Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman ve müsbet hareket



Ömer Laçiner, “Nurcular’ın baskıcı devlete sahip çıktıkları ve isyan etmediklerini” ifade etmiş bir toplantıda. Zaman zaman bir kısım mahfillerde veya basında bu ve benzeri söylemlere rastlanır:

“Devletin istibdatına, hak ve hürriyetleri kısıtlamasına, hatta Bediüzzaman ve Nurcular hapislere, nezarethanelere atılmalarına; mahkemelerde süründürülmelerine, sürgünlere gönderilmelerine rağmen devlete isyan etmedi, sistemle barıştılar…”

Dünya çapında bir mütefekkir ve düşünür olarak Bediüzzaman’ın hizmet ve ıslâh metodunu nazara almayanlar—eserlerinden habersiz olanlar-böyle basit iddiaları seslendirir. Evvelâ vurgulayalım: Dikta rejimleri kabul etmemek, diktatörlerin keyfî muamelelerine itiraz etmek ayrı şeydir; müsbet hareket etmek ayrı; isyan etmek bütün bütün ayrıdır.

Bediüzzaman ve Nurcular diktatörlüğü, müstebit rejimleri, keyfiliği, hukuksuzluğu asla kabul etmez; asla boyun eğmezler. Ve ne pahasına olursa olsun karşıt tavırlarını, muhalefetlerini ortaya koyarlar. Ancak bunu, şiddet ve menfi değil; müsbet hareketle ortaya koyarlar.

Her devletin, hattâ yamyamların da bir kanunu, bir sistemi vardır. Devlet kanûnî olabilir. Ancak, önemli olan hukûkîliktir. Keyfiliğin ve istibdatın hâkim olduğu teşkilâtlanmaya “hukuk devleti” denemez. Bediüzzaman’ın böyle dikta rejimlere ve sistemlere yaklaşımı yine müsbettir. Sakın müsbet yanlış anlaşılmasın, onu asla kabul edici değil; nereden gelirse gelsin, her türlü istibdata muhaliftir. Ancak, muhalefeti, karşı duruşu şiddete dayalı değil düşünce bazlıdır.

Bediüzzaman öncelikle istibdatın; tahakküm, keyfi muâmele, kuvvete dayanarak cebir kullanmak, zorbalık, tek görüş, suistimâlâta gayet müsait bir zemin, zulmün temeli, insanlığın mahvedicisi, sefalet derelerine yuvarlayan, İslâm âlemini zillet ve sefalete atan, garaz ve düşmanlığı uyandıran, İslâmiyeti zehirlendiren, her şeye bulaşarak, zehrini atan muzır bir haslet1 olduğu tesbitini yapar.

Ardından diktatörlüğe karşı çıkar, Meşrûtiyetin/hürriyetin ilânını “meşrû hürriyet” olmak şartı ile kabul eder. Cumhuriyeti ise “isim ve resim” olarak değil, gerçek anlamıyla, cumhurun temsil edeceği parlamenter sistemi öngörür. İstibdata/baskıya hangi resim ve isim altında olursa olsun, sille vuracağını ilan eder.

Ne var ki, istibdattan korunmanın yollarından birisinin; “Asayişi/emniyeti muhafaza etmek, anarşiye meydan vermemek; müsbet hareket etmekten2 geçtiğini söyler. Anarşi baskıyı netice verir. Bediüzzaman; “Meşrûtiyeti; meşrûtiyet unvanı ile kabul ediniz; tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat/dikta, pis eli ile onu ağrazına siper etmekle lekedar etmesin.3

Prof. Ali Fuat Başgil de anarşinin istibdadı doğuracağını şu ifadelerle ortaya koyar: Sosyolojik bir kanundur ki, hürriyet terbiyesi gelişmemiş olan memleketlerde hürriyet rejimi, çocuk elinde bir dinamit olmaya, demokrasi ise evvelâ demogojiye, sonra anarşiye dönüşmeye mahkûmdur. Anarşiyi de despotik bir idarenin takip etmesi mukadderdir.4

Peygamberimizin (asm) “En üstün cihad; zalim bir hükümdara hak söz söylemektir”5 sözünü, hayatını ortaya koyarak uygulayan Bediüzzaman, asla müstebitlerle ve dikta rejimlerle yan yana gelmemiş, onlara destek vermemiştir. Bilâkis şiddetle muhalefet etmiştir. “Sen ve bir iki risâlen rejime ve usulümüze muhalif gidiyorsunuz” diye onu susturmak isteyenlere, “Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve âsâyişe ilişmeyen şiddetli muhalifler, her hükûmette bulunur”6 der geri adım atmaz.

Onun karşı duruşu “maddî güce, şiddete” dayalı değil, müsbet hareket etme şeklindedir. Orijinal ifadelerinden takip edelim:

Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var. Ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Risale-i Nur’un şakirtlerinden en müthiş bir muhalif, rejim müessesesini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mefkûresine kanunen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikir, onları tebrik eder.7

“Teklifiniz, bir nev'î usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!8

Dipnotlar:

1. Münâzarât, s. 22.; 2. Beyanat ve Tenvirler, 80–85.; 3. Divan-ı Harb-i Örfi; s. 15.; 4. Demokrasi Yolunda; s.114.; 5. İbn-i Mace, Fiten, 20.; 6. Şuâlar, s. 307.; 7. Kastamonu Lâhikası, s. 206.; 8. Mektubat, s. 417.

26.11.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Cehâlet mirası



Said Nursî'ye düşmanlık eden günümüz cahillerinin referansı, Turan Dursun, İmran Öktem, Çetin Özek, Neda Armaner gibi hüviyeti müseccel kimselerdir.

Muhaliflerine yönelik yalan, iftira, düzmece, karalama ve saldırı, onların karakterinde var.

Yapıcı değil, hemen her çıkışları yıkıcı ve kışkırtıcı, hemen her söz ve yazıları yanıltıcı mahiyette olmuştur.

Onun içindir ki, bu Müslüman milletin evlâtları, onlardan hiçbir hayır görmedi. Ama, zararlarını çok gördü. Zira, onlara uzun süre aldananlar oldu.

Bu noktanın geniş bir izahını, geçen haftaki yazılarımızda yaptık. Onun için, burada tekrara lüzum görmüyoruz.

* * *

Şimdi, ismini yukarıda sıraladığımız kişilerin ortak kanaatinin bir ifadesi olarak, hemen her vesileyle tekrarladıkları ortak bir metinden birkaç pasaj aktaralım. Ta ki, bunların ne mal oldukları daha iyi anlaşılsın.

İşte, aynı gürûhun bugünkü vârisleri dahil, 1964'ten bu yana tam 43 senedir Said Nursî hakkında tekrar edip durdukları incilerden(!) bir demet: (Parantez içindeki cevabî mahiyet arz eden söz ve izâhlar bize ait. MLS)

Herze–1) "Nurculuğun kurucusu Nurslu Said, yarı cahil, okuyup yazmasını bilmeyen bir adamdır.

"...1909'da Volkan gazetesinde yazdığı yazılarla kitleleri etkilemiş ve olayların büyümesinde etkili rol oynamıştır."

(Cevap–1: Bre mürekkepli cahiller! Bu tür ifadelerle kendi kendinizi tekzip ettiğinizin bile farkında değilsiniz. Anlaşılıyor ki, kin ve husûmet, muhakemenizi kilitlemiş, gözünüze perde çektirmiş. Acaba, hiç hatırınıza gelmedi mi ki, bir kimse okuma–yazma bilmeyecek kadar cahil ise, nasıl olur da bir gazetede yazı yazabilir? Haydi yazdı diyelim, cahil kişi nasıl olur da kitleleri tesir altına alabilir? Haydi kitleleri etkiledi diyelim, o tarihte kurulan ve sayısız insanı idama sevk eden mahkemenin Said Nursî hakkındaki "mâsumiyet kararı" da mı hiç hatırınıza gelmedi? Neyse, herzelerinize biraz daha devam edelim, bakalım...)

Herze– 2) "Said Nursî, bir zamanlar Doğu Bölgesinde şeyhlik faaliyetinde bulunmuş, İstanbul'da siyasete atılmış, siyasî bir derneğin kurucuları arasına girmiş, Volkan gazetesindeki yazıları ile 31 Mart Vak'asını körüklemiştir. O sıralarda Kürt Teâli Cemiyetine girmiş, Kürtleri Türkler aleyhine tahrike gayret etmiş, Cumhuriyet devrindeki yazılariyle de memleketin birliğini bölücü faaliyet göstermiştir."

(Cevap 2: Bre katmerli cahiller! Defalarca mahkemeye sevk edilen ve özellikle tarîkat yönü tahkik edilen Said Nursî'nin bugüne kadar kaç tane "mürid"i tesbit edilebildi? Bilhassa 1935 Eskişehir, 1944 Denizli ve 1948 Afyon Ağır Ceza Mahkemelerinden de mi haberiniz yok? Nursî'nin şeyhlik yönü gibi, herhangi bir siyasî bağlantısının tesbit edilemediği hususu da yine aynı mahkemelerin kayıtlarında var... Bir başka cehaletiniz de şudur: Sahi, nasıl oldu da 31 Mart Vak'asından Kürt–Teâli Cemiyetine birden zıplayıverdiniz? Yâ hû, bu iki vak'a arasında en az 9–10 yıllık bir zaman farkının bulunduğunu size hiç söyleyen olmadı mı? Birincisi 1909'un başlarında, ikincisi ise 1918'in sonlarında vuku bulan bu iki hadise arasında, ayrıca koskoca bir Dünya Savaşı geldi geçti yahu... Yıkıcı, bölücü faaliyet ise, o tamamen sizin vehminizdir, kuruntunuzdur; ayrıca, hiçbir mahkemenin tesbit edemediği vicdansızcasına bir isnat ve iftiradır.)

Herze– 3) "Nur Risâleleri müsbet ilmi inkâr etmekte, medenî icatları ise Kur'an ile izâha kalkışmakta... Nurculuk, maddiyatı, tabiatı ve modern felsefeyi tamamen red ve bütün dünya saadetlerini insanlara haram etmektedir."

(Cevap: Bre insafsızlar! Müsbet ilmin red yahut inkârına dair bir ifade, Nursî'nin hangi eserinde geçiyor? Bu kocaman iddiaya mukabil, en ufak bir delil dahi getirmeyene acaba ne demeli? Hem, medenî keşif ve icadların, Risâlelerde Kur'ân âyetleri ile izâh edilmesinden niçin rahatsızlık duymaktasınız. Yoksa siz Kur'ân'ın Allah kitabı olduğuna ve "Yaş–kuru ne varsa, içinde var" olduğuna inanmıyor musunuz? Said Nursî, evet sizin kamufle ederek aktardığınız maddecilik, tabiatçılık, dinsiz felsefe gibi küfür ve inkârdan beslenen cereyanları reddediyor. Onlara en susturucu ve bellerini kırıcı ilmî cevaplar da veriyor. Bütün bunlar gerçek. Ama, sizin şu iddianız kökünden yalan: "Said Nursî. bütün dünya saadetlerini insanlara haram etmekte.")

* * *

Aziz okuyucular. Yukarıda birkaç misâlini gördüğünüz herzelerin devamı ve benzerleri de var.

Zaman içinde bunlara gereken cevaplar verildi, verilmeliydi.

Aynen şimdi olduğu gibi, bundan sonra gereken cevapların verilmesine devam edilecek.

Zira, meydanı boş bırakmaya gelmez. Kamuoyunu yanıltmaya ve bilhassa yeni nesilleri iğfal etmeye, zihinleri bulandırmaya hevesli adamların nesli azaldı, ancak henüz tükenmedi.

Son olarak, muhtemel bir suâlin cevabını da vererek nokta koymakta fayda var.

Bazı okurlarımızın hatırına şu husus gelebilir: Yukarıda sıralanan herzeleri sarf edenler, sahiden olmuş mudur?

Cevap: Evet, aynı ifadeleri, başta Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in 1966'daki adlî yılın açılışında yaptığı konuşma metni olmak üzere, Turan Dursun ve Çetin Özek gibi, Said Nursî ve Nurculuk hakkındaki kitaplarında da bulabilirsiniz.

Ama, işin en acı bir tarafı da şudur ki: Bu iftiranâme ve hezeyannâmeleri ciddiye alarak, özellikle 1965'ten sonra pekçok Nur Talebesi takibe uğramış, evlerine baskın yapılarak kitapları müsadere edilmiş, hapishanelerde işkencelere mâruz bırakılmış; ancak, sonunda hiçbir suç delili dahi bulunamayarak, mazlûmlar tahliye ve kitapları iade edilmiştir.

Ayrıca, kitapların yakılarak imha edildiği de olmuştur. Bunun son bir örneğine bizzat şahit oldum. 1988'de İstanbul DGM'den "bilirkişi" olarak bize bir görev verildi: Sahiplerine iade edilmesi gerektiği halde, keyfi sûrette yakılan yüzlerce Risâlenin "maddî değeri"ni hesaplama görevi... (Cağaloğlu'nda bilirkişiliği kabul edecek hiç kimseyi bulamadıkları için, sonunda işi getirip bize tevdi ettiler.)

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah’ın gazabını celbetmek



Dürüst ve güvenilir olmak ticaretin en köklü kurallarından biridir. Hiç vazgeçemeyeceği, fedâ edemeyeceği, ruh ve kemiklerine kadar işlemesi gereken, olmazsa olmaz özelliğidir Mü’minin. Aldatan, hile yapan, kusurlu malı sağlammış gibi satan, fahiş fiyatla mal satan, çekini, senedini zamanında ödemeyerek başkalarının hukukunu çiğneyen, söz verip sözünde durmayan, ödemelerini sallayan, savsaklayan, kısacası dürüstlüğünü, güvenilirliğini yitiren, hele hele dinî kisve ve görüntüyle bunları yapan kişi İslâma ne kadar büyük bir kötülük yaptığının farkında mıdır acaba? “Güvenilir olmak en büyük zenginliktir”1 buyurmuyor mu Resûl-i Ekrem (a.s.m.)?

Bir gün pazarda dolaşırken bir buğday satıcısının yanına uğrayan, üstü parlak ve kuru olan buğdayın altına elini uzattığında yaş olduğunu gören Kâinatın Efendisinin (a.s.m.) sorusu şu olmuştu satıcıya: “Ey satıcı niçin bunun altı ıslak?” “Yağmur yağmıştı da ıslanmıştı ya Resullallah. Üstü kurudu. Altı yaş kaldı.” Efendimizin (a.s.m.) cevabı şu oldu: “İnsanlar görsün diye ıslak kısmı üste koysaydın ya!” Sonra da “Aldatan benden değildir”2 buyurdu.

Malın kusurunu söylemekle mükelleftir Mü’min. Söylemezse müşterisini aldatmış olur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Kusurunu belirtmeden bir malı satan kimse Allah’ın gazabı altındadır, melekler ona lânet ederler”3 buyurur.

İslâmı ruhuna sindirmiş, inandığı gibi yaşamaya çalışan, dünyanın fanî ahiretin bakì olduğunu, bu dünyada ebedî hayatı kazanmak için bulunduğunu düşünen ve ticaretini de buna bir vesile yapan insanlar birkaç kuruş para kazanmak için Allah’ın gazabı ve meleklerin lânetini çekmekten yılandan, akrepten kaçar gibi kaçarlar. Helâl kazancın bereketi yeter onlara. “Alışverişte çok yemin etmekten sakının. Bu yemin malı sattırırsa da bereketini yok eder”4 buyurur Resûl-i Ekrem (a.s.m.)? O, hem bir Müslümanın malını ele geçirmek maksadıyla, bilerek yalan yere yemin ederse Allah’ın gazabına uğramış olarak Onun huzuruna varacağı5 bilinci içerisindedir. Hem de Kıyamet günüde Allah’ın konuşmayacağı, rahmetle bakmayacağı, temize çıkarmayacağı ve acıtıcı bir azap vereceği üç kişiden biri de bir mal satarken şu veya bu fiyata satın aldığına dair yalan yere yemin eden kimsedir.”6

Ticareti ibadete dönüştürmek bunlardan kaçınmakla olur.

Dipnotlar:

1. Feyzü’l-kadir, 3:182.

2. Müslim, iman: 164; Ebû Davud, büyu’: 72; İbni Mace, Ticarât: 36.

3. İbni Mace, Ticarât: 45.

4. Müslim, Müsakat: 132.

5. Buharî, Ahkâm: 30; Müslim, Eyman: 220; Ebû Davud, Eyman: 1; Tirmizî, Büyu’: 42; İbni Mace, Ahkâm: 8.

6. Buharî, Müsakat: 5; İbni Mace, Ticarât: 30.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

“Risâle-i Nur” hizmetinin bir tezahürü



Şüphesiz eğer “kurtarılmayı bekleme” durumuyla karşı karşıya gelmişsek maddî hiçbir güç bu yöndeki derdimize bir çare olamayacaktır. Bilhassa bu gaddar asrın maddî ve mânevî hastalıklarından, sıkıntılarından bizi kurtaracak tek kuvvet manevî moral değerlerimizdir, yani İslâmiyet’in hakikatleridir. İnsanlık hayatının serüveni göstermiştir ki, insanları madde tek başına mutlu edememiş, her zaman manevî canipten medet beklenilmiştir.

Biz günümüz insanları, mânevî duygulara olan ihtiyacı bugün çok daha iyi anlayabilmekteyiz. Zira madde itibariyle imkânların zirvesine sahip olmamıza rağmen huzur bulmakta zorluk çektiğimizi görüyoruz. Bu sebepledir ki, biz insanlar başta olmak üzere bütün mahlûkatın ihtiyaçlarını en güzel bir şekilde karşılayan Rabbimiz, bizlere, bu zamanda mânevî açlığımızı giderebilecek mânevî dinamikler oluşturmuştur.

İslâmiyet’in insanlık âlemini nurlandırdığı ilk zamandan bu yana, insanlığın medar-ı iftiharı Peygamberimizi (asm) müteâkiben her asırda müceddid denilen yenileyiciler gönderilmiştir. Bu yüce insanlar, her asrın idrakine uygun bir şekilde İslâm dinini insanlara anlatmış ve bu insanlık dâvâsının müntesiplerine moral vermişlerdir. İşte hiç şüphesiz içinde bulunduğumuz asrın müceddidi de Bediüzzaman Said Nursî olmuştur.

Hayatı, mücadelesi ve azminin bir semeresi olarak Cenâb-ı Rabbü’l-âleminin kendisine bahşetmiş olduğu vehbî bir ilimle Risâle-i Nurları telif eden Bediüzzaman, yirminci asırdan itibaren iman âb-ı hayatına susamış insanlara önemli bir teselli olmuştur. Bugün Risâleler sadece Anadolu’da değil dünyanın her tarafında okunmakta ve böylece asrın gidişâtının zayıflattığı dinî hassasiyetler yeniden canlandırılmaktadır.

Kırk yıla yakın bir zamandır (acizâne) istifade etmeye çalıştığımız Nur Külliyatının insanlar için ne kadar büyük bir nimet olduğunu hissediyor, ancak bu duyguları ifade etmekten âciz kalıyoruz. Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınıp asrımız insanlarının anlayışına sunulan bu eser külliyatını ne kadar methetsek yine de azdır. Yine bu eserlere hizmet etmekle İslâmiyet ve iman hususunda yapılan hizmetin ne kadar değerli bir mazhariyet olduğunu da kelimelerle ifade edebilmemiz mümkün değildir.

Kur’ân’ın bir manevî mucizesi olan ve cihanşümul bir kapsayıcılığa mahzar olan Nur Risâlelerine hayatını vakfeden büyük ruhlu insanların insanlığa yaptığı hizmeti de kelimelere sığdırmak mümkün değildir. Bu sebeple inanıyorum ki, biz İslâm imanına sahip olan Mü’minlerin değeri, kendi dinlerine olan hizmetleri ölçüsünde artmaktadır. Çünkü İslâma hizmet insanlığın hem dünya, hem de ebedî hayat olan ahiretine hizmet etmek demektir.

İslâm’ın hakikatlerini insanlara göstermek ve onların bunlardan istifadesine sebep olmak, insanlığı küfür karanlıklarından kurtarmak ve onları kendilerine getirmek, akıllarını başlarına devşirmek demektir. Elbette insanlığın en büyük meselesi bu dünya hayatındaki imtihanı kazanmak ve ebedî hayat ve saadeti elde etmektir. İşte iman ve Kur’ân bunu sağlıyor, insanı kömür derekesinde iken elmas derecesine çıkarıyor.

Günümüz dünyasının bütün çekici yönlerine rağmen, bilhassa Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur ile insanların imanını kurtarmak için dünyalarını feda eden insanlar asrın en fedakâr insanı olmalıdırlar. Bu çerçevede, iman hakikatlerini muhtaç gönüllere ulaştırmak ve gençliği koyu küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtarmak için hizmet eden bütün insanları tebrik ve teşvik etmek vicdan sahibi olan her insana bir borçtur.

Bilhassa bugün üstünde bir çok oyunların oynandığı doğu vilâyetlerimizin Risâle-i Nur hizmetine çok ihtiyacı bulunmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da Risâle-i Nur hizmeti için büyük maddî imkânlardan fedakârlık yapılarak vücuda getirilen “Diyarbakır Kültür Merkezi”nin açılışında bulunmayı Rabbim bize de nasip etti. Bu mutlu güne, doğudan batıya, kuzeyden güneye bir çok gönül dostu sevinç gözyaşları ile şahitlik etti. Yıllardır bu beldede Risâle-i Nur hizmetlerini üstlenen ağabeylerimiz ile hizmeti devam ettirmeye hazır pırıl pırıl gençlerin kaynaşması orada bulunan herkesin gözlerini yaşarttı. Risâle-i Nur’la iman hizmetini ihlâs ve samimiyet dairesinde yürüten bütün gönül dostlarına binlerce tebrikler...

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Adalet sempozyumu ve barış içinde bir dünya



İnsanlık onuruna daha uygun bir hayatın en önemli şartlarından biri adalet olmalı. Bu temel Kur’ânî kavram aynı zamanda dünya insanlığının ortak değeri. İstanbul İlim ve Kültür Vakfının yurt dışından da olmak üzere katkıda bulunan kuruluşlarla birlikte düzenlediği adalet başlıklı sempozyum hem dünyanın gittiği asıl istikameti göstermek, hem de dünya genelinde Risâle-i Nur hakikatlerinin hangi noktaya geldiğini ortaya koymak açısından önemliydi. Farklı ülkeler ve farklı dinlerden gelen pek çok insan aynı hakikat etrafında halka olmuşlardı. Bu insanlardan bir kısmı bir zamanlar birbirleri ile savaşmış ülkelerin evlâtlarıydılar. Bu toplantıda aynı hakikat etrafında kardeşlik duyguları ile kenetlendiler. Bu durum dünyanın çıkış yoluna ve barışa giden yolun kaynağına da işaret ediyordu. Her sempozyumda farklı farklı isimlerin katılıyor olması Risâle-i Nur dostlarının hızla genişleyen bir halkaya dönüştüğünü ve artık din, dil, coğrafya ayrımı olmaksızın her kesimin ortak değeri olma istidadında olduğunu ortaya koyuyor. Bu tablo yavaş yavaş insanlığın özüne döndüğünün işaretlerini de gösteriyor. Küresel bir ölçüde yaşanacak olan saadet asrının emareleri de her geçen gün daha belirgin şekilde ortaya çıkıyor.

Hayat, anlamını yaratılış gayesi ile uyumlu şekilde ele alındığında buluyor. Fert çevresindeki her şeyi Rabbi ile irtibatlandırdığında varlığa yüklenen anlam o kadar farklı bir hal alıyor ki yaşadığınız her halin ve her saniyenin anlamlı olmasının getirdiği güzellikle yaşanan bir hayat elbette çok daha anlamlı ve yaşanmaya değer bir anlam ifade ediyor. Varlığın temel yapı taşı olduğu düşünülen zerrelere yüklenen anlam ve onların anlaşılması gerek bilimin, gerekse insanlığın en önemli problemlerinden biri olagelmiş. Belki de zerre anlamlı hale geldiğinde bütün varlıkların da anlamlı olacağı düşüncesi ile bu problem insanlığın gündeminde çok farklı bir yerde ve farklı bir önemde gözleniyor.

Diğer taraftan 24. Mektupta kâinatın Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) kabul edilmiş bir duası olduğunu ve kâinatın yaratılış maksadının ya da sebebinin bu güçlü dua ve o duaya amin diyen Mü’minler olduğunu ifade ediyor. Bu duâ sonsuz bir mutluluğun duâsı. Bu duâ Rabbi’nin güzel isimlerini hissetme duası. Bu anlamda ele alındığında hayatın gerçek güzelliği ve anlamı da bu arayışlarla ortaya çıkıyor olmalı. Gerçek mutluluk ve samimî barış ancak Allah’ı ortak duygularla hissedenlerin bir arada yaşadığı bir dünyada mümkün olabilir. Geçen zaman da insanlığın topyekûn bu noktaya doğru adım adım gittiğinin işaretlerini ortaya koyuyor.

İnsanlık ve bilim adamları uzun zamandır her şeyin anlamını ve işleyişini çözecek bir arayış içindeler. Süpersicim gibi teoriler bu arayışın sonuna doğru yaklaşıldığı ümidini doğurdu. Ancak belki de en temel problem anlam arayışını sadece maddî alanda ve fizikî yaklaşımlarla yürütmek oldu. Her şeyin teorisinin arayışı içinde her şeyin en temel özelliğinin ‘yaratılmış olmak’ şeklinde ortaya konmaması muhtemelen bilimin yaşadığı en büyük sıkıntı kaynağı. Bilim de bu anlamda seküler olmak takıntısından kurtulmalı ve eşyanın gerçek zemininden uzaklaştırılarak anlamlandırılması zorlamasından uzaklaşmalıdır. Sempozyumdaki muhteşem tablo her şeyin anlamının aranması gereken alan ile ilgili işaretleri de ortaya koydu. Artık yeryüzünde bulunan bütün idrak sahipleri olarak ortak değerimiz olan kullukta buluşmalı ve insanlığımızı ortak duygularla hissetmeliyiz. Bunun başarıldığı ân dünya muhakkak insanlık onurunun çok daha yükseldiği barış ve huzur dolu bir zemine dönüşecektir. Bunun da temelini adalet temsil edecektir. Evet, gerçekten adalet mülkün temelidir.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Adalet ve ihsan



Cenâb-ı Peygamber Efendimiz ‘Ketebellahu’l ihsane fi külli şey’ buyurmuşlardır. Yani Cenâb-ı Hakk her şeyde ihsanı yazmıştır. Burada anlatmak istediğimiz şey, ihsan ile adaletin birbiriyle olan uyumu ve birbiriyle olan ilgisidir. Bu iki hal ve makam birbirinden bağımsız değildir.

Sabık Papa John Paul ‘adalet ve bağış/af’ formülüyle ve yoluyla dünyanın sulhu sükûne kavuşacağını söylemiştir. Aslında, farkında mıydı, bilinmez, ama Papa’nın ortaya atmış olduğu bu adalet ve ihsan ilişkisi ve telâzumu bir âyet-i celilenin mazmunundan başka bir şey değildir. Devamlı Cumalarda okunan ve Ömer Bin Abdülaziz’in sünneti olan ‘innallahe ye’muru bi’l adli ve’l ihsani’ diye başlayan ve devam eden âyet. Âyette adaletle ihsan makamı arasında ilinti kuruluyor. Burası çok önemli. Demek ki Peygamberimizin de haber verdiği gibi, ihsan dairesi bütün manevî değerlerle irtibatlıdır. İhsanın irtibatlı olmadığı bir makam tasavvur edilemez.

Aslında, bu âlem Cenâb-ı Hakk’ın fazl ü keremi ve ihsanının feyazanından sudur etmiştir ve hâlâ da ihsanı ile kaimdir. Onun kayyumiyeti ihsaniyetinin bir boyutudur. İnsanoğlu ihsanın bereketiyle vardır. Dolayısıyla ontolojik düzlemde, bütün beşerin ve mahlûkatın varlığı ihsan makamına vabestedir.

Bediüzzaman Sempozyumunda birisi ‘Hürriyet adaletten sonra gelir’ dedi. Ontolojik makamda da ihsan adaletten önce gelmiştir. Dünya ve kâinat adaletin değil, ihsanın sonucu yaratılmıştır. Daha önce de temas edildiği üzre, bu hususta Mutezile nal toplamış ve azim hata etmiştir. Ehl-i sünnet anlayışına göre amellerin bir derece kadar etkisi olsa da nihaî kertede cennet ve ziyadesiyle cemalullah onun ihsan ve fazl ve kereminin bir sonucudur. Bazı sufilerin Cenâb-ı Hakk’ın kâinat gibi bir ayineye muhtaç olduğunu ve bu aynada kendi şuunatını seyrettiğini ve dolayısıyla bilinmek ve anlaşılmak için kullarına muhtaç olduğunu söylemesi türrehakt kabilindendir. Adeta Mutezile’nin yamuk adalet anlayışına benzer.

Bu sözlerin bir değeri yoktur. Vallahu ganiyyun ani’l alemin’dir. Bununla birlikte ontolojik makamda ihsan adaletten önce geliyorsa da hukuk bağlamında adalet ihsandan önce gelmektedir. Hukuk düzleminde adalet, ihsana tekaddüm etmiştir. Bundan dolayı da ‘Allah adaleti ve ihsanı ikame etmenizi ve yerine getirmenizi emreder’ ifadesindeki tertip hukuk terazisinde aynen geçerlidir. Hukukta önce adalet, sonra da af ve bağışlama gelir. Müfredat sahibi Ragıb el Sİsfehani gibilerin de ifade ettikleri gibi, ihsan adaletin fevkindedir. İhsan in’amdan daha geniş olduğu gibi adaletten de daha kapsamlıdır.

***

Ragıb el İsfehani adaleti şöyle tanımlar: “Adalet kişinin üzerinde olanı ödemesidir. Hakkı olanı da almasıdır. İhsan ise, üzerinde olandan fazlasını vermesi ve hakkından az olanı alması ve onunla yetinmesidir. İhsan adalet üzerine zaittir. Bu durum muvacehesinde, adaleti aramak farz ve vaciptir, ihsanı aramak ise nedb ve tatavvudur...”

İhsan herşeyin has dairesidir. Adaletin has dairesi olan ihsan bağış ve af makamıdır. Şeriatın has dairesi olan ihsan ise bir nev'î tasavvufa tekabül etmektedir. Şeriat dairesinde ihsan tasavvuf makamıdır. Bu anlamda, Buhari kaynaklı meşhur Cibril hadisinde şöyle tarif edilmiştir: “İhsan: Allah’ı görürcesine ibadet etmendir. O’nu görmesen bile O seni görmektedir...” Şeriat dairesinde ihsan makamı budur. İhsanın meyvalarından birisi hakikat diğeri de marifettir. Marifetullaha ulaştıran makamlardan birisi ihsan makamıdır. Bu anlamda, hadis-i şerifte de tarif edildiği gibi, ihsan makamı murakabe makamıdır. Daima Allah’la birlikte olmaktır. Nakşibendilik bunu şöyle formüle etmiştir: Halvet der encümen. Şazeliyye tarikatında da buna benzer tarifler vardır: El yedu fi’l hanut vel kalbu fi’l melekut’ gibi..El, işte, aşta gönül ise Allah’la başbaşadır.

***

Şeriat dairesinde zekât bahsinde de ihsan makamı vardır. Bu makamda, zekât haricinde sadaka ve fakir fukaraya yapılan her yardım ve onları gözetmek ihsan makamıdır. Keza kurban ibadetinde ihsan makamı ise hayvanı keserken rahatlatmak ve ona eziyet etmemektir. Eza ve cefa ihsan makamına ters düşer. Demek ki, dinin her babında ve onun ötesinde şeriatın her babında ihsan makamı vardır. İhsan makamı her babın has dairesidir. Umumî değil, hususî olduğundan dolayı bazı itirazlara da konu olmuştur. Ama bütün melek ve melekut ihsan makamının iyalidir. Bundan da insanlar iyalullah yani Allah’nı ailesi olarak tanımlanmıştır. İhsan makamı makamların en güzelidir. İnsanı teshir etme ve esir etme hassiyeti ve özelliği vardır. Bundan dolayı ‘el insanu abidü’l ihsan’ denmiştir. İnsan ihsanın yani iyiliğin kulu ve kölesidir. İmam-ı Ali’den bu mânâda ‘ennasu ebnau ma yühsinun’ ifadesi menkuldur. Aynı mânâya gelmektedir. İnsan iyiliğin kölesidir. Adalet kâinatın dengesi, ihsan ise mayasıdır vesselâm.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu kızı nasıl ağlattınız?



Önce sabırla şu haberi okuyalım: “Adana’nın Kozan ilçesinde Belediye Sinemasında düzenlenen Öğretmenler Günü etkinliğinde yarışma birincisi başörtülü öğrenci kürsüden indirildi. Öğretmenler Günü temalı kompozisyon yarışmasında ‘Bir Öğretmen Olmalı’ başlıklı yazısıyla birinciliği kazanan Kozan İmam Hatip Lisesi öğrencilerinden Tevhide Kütük ödülünü almak için kürsüye çıktı. Kozan Kaymakamı (...) ve Garnizon Komutanı (...), “İndirin onu” diyerek tepki göstermesi üzerine Tevhide Kütük, İl Milli Eğitim Müdürü (...) tarafından kürsüden indirildi. Gözyaşları arasında kürsüden inen öğrenci, Millî Eğitim Müdürü (...)’ın karşısına gelerek ‘Neden hocam?’ diyerek tepki gösterdi.” (Yeni Şafak, 25 Kasım 2007)

Haberi duyuran gazete, “Bu kızı nasıl ağlattınız” diye sormuş. Taraf gazetesi de aynı haberi “‘Hoyrat devlet’ bir genç kızı böyle ağlattı” başlığıyla okuyucularına sunmuş. (25 Kasım 2007) Haberin ayrıntılarında da başörtülü öğrencinin kürsüden indirilmesi üzerine bu yakışıksız davranışı protesto eden velilerin salonu terk ettiği anlatılmış. (Yeni Şafak, 25 Kasım 2007)

Eğer Türkiye ‘hür ve demokrat bir hukuk devleti’ ise, bu yanlışlara imza atanların; kanun önünde hesap vermesi gerekir. Dünya âlem biliyor ki, başörtüsünü yasaklayan ve halen yürürlükte olan bir kanun maddesi yok. O halde, bu kanunsuz uygulamalara sebep olanlara uygulanması gereken hukukî bir müeyyide yok mu?

Hiç kusura bakılmasın, ama burada asıl kabahatli olan; birinci olduğu halde o öğrenciyi sırf başörtülü olduğu için kürsüden indirenler değil, onlardan daha önce buna göz yumanlar ve bu yanlışa imza atanlara hukuk önünde hesap sormayanlar, soramayanlardır.

İktidara talip olanlar; milletin sıkıntılarına çare olmayacaklarsa niçin o makamlara talip olurlar? Ortada dünyanın da bildiği bir yanlış uygulama var ve milyonları mağdur ediyor. Son haber, bunun sadece bir örneğidir. Bu kadar kanunsuz, bu kadar keyfi uygulamalar sürüp gidecekse ve ‘tek başına iş başına’ gelen hükumet de bunları seyredecekse millet kime derdini anlatsın?

Son uygulamada da görüldüğü üzere, bu tavırlar millet ile devletin kaynaşmasını engelliyor. Bu kanunsuz yasağın hâlâ devam ediyor olması millete en büyük haksızlıktır. Bu ‘haber’i duyan “muasır medeniyet seviyeleri”ne ulaşan ülke yöneticileri ne der? Kanunsuz bir yasağı bu kadar savunmak, sürdürmek ve milletin göz yaşlarının sel olmasına seyirci kalmak ayıp değil mi?

Tekrarlamakta fayda var: Bu ve benzeri uygulamaların bütün vebali Türkiye’yi ‘idare eden’lerdedir, hükümettedir, başbakandadır. Memurlar ya da amirler bir hata yaptıklarında, eğer kanun önünde hesap vermiyorlarsa bu yanlışlar sürüp gider. Bu hadiseler karşısında “görmez, duymaz, konuşmaz” olanlar ağır bir vebal altındadırlar. Son yıllardaki tavırlar da bir defa daha gösterdi ki, bir yanlışı inkâr etmekle, görmemekle o yanlış düzelmiyor. Başörtüsü yasağı kökten yanlıştır ve bunun devamından da tabiî ki kesinlikle hükümet sorumludur. Ya bu yasağı kaldırın, ya da bu yasağı kaldırın! Bir başörtülü öğrenciyi değil, bütün bir milleti ağlattınız. Allah size insaf, millete sabır, yöneticilerimize de “iz’an ve medenî cesaret’ versin. Amin.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

YÖK üniversitesinin Meclise cevabı!



Şikâyetçi bir toplum olduğumuz kadar gereğini yapabilsek bir çok problem büyümeden biter. En sade vatandaştan devletin kurumlarına kadar bu hastalık o kadar yaygın ki. Buna en güzel örnek TBMM Başkanı Köksal Toptan'dan geldi.

Yasama Derneği'nin "Yasama Sürecine Sivil Toplum Katılımı: Bir Sistem Arayışı" sempozyumuna ev sahipliği yapan Toptan, Adalet Komisyonu başkanıyken yaklaşık 1000 (bin) yere Türk Ceza Kanunu tasarısını gönderdiklerini ve bu konuda görüş istediklerini hatırlattı.

Toptan'dan dinleyelim: "Gelen katılım sayısı 65 civarındaydı. Türkiye'de 33 tane hukuk fakültesi var. Hukuk fakülteleri bile çok temel bir yasa olan ceza kanununa ilgi göstermedi."

Hele bazı üniversitelerin verdikleri cevap YÖK üniversitelerinin içler acısı halini ortaya koyması bakımından çok önemli. Başkan Toptan, üniversitenin adını vermeden olayı anlattı: "Türk Ticaret Kanununu (TTK) yaklaşık 700 yere gönderdik. Ona gelen cevap sayısı da 60'ı geçmedi. Çok ilginçtir. Bir üniversitemiz bizim gönderdiğimiz TTK'ya görüş bildireceği yerde bir mektupla cevap verdi. Dedi ki, 'Göndermiş olduğunuz Türk Ticaret Kanunu adlı kitap öğretim üyelerimizin ve öğrencilerimizin yararlanması için üniversitemiz kütüphanesine konulmuştur."

Toptan, bu sözlerini dinleyen STK temsilcilerine şu öğüdü verdi: "Şimdi sizin katılımınızı istiyoruz, ama böyle bir katılım istemiyoruz."

Alnı öpülesi milletler

Eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç tam bir kültür adamı. Çok okuyan bir siyasetçi. Meclis lokantasında hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Atilla Koç, konudan konuya geçti. Dünyada ve Türkiye'de ahlâkî yozlaşmaya dikkat çekti. Beşiktaş'ın gidişatından çok memnun olmadığını anlattı.

Koç'un sohbet sırasında son günlerin gündemiyle ilgili bir cümlesi çok çarpıcıydı. Terör, şehit cenazeleri, operasyon tartışmalarının toplumu gerdiğine dikkat çeken Koç, "Bu kadar tahrike ve olaylara rağmen Türkler ve Kürtlerin oyuna gelmemesi çok önemli. Ben bu Türk'ün de bu Kürt'ün de alnından öperim" dedi.

Konsoloslukta mahşeri beklemek

Dışişleri bürokratlarının, özellikle büyükelçilik ve konsolosluk görevlilerinin vatandaşla ilişkileri sıkıntılıdır. Fazlasıyla resmîdir. Tabiri caizse buz gibidir. AKP Konya Milletvekili Mustafa Kabakçı da başından geçen fıkra gibi bir diyaloğu anlattı:

"Yurt dışında öğretmenlik yaptığım dönemde, Türkiye'yi hiç görmemiş bir Türk öğrenciye ahiretle ilgili bir şeyler anlatıyoruz. Çocuk dedi ki: 'Biz bugün ölürsek mahşere kadar nasıl bekleyeceğiz öğretmenim?' Ben de dedim ki: 'Kitap diyor ki, iyi insansanız zamanın nasıl geçtiğini bilmezsiniz, ama kötüyseniz, gerçekten zaman geçmek bilmeyecek, sıkıldıkça sıkılacaksınız.' Çocuk: 'Öğretmenim desene kötü adamlar konsoloslukta bekler gibi bekleyecek' dedi.

Naçizane Bölükbaşı ve AB

Eski Dışişleri bürokratı, yeni MHP Ankara Milletvekili Deniz Bölükbaşı AB hakkında ne düşünüyordur sizce. Bölükbaşı bunu saklamadı. Plan ve Bütçe komisyonunda AB'ye bakışını şöyle açıkladı:

"Ben, naçizane, Avrupa Birliği'nin ciddî bir proje olduğunu düşünen bir arkadaşınız değilim. Brezilya pembe dizisine dönüşme istidadı gösteren, sanal bir süreçtir."

Devletin "aksakallı" bakanı!

Ankara Ticaret Odasında (ATO), 2005-2006 yılı kurumlar ve gelirler vergisi rekortmenleri için plaket töreni düzenledi. Törene, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün yanı sıra bakanlar da katıldı. Kürsüye gelen ATO Başkanı Sinan Aygün, Cumhurbaşkanı Gül'e ve hükümete övgüler yağdırdı. Aygün, konuşmasının son bölümünde hükümetin ve devletin "aksakallı"sını, "akil adamı"nı da ilan etti: "Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcımız Sayın Cemil Çiçek ağabeyim, hükümetimizin daha da ileri giderek devletimizin akil adamı, aksakallı bilge kişisi olarak yıllardır bizi yalnız bırakmadı. Biz burada Cemil Çiçek bakanımın varlığıyla nasıl güven duyuyorsak inanıyorum ki kabinedeki sayın bakanlarımız da aynı güveni hissediyorlardır. Varlığını her zaman bir şans olarak gördük."

Bahçeli ve Baykal'ın "iç çatışma"sı

"Ülkemizde iç çatışmanın fitilini ateşlemek anlamına gelecek bir teslimiyet… Türk milliyetçileri henüz son sözünü söylememiştir." MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli son grup toplantısını bu sözlerle tamamlamıştı.

Son dönemlerde sağduyulu yaklaşım sergileyen MHP giderek sertleşiyor. Sertlik politikası sadece tabanını rahatlatmakla sınırlı olmamaya başladı. İç çatışma ifadesi bunun en önemli göstergesi. Hatırlanacağı gibi 367 hadisesinin yaşandığı günlerde Deniz Baykal da iç çatışmadan söz etmişti. Şükürler olsun herhangi bir iç çatışma yaşanmadı. Ancak Bahçeli'nin "iç çatışma"sının Baykal'ınkinden farklı olacağı tecrübeyle sabit.

Aman dikkat. Öfkeyle kalkmayalım…

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kur’ân’da “gayr-i müslimlerle dostluk” meselesi... (1)



Ertuğrul Özkök, önceki günkü yazısında (Hürriyet, 24 Kasım 2007) Malatya’da bir yayınevinde öldürülen üç kişinin duruşmasıyla ilgili haberlerden hareketle, Müslümanların “Hıristiyan ve Yahudilerle dostluğu”na dair âyet hakkında bazı “değerlendirmeleri” aktarmış.

Görünen o ki mesele, “İstanbul’un en turistik ilçelerinden Eminönü’nde bir cami”nin panosuna yazılan, Mâide Sûresi’nin 51. âyetinin doğruluğu değil, muhabirlerin Müftülük ve Diyanet nezdindeki “sorgulamaları”ndan ortaya çıkıyor.

Garâbet, “Hürriyet’in yayın kurulu”nu karıştıran camideki âyetin hükmü değil, bu hükmün tefsir ilmince mânâsı ve tatbikine dair yetersiz teşhisten ileri geliyor...

* * *

Hemen belirtelim, Özkök’ün ifâdesiyle, “Diyanet İşleri Başkanlığı, cami kapılarına güzel âyetlerin asılmasını teşvik ediyor” cümlesindeki “güzel âyetler” tâbiri, baştan sona güzel ve vahyin eseri olan Kur’ân âyetleri için en azından hiss-i zâhiriye aykırı ve sakil kaçıyor.

Keza, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı İzzet Er’in konuyu inceletip, Kur’ân âyetlerinin halkın anlayacağı tarzda camilerdeki panolara asılması hakkındaki “Başkanlık genelgesi”ni hatırlattıktan sonra, İstanbul Müftülüğüne tâlimat verdiklerini ve imam hakkında gereken ikazı yapacağını söyledikten sonra, “Zeynep Sultan Camii’ndeki yazıyı doğru bulmadık” cümlesi, doğrusu kulağa pek hoş gelmiyor.

Yine Eminönü Müftüsünün, “günlük sıkıntı veya ihtiyaca göre âyet ya da hadis-i şerifleri hoca efendilere söylüyoruz, yazıyorlar. Mâide Sûresi’nin 51. âyetini biz belirlemedik” demesi doğru bir tesbit. Ancak nakledildiği üzere devamında, “Ben hocaefendiyi hemen arayacağım; bir ihtar yazısı yazıp hemen kaldırttıracağım, Kur’ân âyetlerini tartışmayız ama her âyet her yere yazılmaz” cevabında bir nebze kantarın topuzu kaçmış gözüküyor.

Çünkü burada “ihtar” edilmesi gereken, diğer bütün âyetler gibi Hak’tan gelen ve hak olan âyet-i kerimeyi yazan hocaefendiden ziyâde, bu âyetin kapsadığı mânânın iman ve fıkhî hudutlarının izâh edilmeyişidir. Bir tür klâsik bürokrasi edasıyla, “soruşturma açıldı” geçiştirmesine başvurulmasıdır.

Belki de muhabirlerin onca olay arasında mal bulmuş mağribi misâli haberin soruşturması üzerine gitmeleri, bu “panik” ve “tepki”de payı oldu. Medyanın hâdiseye önyargılı yaklaşıp çarpıtmasından korkuldu.

Ancak öncelikle şunu belirtelim; tefsir usûlü ilmi bütün âyetler için, en çok da bu ve benzeri âyetlerin sahih tefsiri için gereklidir. Aksi halde Kur’ân’ın bütününden, Peygamberimizin hadislerinden, “icmâ-ı ümmet”le sahabelerin yaşayışından, “kıyas-ı fukâha” ile İslâm âlimlerinin âyet ve hadislerin kıyasıyla tefsir ve tesbitlerinden âzâde, her önüne gelenin âyetin zâhirinden “anladığı”yla hüküm çıkarmaya kalkışması, yanlışlara sebebiyet verir. Çoğu zaman mezkûr âyette olduğu gibi, ya mânâ eksik kalır ya da hatalı bir hükme varılır.

Bunun içindir ki, gerçek mânâsı bilinmezse bile, insaflı olanın, âyet ve hadisleri bilmeden “sorgulamak” yerine, “ya bir tefsiri, ya bir te’vili, ya da bir tâbiri vardır” deyip ilişilmemesi, inanca ve vahyin esasına saygının ilk şartıdır... (Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, Mektûbat, 315)

* * *

Doğrusu, doğru bir tefsir için, âyetin nüzul sebebinden, “siyak ve sıbakı” denilen öncesi ve sonrasına kadar bir çok hususun gözönüne alınması icâb eder. Bunu da ancak gerekli ilimlere vâkıf müfessirler yapabilir.

130 eserle Kur’ân tefsirini te’lif eden ve bu âyetin mânâsı dahil, iman, hayat ve kâinat ilişkisinden, günümüzde yapay din ve fen çatışması tehevvümünden, sosyal hayatta başgösteren yüzlerce istifhama yine Kur’ân’dan aklî ve mantıkî cevaplar veren Bediüzzaman Said Nursî’nin etraflı tesbitleri var.

İkinci Meşrûtiyet sonrasında, Şarkî Anadolu’daki aşiretlere, meşrûtiyet dersini veren, demokrasi ve cumhuriyetin gerçek mânâsının Kur’ân’daki “şûra ve istişâre âyetlerinin emri”yle bağdaştığını anlatan Nursî, ilk baskısı 1911’de İstanbul’da Osmanlıca yapılan “Münâzarât” adlı eserinde konuyu tefsir usûlünce izâh eder.

Kaldı ki Müslümanların kimden ve nereden olursa olsun iyiye ve doğruya talip olmaları, daha önce kendi malları olan bilim, teknoloji ve medeniyeti iktibas etmeleri, İslâmın bir buyruğudur. Bu buyruk, Peygamberimizin en bilinen emir ve tavsiyesiyle, “İlim Çin’de de olsa alınız” hadisiyle on dört asrı aşkındır tatbik sahasında...

Mâide Sûresi 51. âyete gelince. Bunu da Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın bu içtimaî hükümlerini izâh eden sözkonusu eserinde bulmaktayız. İnsanî ve medenî münâsebet ve dostlukların bu âyetin “yasaklama” hükmüne girmediğini anlamaktayız.

Yarın bu tefsirin ışığında âyetin hükmüne açıklık getirelim...

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Fırsat kaçmadı



Kadın İlmihali hediyemiz için, bir hafta önce başlayan kupon neşri devam ediyor. Bugün sekizincisini verdiğimiz kuponlardan, kampanyaya geç katıldığı için eksiği olanlar, 59 kuponun bitiminde yayınlayacağımız yedek kuponlarla eksiklerini tamamlayabilirler. Yani, önceki hediyelerimizde uyguladığımız sistem, Kadın İlmihali’nde de geçerli. Bu itibarla, kupon başlama tarihinden sonra gazetemize abone olmayı düşünenlerin endişe etmesine gerek yok.

***

STK Fuarı

Türkiye Gönüllü Kültür Teşekkülleri Vakfının organizatörlüğüyle 15-18 Kasım tarihlerinde Eyüp Feshane Kültür Merkezinde gerçekleşen Uluslararası STK Fuarına Yeni Asya olarak bizim de katıldığımızı biliyorsunuz. Türkiye’den ve İslâm ülkelerinden çok sayıda STK’nın temsil edildiği fuardaki varlığımız, Yeni Asya’nın ve hizmetlerinin tanıtımı açısından çok faydalı oldu. Bu çerçevede katılımcılara ve ziyaretçilere çok sayıda Arapça ve İngilizce Risale-i Nur dağıtma imkânı bulduk.

Organizatörlere tebrik ve teşekkürlerimizi sunuyor, İslâm kardeşliğini ve dayanışmasını güçlendirecek böyle etkinliklerin artarak devamını diliyoruz.

***

Eraçıkbaş Dubai’de

Farklı organizasyon ve davetlerle katıldığımız dış geziler sürüyor. Yayın Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş, Müstakil İşadamları Derneğinin (MÜSİAD) düzenlediği Birleşik Arap Emirlikleri gezisine katılıyor. Eraçıkbaş, Arap ve Körfez sermayesinin önemli merkezlerinden biri haline gelen Abu Dhabi’de MÜSİAD tarafından tertiplenecek Uluslararası İş Forumunu, geziye davetli 250’ye yakın işadamı ile birlikte takip edecek. Dünya turizminin gözde yerlerinden Dubai’nin de ziyaret programında bulunduğu gezi dönüşü Eraçıkbaş izlenimlerini bizlerle paylaşacak.

***

İdare gazeteleri

Abone-Dağıtım Servisimizin verdiği bilgiye göre, 19 Kasım’dan itibaren, idare gazeteleri mevcut tirajlara ilâve edildi. YAYSAT ödemelerindeki fark, buradan kaynaklanıyor. Bundan böyle idare gazetelerinin bedelleri temsilcilerimizin kitap, dergi, ilân hesapları varsa oradan düşülecek; yoksa bize bildirecekleri hesap numaralarına haftada bir tarafımızdan nakit olarak yatırılacak. Ayrıntılı bilgi için 0 212 630 48 35 ve 0 532 267 27 72 no’lu telefonlara müracaat edilebilir.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Çöle bırakılan İsmailler



Hz. İbrahim’in (a.s.), İbrahim Sûresinde geçen “Ey Rabbim! Beni ve neslimi namazı devamlı kılanlardan eyle” duası meşhurdur. Namazın hem dinin direği olması, hem de tüm ibadetlere câmi olmasıyla; neslin, Âlemlerin Rabbine olan kulluk vazifesi, bekası ve manevî değerlerle birlikte muhafazasının ne kadar önemli olduğu anlaşılır.

Maddî kazanımlar gibi manevî kazanımların da elbette heba olup gitmemesi önemlidir. Manevî değerler de eksiksiz olarak gelecek nesillere mutlaka aktarılmalı ve sahip çıkılmalıdır. Çoğu kişinin hasbelkader elde ettiği ya da birilerinin yoğun gayret ve himmetleriyle elde edilen hakikatlerin gelecek nesiller için aynı ortamları bulabileceği garanti değildir. İster şans deyin, ister kısmet deyin, ama gelecek nesiller şimdikiler kadar iyi imkânlara sahip olmayabilirler. Onlar için en büyük avantaj zaten içinde bulundukları hakikatı tanıyan ve sahip çıkan bir aile veya bir çevrenin varlığıdır. İlâveten ileriki hayat safhalarında da himmetli ve gayretli kişilerle karşılaşma fırsatları olmayabilir. Yani hayat hep fırsatlarla dolu değildir.

Önceki ya da mevcut nesillerde bir mahalle, bir sınıf ya da bir okul içerisinde bir kişiye bile ulaşabilmek büyük hizmet olarak kabul ediliyordu. Yüzde bire bile ulaşabilmek bir başarı iken, şimdi yüzden birini bile kaybetmek büyük bir kayıptır. Çünkü bunlar eldedir, yanımızdadır, içimizdedir hatta Hz. İbrahim ve çocuklarında olduğu gibi bizden birer parçadır. Ayrıca onlar doğuştan da bu hizmet-i imanîyede vazifelidirler. Onların âhiret saadetini—Allah korusun—kaybetmeleri bizim için büyük kayıptır. Elbette bir müminin önemli bir vasfı olan şefkatin gereği olarak, toplumun tamamını da ailemizin bir ferdi imiş gibi düşünüp âhiret saadetleriyle yakından ilgilenmemiz ve ızdırabını duymamız gerekiyor. Ancak kişilerin sorumlulukları iç içe daireler gibi olduğundan ve en büyük sorumluluk da en içteki dairede olduğundan yakın çevremizdeki kayıplar diğerlerine göre daha çok ızdırap verir.

Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Hacer’in “Ey İbrahim! Bizi bu çölde nereye bırakıp gidiyorsun” sorusuna karşılık, onları rablerine bıraktığını ifade etmişti. Evet Hz. İbrahim (a.s.) emir gereği onları, rabbinin inayetine bıraktı. Ancak Hz. İsmail (a.s.) büyüyüp geliştiğinde Cenab-ı Hakkın emriyle, bir rivayete göre ilk defa Hz. Âdem (a.s.) tarafından inşa edilen Kâbe’nin temellerini bulup onu yeniden inşa etti. Artık ikinci nesil ile birlikte taş üstüne taş koydular. Ortaya kıyamete kadar devam edecek bir bina bir müessese çıktı.

Hz. Hacer, tarihte benzerine az rastlanılan hanımlardan birisidir. O, bir şehrin, bir milletin ve bir medeniyetin kurucusu ve anasıdır. Hz. İbrahim’den ders ve terbiyeyi almış tüm bu sorumlukları taşıyacak bir sadakat, dirayet ve şuur sahibiydi. Hz. İsmail’in babasından aynı eğitimi alma imkanı olmadığı tarihçe malum. Nübüvvet vasıtasıyla vahiy ve ilhama mazhar olması ayrı bir konu. Evet öyle bir eğitim almadı ancak ona ve kıyamete kadar gelecek nesillere Kâbe ihsan edildi. Malumunuz Kâbe, sadece bir dört duvar değil, hem mabed, hem mekteb ve hem de istikamet gibi pek çok muazzam hususiyeti içine alan nuranî bir müessesedir.

Günümüze gelecek olursak; çoluk-çocuk dizimizin dibinde bile olsa; hayat şartları, okul, çevre ve medya gibi sebeplerle neredeyse onların insafına terk edilmiştir. Çoluk-çocuğumuzu terk edip gittiğimiz medeniyet sahrası, gerçekte Mekke kayalıklarından daha şiddetli, Arabistan çöllerinden daha yakıcı, daha kurak ve daha tehlikelidir. Ancak nazarlar hep dünyaya çevrildiği için hakikatlar tersyüz olmuş. Medeniyet, binler fanteziyle tıpkı bir serap gibi çölleri vaha, vahaları da her nasılsa çöl olarak gösteriyor.

Çöle bırakılan zamanımızın İsmailleri için mutlaka taş üstüne taş koymak, öncekilerin yaptığına zamanın gereği olarak başta eğitim olmak üzere mühim sahalarda bir şeyler ilave etmek gerekiyor. İman hizmeti esasta ve merkezde çekirdek olarak devam etmekle birlikte, hayat safhası tam içinde olduğumuz bir safhadır artık. İdeolojilerin çöktüğü, devletçiliğin sahneyi terk ettiği, sivilleşmenin her sahada arz-ı endam ettiği bir dönemde hayat safhasındaki ve müesseseleşmekteki ihmaller çöle mahkum olmak demektir.

26.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri