Bundan tam bir asır önce Bediüzzaman’a sorulur: “Yahudî ve Nasarâ (Hıristiyanlar) ile muhabetten Kur’ân’da nehiy (yasaklama) var. ‘Ey iman edenler! Yahudîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin...” (Mâide Sûresi, 51). Bununla beraber nasıl ‘Dost olunuz!’ dersiniz?”
Said Nursî bu suali öncelikle âyetlerden hüküm çıkarma kurallarıyla cevaplar. (Münâzârât, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, 70-71)
“Evvelâ; delil kat’iyyü’l-metîn (sağlam senedli ve güvenilir) olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak (kastedilen mânâya da kat’î ve kesin delâlet etmesi) gerektir” der. Kat’î ve kesin bir delil olan âyetin bu zâhirî anlamının da kat’î ve açık olması gerektiğini bildirir.
Çünkü, Peygamberimizin Medine’de başta “ehl-i kitap” denilen Hıristiyan ve Yahudilerle anlaşıp dostluk ve barış içinde beraber yaşama akdinden, Kur’ân’ın diğer âyetlerindeki “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım” çağrısına kadar, birçok âyet, hadis ve uygulama, bu âyette Bediüzzaman’ın tesbitiyle “tevil ve ihtimalin mecâli olduğunu” gösterir. Özetle, âyetin zâhiri meâli, hakîkî tefsiri ve tevili gerekli kılar.
Ortak kelime şüphesiz “tevhiddir”; Müslümanların sâir peygamberleri kabul ettiği gibi onların da Peygamberimizi kabulüdür. Ancak Kur’ân’daki bu dâvet, başlıbaşına “barış ve dostluk içinde irtibat”la alâkalıdır...
* * *
Zira Bediüzzaman’ın tefsiriyle bu âyetteki Hıristiyan ve Yahudilerle dostluktan “nehy-i Kur’ânî (Kur’ân’ın yasaklaması) âmm (umumî) değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir (kayıt altına alınabilir.) Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse (açıklasa), itiraz olunmaz....”
Konuyu tasrihten önce Bediüzzaman, devamında bir başka tefsir usûlü kaidesinin burada belirleyici olduğunu belirtir: “Hem de hüküm müştak (türetilen kelime) üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı (türeyen kelimenin alındığı kaynak kelime ve terim) illet-i hüküm (hükmün sebebi) gösterir.”
Yani, âyette ‘”Yahudîler’i ve ‘Nasarâ’yı dost edinmeyin” diyor. Dostlukta, insanî ve medenî ilişkileri değil, gayr-i müslimlerin “Yahudiyet” ve “Nasraniyet” cihetini öne çıkarıyor. Dolayısıyla âyetin yasak hükmü, Müslümanların dinlerinde Yahudilere ve Hıristiyanlara benzemesine; İslâmı bu dinlerle bir nev'î telif etme, uydurma ve “dostluk”la âdeta “dinleri birleştirme” sapmasınadır.
Nitekim Said Nursî, peşinden gelen paragrafta bu hususu şöyle açıklar: “Demek bu nehiy (belirtilen âyetin yasaklaması), Yahudi ve Nasarâ ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyinleri (dinî adâb, örf, gelenek ve usûlleri) hasebiyledir.”
Aslında zâhiren tenâkuz gibi görünen, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zâlimleri hidâyete, doğru yola iletmez” meâlindeki âyet değil, tefsir usûlünce “takyid edilebilen”, kayda ve şartlara bağlı kılınan, kısacası kastedilen mânâ ve hükmü bilmeyip takdir edememekten ileri geliyor.
Bu açıdan âyette açıkça okunduğu gibi, “zâlimlik”, “zâlimlerle dostluk” ve “onlardan olma”ya dikkat çekiliyor...
Bundandır ki Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât adlı eserinde bu meyânda bir başka esası da nazara verir: “Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle (güzel görüp beğenmekle) iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (hanımın) olsa elbette seveceksin!”
Görülüyor ki, temelde her Müslümanın bütün sıfat ve eylemleri “Müslümanca” olması gerekirken, olmuyor. Keza her kâfirin de her sıfatı küfründen türemiyor; gayr-i Müslimlerin de “dürüstlük” ve “çalışkanlık” benzeri “Müslümanca sıfatları, işleri ve san'atları olabiliyor.
Bu bakımdan, Müslümanların gayr-i müslimlerin, Yahudi ve Hıristiyanların güzel yönlerini, san'at ve sanayilerini takdir edip almaları, elbette bu âyetin “yasaklama” hükmüne girmiyor. Tıpkı Peygamberimizin Câhiliye döneminden kalma bazı İslâma uygun örf ve âdetleri devam ettirdiği gibi...
Bu kapsamdaki dünyevî ilişkiler, sosyal ve ticarî münâsebetler ve kastedilen “dinlerine yakınlık ve benzeşmek” dışındaki “insanî ve medenî dostluklar” da dahildir.
* * *
Bütün bunlarla birlikte Bediüzzaman, Mâide Sûresi 51. âyetteki “Yahudileri ve Nasarâyı dost edinmeyin” hükmünün hikmetini, ayrıca Asr-ı Saadette İslâmın insanlığa ilk tebliğinde meydana gelen “inkılâb-ı azîm-i dînî (dinî büyük inkılâp) ekseninde tefsir eder.
Kur’ân’ın yeni nâzil olduğu süreçte bütün zihinlerin din noktasına çevrildiğini, bütün muhabbet ve adâvetin bu mihver üzerinde olduğunu; ve o devirde gayr-ı müsimlere olan muhabbet ve yakınlaşmadan nifak (münâfıklık) kokusunun geldiği gerçeğinin altını çizer.
İşte Bediüzzaman, İslâmın yeni yayıldığı ve dinin tamamlandığı vasatta, özellikle “Yahudi ve Hıristiyanlara dostluk” perdesinde, dini tağyir ve âdeta bu dinlere adapte meylinin tezâhürü tehlikesine karşı, bu âyetin hükmünün hükümfermâ olduğunu bildirir. Bilhassa Yahudi münâfıkların bu bahaneyle çeşitli desîselerle bozgunculuklara soyundukları dönemin tabiatını nazara verir. Âyetin hükmündeki bu temel dinamikleri belirler...
Bu tahlilden sonra gelinen noktada gayr-i müslimlerle olan münâsebetlerin mâverasındaki farka ve niyete dikkat çeker. Âyetin diğer âyetlerin ve hadislerin ışığında bu esaslarla tefsir edilmesinin gereği üzerinde durur...
Bediüzzaman’ın âyeti tefsirdeki diğer izâhları yarın...
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|