Ankara haftayı bir dizi tartışmayla geçirdi. Görünen gündemin yanısıra “mahrem gündem”den söz ediliyor. Tartışmaların odağına yine “terörle mücadele” yerleşti. Ve Oval Ofiste Erdoğan’la Bush’un baş başa görüştüğü bir “gizli anlaşma”dan bahsedildi.
AKP hükûmetinin “sınırötesi harekât” yerine ABD’nin önerisiyle “terör örgütünü tecrit etme ve etkisizleştirme plânı”nı onayladığı ve bunun bizzat Bush tarafından Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetime de dikte ettirildiği belirtildi.
Hatta “ateşkes” çağrısını kabul etmeyen terör örgütü elebaşlarının tasfiye edileceği, buna karşılık Amerikan yönetimiyle diyalog içindeki örgüt liderlerinin güçlendirileceği haberleri ortalıkta dolaştı. Ve hatta “ortalıkta kayboldu” denilen ve sonra Milano’da vitrindeki cansız mankenin üzerindeki incecik kumaştan bir kabanın 12 bin 350 euroya satıldığı lüks bir mağazada alış veriş yaparken görülen Barzani’nin, bu maksatla Avrupa ülkelerine ve ABD’ye “ikna turu”na çıktığı yazıldı.
Bununla da kalınmadı; şaşırtmaca için PKK’yla hâlen çatışma halinde olan Tahran’ın, “ABD ve Türkiye’ye karşı terör örgütüne her türlü lojistik desteği verdiği” uydurmaları bile ortalığa salındı...
Ayrıca Irak ve Türkiye içişleri bakanlarının bir “terörle mücadele anlaşması” imzaladıkları medyanın konusu oldu. Başbakan’ın her defasında “mahrem” diye savunduğu anlaşmada, Irak tarafının “tehdidin tâkip edilmesi”nde “izin alma” şartını koştuğu, bu sebeple daha baştan kadük kaldığı kulislerde konuşuluyor.
Bu arada bir belediye başkanından, “dağdakiler ülkenin en onurlu insanlarıdır” tahrikinden Amerikan Büyükelçiliğinde “Kürtlerle yapılan toplantılar”a kadar peşpeşe garip gelişmeler yaşandı...
* * *
Neticede, Amerikan Elçiliğindeki bu pervâsız görüşmede, neoconlar ve Kuzey Irak’taki yerel yöneticiler gibi, terörle mücadeleyi “Kürt sorunu” kapsamında ele alması, “Kürt sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesi” karşılığında Ankara’nın Washington ve Kuzey Irak’la PKK’nin tasfiyesi için anlaştığı iddialarını doğruluyor.
Peki Türkiye’nin terörle mücadelesini belirlemek kaygısı ABD’ye mi düşmüş ki, Büyükelçi Ross Wilson Amerika’dan gelen Kongre üyesi Chris Shays’la Ankara’da karargâh kurup “Türkiye’deki Kürt politikacılar”la görüşüyor. İşgal ettiği Irak’ta bir milyon insanın katliyle şiddet ve kargaşayı daha da arttırıp ülkeyi iç savaşın içine sürükleyen ABD, dört yıldır kontrolündeki ülkede sağlayamadığı “barışı”, Türkiye’de mi sağlayacak?
Şu hâle bakın; Amerikan Elçisi, âdeta sömürgesi altındaki ülkenin “genel valisi”gibi millet irâdesinin yegâne temsilcisi TBMM’nin yanıbaşında “etnik kökeni”ne göre eski ve yeni milletvekillerini tasnif edip gruplar halinde çağırıyor. Türkiye’nin terörle mücadelesini “müzâkere” ediyor...
Göz göre göre Türkiye’ye yönelik ve öteden beri başta ABD ve İsrail olmak üzere bazı güçler tarafından himâye edilip besletilen terörle mücadeleyi, Türkiye’nin içini karıştıracak bir “fitne”ye ve “ırkçı ayrışım”a dönüştürüyor.
Bütün vatandaşlar için gerekli olan ve Türkiye’nin AB reformları istikametinde ideolojik rejimin cenderesinden kurtulup, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetleri alanında yapması gereken düzenlemeleri, salt “terör”e ve “terör örgütü”ne indirgeyip, “Kürt sorunu” paravanasında fitneyi alevlendiriyor...
Öylesine ki Wilson, Türkiye’nin “terörle mücadele sorunu”nu tâ Amerika’ya kadar gidip bir nevi Amerikan Başkanı’nın “onayı”nın alınmasını örnek alıyor; “Ben de Bush’un Türkiye’deki temsilcisiyim” edâsında, fütûrsuzca hareket ediyor...
* * *
İşte asıl handikap burada başlıyor. Zira Amerikan Büyükelçisi, ne Dışişleri’nden, ne Cumhurbaşkanlığından ve ne de hükûmetten hiçbir tepki almıyor! Sâdece Başbakan’ın kendi milletvekillerini uyarıyor; ikinci toplantıya gitmemeleri yönünde ikaz ediyor...
Sormak lazım; Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, Amerikan yönetimine rağmen Amerikan Kongresi üyelerini çağırıp, “Amerika’nın terörle mücadelesi”ni görüşse ne olur, nasıl tepki alır?
Ankara artık aklını başına almalı. Dün Lawrencelerin icâd edip yaydığı ifsadı bugün yeni versiyonları yapmakta. Wilson ve benzerlerinin oldubittilerine karşılık, meseleye Osmanlı vizyonuyla güçlü bir stratejik derinlikle bakmalı. Osmanlı hinterlandı zemininden başlayarak bütün İslâm coğrafyasını halka halka kucaklamalı...
Bölgede inanç birliği üzerine yükselen, köklü kültür ve ortak tarihle gelişen mânevî gücünü ve avantajını kullanmalı. Türk milletiyle bin yıldır birlikte yaşayan ve “cihâd arkadaşı” olan başta Kürtler olmak üzere, Araplarla ve sâir unsurlarla bir araya gelmek için kimsenin “arabuluculuğu”na baş vurmamalı...
Ve bu vatandaki herkes Bediüzzaman’ın yaklaşık bir asır önce verdiği bu derse kulak vermeli:
“Hayat ittihaddadır. Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırtacak muhtariyet (özerklik) ve sonradan istiklâliyet (ayrı bir devlet olarak bağımsızlık), mücadele-i keşmekeşse (iç çatışma keşmekeşliğine) intac edeceğinden (netice verdiğinden) zenb-i azim (büyük günâh) olur. On üç asır evvel ölmüş olan fitneyi ikaz eder (uyandırır.) Biz ki ekseriz, muvahhidiz (bir ve beraberiz.) Tevhidle mükellef olduğunuz gibi, ittihadı te’sis edecek muhabbet-i millî (millî birlik ve sevgi) ile de muvazzafız (vazifeliyiz.) (Âsar-ı Bediiye, 450-251)
01.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|