Ertuğrul Özkök, önceki günkü yazısında (Hürriyet, 24 Kasım 2007) Malatya’da bir yayınevinde öldürülen üç kişinin duruşmasıyla ilgili haberlerden hareketle, Müslümanların “Hıristiyan ve Yahudilerle dostluğu”na dair âyet hakkında bazı “değerlendirmeleri” aktarmış.
Görünen o ki mesele, “İstanbul’un en turistik ilçelerinden Eminönü’nde bir cami”nin panosuna yazılan, Mâide Sûresi’nin 51. âyetinin doğruluğu değil, muhabirlerin Müftülük ve Diyanet nezdindeki “sorgulamaları”ndan ortaya çıkıyor.
Garâbet, “Hürriyet’in yayın kurulu”nu karıştıran camideki âyetin hükmü değil, bu hükmün tefsir ilmince mânâsı ve tatbikine dair yetersiz teşhisten ileri geliyor...
* * *
Hemen belirtelim, Özkök’ün ifâdesiyle, “Diyanet İşleri Başkanlığı, cami kapılarına güzel âyetlerin asılmasını teşvik ediyor” cümlesindeki “güzel âyetler” tâbiri, baştan sona güzel ve vahyin eseri olan Kur’ân âyetleri için en azından hiss-i zâhiriye aykırı ve sakil kaçıyor.
Keza, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er’in konuyu inceletip, Kur’ân âyetlerinin halkın anlayacağı tarzda camilerdeki panolara asılması hakkındaki “Başkanlık genelgesi”ni hatırlattıktan sonra, İstanbul Müftülüğüne tâlimat verdiklerini ve imam hakkında gereken ikazı yapacağını söyledikten sonra, “Zeynep Sultan Camii’ndeki yazıyı doğru bulmadık” cümlesi, doğrusu kulağa pek hoş gelmiyor.
Yine Eminönü Müftüsünün, “günlük sıkıntı veya ihtiyaca göre âyet ya da hadis-i şerifleri hoca efendilere söylüyoruz, yazıyorlar. Mâide Sûresi’nin 51. âyetini biz belirlemedik” demesi doğru bir tesbit. Ancak nakledildiği üzere devamında, “Ben hocaefendiyi hemen arayacağım; bir ihtar yazısı yazıp hemen kaldırttıracağım, Kur’ân âyetlerini tartışmayız ama her âyet her yere yazılmaz” cevabında bir nebze kantarın topuzu kaçmış gözüküyor.
Çünkü burada “ihtar” edilmesi gereken, diğer bütün âyetler gibi Hak’tan gelen ve hak olan âyet-i kerimeyi yazan hocaefendiden ziyâde, bu âyetin kapsadığı mânânın iman ve fıkhî hudutlarının izâh edilmeyişidir. Bir tür klâsik bürokrasi edasıyla, “soruşturma açıldı” geçiştirmesine başvurulmasıdır.
Belki de muhabirlerin onca olay arasında mal bulmuş mağribi misâli haberin soruşturması üzerine gitmeleri, bu “panik” ve “tepki”de payı oldu. Medyanın hâdiseye önyargılı yaklaşıp çarpıtmasından korkuldu.
Ancak öncelikle şunu belirtelim; tefsir usûlü ilmi bütün âyetler için, en çok da bu ve benzeri âyetlerin sahih tefsiri için gereklidir. Aksi halde Kur’ân’ın bütününden, Peygamberimizin hadislerinden, “icmâ-ı ümmet”le sahabelerin yaşayışından, “kıyas-ı fukâha” ile İslâm âlimlerinin âyet ve hadislerin kıyasıyla tefsir ve tesbitlerinden âzâde, her önüne gelenin âyetin zâhirinden “anladığı”yla hüküm çıkarmaya kalkışması, yanlışlara sebebiyet verir. Çoğu zaman mezkûr âyette olduğu gibi, ya mânâ eksik kalır ya da hatalı bir hükme varılır.
Bunun içindir ki, gerçek mânâsı bilinmezse bile, insaflı olanın, âyet ve hadisleri bilmeden “sorgulamak” yerine, “ya bir tefsiri, ya bir te’vili, ya da bir tâbiri vardır” deyip ilişilmemesi, inanca ve vahyin esasına saygının ilk şartıdır... (Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, Mektûbat, 315)
* * *
Doğrusu, doğru bir tefsir için, âyetin nüzul sebebinden, “siyak ve sıbakı” denilen öncesi ve sonrasına kadar bir çok hususun gözönüne alınması icâb eder. Bunu da ancak gerekli ilimlere vâkıf müfessirler yapabilir.
130 eserle Kur’ân tefsirini te’lif eden ve bu âyetin mânâsı dahil, iman, hayat ve kâinat ilişkisinden, günümüzde yapay din ve fen çatışması tehevvümünden, sosyal hayatta başgösteren yüzlerce istifhama yine Kur’ân’dan aklî ve mantıkî cevaplar veren Bediüzzaman Said Nursî’nin etraflı tesbitleri var.
İkinci Meşrûtiyet sonrasında, Şarkî Anadolu’daki aşiretlere, meşrûtiyet dersini veren, demokrasi ve cumhuriyetin gerçek mânâsının Kur’ân’daki “şûra ve istişâre âyetlerinin emri”yle bağdaştığını anlatan Nursî, ilk baskısı 1911’de İstanbul’da Osmanlıca yapılan “Münâzarât” adlı eserinde konuyu tefsir usûlünce izâh eder.
Kaldı ki Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun iyiye ve doğruya talip olmaları, daha önce kendi malları olan bilim, teknoloji ve medeniyeti iktibas etmeleri, İslâmın bir buyruğudur. Bu buyruk, Peygamberimizin en bilinen emir ve tavsiyesiyle, “İlim Çin’de de olsa alınız” hadisiyle on dört asrı aşkındır tatbik sahasında...
Mâide Sûresi 51. âyete gelince. Bunu da Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın bu içtimaî hükümlerini izâh eden sözkonusu eserinde bulmaktayız. İnsanî ve medenî münâsebet ve dostlukların bu âyetin “yasaklama” hükmüne girmediğini anlamaktayız.
Yarın bu tefsirin ışığında âyetin hükmüne açıklık getirelim...
26.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|