edip nida ediyorum: El-amân, el-amân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!

“İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyiciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki, senden başka melce ve mence yok. Günahlarımın çirkin yüzünden ve mâsiyetin vahşî şeklinden ve o mekânın darlığından, bütün kuvvetimle nidâ edip diyorum: El-amân, el-amân! Yâ Rahmân! Yâ Hannân! Yâ Mennân! Yâ Deyyân! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar! Yerimi genişlettir!”

Merhûm Hilmi Doğan Ağabeyden ayrılmak kolay olmadı. Ankara’da görüştüğümüzde yaz aylarında memleketine gittiğini söylerdi. Merak edip sordum:

“Hilmi Ağabey yazın burada nerede kalırdı?”

Kiraladığı evi gösterdiler. Evi, mezarlığın tam karşısında idi. Arada sadece bir yol geçiyordu. Mezara veya mezarlığa bu kadar yakındı. Yukarıdaki satırları sanki fiilî yaşar gibi idi. Allah, Hilmi Ağabeye gani gani rahmet eylesin. Sonunda bizim de gideceğimiz yer orası değil mi?

Bediüzzaman ne güzel demiş: “Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet hakim ve kerim bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem ‘Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez’ (Bakara Sûresi: 2:286) sırrınca teklif-i malayutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin” (Mektûbât)

Bize ayrılan süre de bitmişti. Çünkü Kayseri’de misafirdik. Dünyada da misafir değil miyiz? Misafirliğimiz nerede, nasıl bitecek? Allah’tan hayırlısını temenni ediyoruz.

Arabamıza binip tekrar Ankara yollarına düştük.

Ahmet ÖZDEBİR

30.11.2007


Yedi beyzâ... İslâmın o güzel eli...

Nurâni bir buluşmadan hatıralar…

Tarih, 18 Kasım Pazar 2007. Akşam üzeri, kardeşim İhsân ile beraber Emre ile Emellerin evlerine gidiyoruz. Büyük bir hürmet ve muhabbetle karşılanıyoruz. Evet, büyükannesi ve büyükbabası o seksenlik yaşlarına rağmen güleç yüzleriyle ayakta karşılıyorlar bizi. Uzaklardan, çok uzaklardan sevgili bir dosttan gönderilen bir çiçeği tutar gibi kucaklıyorlar bizi. Yılların yorgunluğuna rağmen, parıltısı sönmeyen gözleriyle süzüyorlar bizi...

“Sizler…” diyorlar. “Aranan, beklenen insanlarsınız.” Sanki, yıllarca bizi beklemiş gibiler. Sabırla beklemiş gibi… Ondandır ki ilk kapı açıldığında asırlık bir dostu karşılar gibi karşılıyorlar bizi. Asırlık bir dostu... Evet, muhabbet ve hürmeti bekler gibi… Yıllardır insanların sîmalarında ve iç âlemlerinde göremedikleri muhabbeti kucaklıyorlar bizimle…

Yıllardır arayıp bulamadıkları, bulup da ellerini öpemedikleri hürmeti bekliyorlar, hürmeti kucaklıyorlar ve hiç bırakmak istemiyorlarmış gibi sarılıyorlar muhabbet ve hürmete… Bu kadîm dostlarını bulmanın sevinciyle gözyaşlarını tutamıyorlar… İçten içe sevinç gözyaşlarını o altın yanaklarında gezdiriyorlar…

Daha birçok aile var… Emre ve Emel’in ailesi gibi, bizi bekleyen sevgi ve saygıya hasret daha nice aile, nice el, nice mekân var kucaklamak için ellerini bize açan…

Evet, vardığımızda içlerindeki heyecanı hemen fark ediyoruz… Emre temizlik işlerini, Emel de yemek işlerini üstlenmiş… Ev tertemiz olmuş… Yemekler enfes, cennet kokulu…

Emel ve Emre, abilerini mi seviyor? Abilerini mi arıyorlar sizce? Bence hayır. Onlar ilgi ve şefkat kokulu elleri arıyor. Esasında bir zamanlar şefkat kokulu annelerinin elinde bir nebze teskin oluyorlarmış; ama, anneleri onlarla cennette buluşmak üzere ebedî yolculuğuna çıktığından olsa gerek aramışlar hep şefkati. Gerçi büyükbabalarının duâsı onlara ümit olmaya yeter, büyükannelerinin ilgisi onları mutlu etmeye yeterdi. Ancak onlar imanın aydınlığında nurlanmış, paklanmış bir sevgi elini arıyordular. Belki de abilerine muhabbetleri bundandı…

Biz, alışıldık bir heyecanı yaşıyorduk belki de. Her zaman yaptığımız bir işti bu. Talebelerin evlerini ziyaret etmek… Her zaman yaptığımızdan olsa gerek günlük hayatımızın normal işleri gibiydi bunlar. Ama insan, balkondan sokağın başını süzen iki çift zeytin gibi gözleri gördüğünde bu işin ehemmiyetini, hakikatini daha bir iyi anlıyor.

Emel bağırıyor… “Geldiler… Geldiler… Abiler… Geldiler…” Ses tâ sokağın başından duyuluyor. Suya kavuşan toprağın sevincini andırıyor bu… Yavrusunu, kuzusunu arayan koyunun, kuzusunu buluşunu andırıyor bu buluşma… Yâkub’un (a.s.) Yusuf’unu (a.s.) bulduğunda hissettiği sevinci hatırlatıyor bu seslenişler…

“Sevginin sultanı” olan “Sevgililer Sevgilisi”nin (asm), bu asra uzanan en sevgili eli olan, bir muhabbet insanı olan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Yakînim var ki, istikbâl semâvâtı, zemin-i Asya

Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-i İslâma.”

Buradaki yed-i beyzâ, İslâm’ın o pâk, temiz, şefkatli ve sevgili elini temsil ediyor. İnsanlığa uzanan o sevgi elini temsil ediyor yed-i beyzâ…

Evet, şimdi yanı başımızda bir çocuk, günâhlarla ruhu ihtiyarlamış bir genç, kemâl yaşına varmışken kemâlini bulamamış bir beyefendi, ilgiye ve hürmete muhtaç bir ihtiyar amca, bir teyze o sevgi elini, o pâk ve temizlik kokan ilginizi bekliyor….

Heyecanlı bakışlarıyla Emel ve Emre gibi sizi bekliyor. Belki de bir otobüs durağında, belki de sınıfınızda ya da yanı başınızda sevgi suyuyla yeniden açmak, doya doya sevgiye kanmak istiyor...

Hadi! Uzatın ellerinizi, insanlar sevgisiz yaşamasın. Hadi! Yürüyün sokaklara, Emeller, Emreler boş bakışlara dalmasın…

Cihan CAMBAZ

30.11.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Sa’d bin Muâz (r.a.) Hendek Savaşında Hayyan ibni Iraka tarafından atılan bir okla kol damarından yaralanmıştı. Yarası ağır ve acı verici idi. Efendimiz (a.s.m.) yarasının tedavi edilmesi için onu, Ensar kadınlarından gönüllü olarak yaralılara bakmakla meşgul Hazret-i Rüfeyde’nin (r.a.) çadırına yerleştirdi.

Sa’d bin Muâz (r.a.) şöyle duâ etti:

“Allah’ım! En çok sevdiğim şey, Resulünü (a.s.m.) yalanlayan ve onu ülkesinden çıkaran Mekke müşrikleriyle senin için savaşmaktır. Eğer onlarla yapılacak bir savaş kalmışsa beni o zamana kadar bırak ve beni o savaşa yetiştir. Fakat eğer müşriklerle yapılacak savaş kalmamışsa, yaramı aç ve beni vefat ettir.”

Ardından, yaralı olduğu halde Benî Kureyza kuşatmasına da katılan Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) kolundaki damar yarası açıldı ve Hazret-i Sa’d (r.a.) kan kaybından vefat etti.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazret-i Sa’d’ın (r.a.) vefat haberini alınca cenazesine yetişmek için derhal yola çıktı. Allah Resulü (a.s.m.) çok telâşlı ve hızlı gidiyordu. Öyle ki, çarığının bağı çözülse bağlamıyor, abası kaysa düzeltmiyor ve hiç kimseyle ilgilenmiyordu.

Beraberinde gidenler, “Yâ Resulallah! Takatimiz kesildi!” dediler.

Efendimiz (a.s.m.), “Meleklerin bizden önce davranıp Hanzala’yı yıkadıkları gibi, Sa’d’ı da yıkamalarından korkuyorum” buyurdu.

Hazret-i Sa’d’ın (r.a.) cenaze namazını bizzat kıldıran Peygamber Efendimiz (a.s.m.) buyurdu ki:

“Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) vefatıyla Arş-ı Alâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu.”

Allah onlardan razı olsun.

(Sîre, 3/263.)

Süleyman KÖSMENE

30.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri