|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tetikçinin foyası |
|
Tetikçi yazarın peşine takılıp, iftiralarını Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda gündeme getirmeye kalkan CHP’li Mustafa Özyürek, durduk yere kendi kendisini zora sokmuş.
Tetikçinin talihsiz yazısından bazı cümleleri komisyonda okuma gafletinde bulunan Özyürek, AKP’li üye İbrahim Hasgür’ün “Bunlar yalan, yok böyle birşey” tepkisiyle karşılaşmış.
Ve Hasgür, “Kaynak var mı?” diye sormuş.
Bunun üzerine Özyürek, tetikçinin yazısında sözümona eser adı ve sayfa numarası verilerek sıralanan alıntıları okumaya koyulacak olmuş.
Ama Hasgür yine itiraz ederek “Kitapları getirtelim, birlikte bakalım” teklifinde bulunmuş.
Sonrasını bilmiyoruz. Ama yapılması gereken bu. Özyürek ciddî ve samimî bir siyasetçi ise, bu teklife “evet” demeli ve kitapların orijinallerine bakılarak iddiaların sıhhati tahkik edilmeli.
Tetikçinin foyası o zaman meydana çıkacak.
Nitekim hadise bu noktaya gelince onda da şafak atmış görünüyor ki, manevra yapıp, “Bu risalelerin daha sonraki yıllarda çıkan ve suç unsuru içeren sözlerin ayıklandığı ‘açıklama’larına değil, orijinallerine bakın” akılları veriyor.
Ve bu ifadesiyle bile konunun ne kadar uzağında ve yabancısı olduğunu ortaya koyuyor.
Çünkü risalelerin orijinalleri ilk yazıldıklarında ve 1950’lerin sonlarında matbaalarda basıldıklarında ne ise, bugün de aynı. Arada hiçbir fark yok.
Dahası, o günlerin konjonktüründe farklı gerekçelerle neşrolmayan bazı bölümler, bugün yapılan yeni baskılara eklenmiş durumda.
Yani, tetikçinin iddiasının tam tersine, risalelerde sonradan yapılan bir “çıkarma” yok, evvelki baskılarda yer almayan bazı bölümlerin, o günlerde geçerli olan sakıncalar ortadan kalktığı için, istişareler sonucu yeni baskılara ilâve edilmesi vâkıası var.
Ama bu ilâvelerin de, tetikçinin diline doladığı asılsız iddialarla uzaktan yakından bir ilgisi yok.
Risalelerin orijinalleriyle “açıklama”larını birbirine karıştırmamak gereğinden de söz ediyor tetikçi. Bunu kendisinden başka yapan var mı ki?
Bu çerçevede, söz gelişi, Mektubat’ın 1958 baskısında da, 2007 baskılarında da, tetikçinin—hem de sayfa numarası vererek (401)—iddia ettiği gibi, “Laik bir devlet düzeni şeriata aykırıdır. Türkiye kuruluşu itibariyle dinden uzaklaştırılmış ve dine karşıdır” şeklinde cümlelere rastlayamazsınız. Zira yok. Olmayan şey için “var“ iddiasında bulunan, göstermek zorunda.
Aynı şekilde, Atatürk idaresi için kullanıldığı öne sürülen “Hadislerde gösterilmiş bulunan dehşetli ahirzamandır (kıyamet günleri). Dinsizlik, kanunsuzluk, ifsat (kargaşa) komitelerinin faaliyet yıllarıdır” ifadelerini, bugüne kadar basılmış Sözler nüshalarının hiçbirinde bulamazsınız. Gerçi Said Nursî’nin Atatürk’ü ve icraatlarını eleştirdiği doğru, ama hem bu ifadeler onun üslûbu değil, hem de gösterilen kaynak yanlış.
(Tetikçinin parantez içinde verdiği anlamlar cehaletinin bir diğer işareti, o da ayrı bir konu.)
Zülfikar isimli eser kaynak gösterilerek verilen “Müslümanlara Kur’an dışında bir anayasa lâzım değildir” ifadesi de ne adı geçen eserde, ne de Bediüzzaman’ın diğer kitaplarında yer alır. Ki, Said Nursî’nin görüşü tam aksi yöndedir.
Velhasıl, tetikçi baltayı taşa fena vurdu ve peşine takılan CHP’liyi de fena halde mahcup etti.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
İsyan duygularına dikkat! |
|
İsyan duyguları ile baş etmek kolay değil insanoğlu için. Bu duyguların tahribinden benlikleri kurtarmak büyük iş başarmaktır. Bu başarıyı gösterebilmek insanlığın en önemli hedefidir. Bu hedefe varmaktır bütün meselemiz... Ama ne yazık ki zordur insan olmayı başarmak bu dünyada. Çünkü insan olmayı engelleyen, güzelliklere ulaşmayı zorlaştıran, çirkinlikleri gözlere güzel gösteren unsurlar etrafımızı olabildiğince sarmıştır. Karanlıklar aydınlıkları bastırmak için büyük çaba içindedirler adeta...
Karalar bizlere ak olarak görünmekte, gösterilmekte. Aydınlıklarla beslenmesi gereken duygularımıza karanlıklar sunulmaktadır. İyilikler ile kötülüklerin cedelleşmesi sürmektedir dünyamızda. Marifet ak ile karayı birbirinden ayırt edebilmektedir. Marifet firavunvârî duyguların tesirinden kurtulabilmek, Musaların aydınlık ellerinin aydınlığından istifade edebilmektir. Nemrutçuk olmamak, İbrahimlerin ateşleri soğutan imanına sahip olmak en büyük mesele...
Şirkin tuzaklarından korunmak, müşriklerin cahilî düşüncelerinden sıyrılmak, ehl-i nifakın etrafımıza serptiği tohumların yeşermesine meydan vermemek, kezzapların oyunlarına aldırmamak ve Muhammedîlerin safına katılabilmektir insanlığın en büyük meselesi. Küfrün, şirkin, nifakın, fıskın hükmünü olanca hızıyla icra etme gayreti içinde bulunduğu bu zamanda isyan duygularıyla baş edebilmek elbette kolay olmayacaktır. Ama biz zoru başarmak için insan olmuşuzdur. Ve zoru başarırsak insan olabileceğiz.
Putlarla kirletilen dünyamıza, imanın, sanemleri yüzüstü düşürüp, yerlerde sürükleten aydınlıklarını saçmamız gerekmektedir. Kalbimizin ve kafamızın içindekilerden başlayarak tek tek kırmalıyız o taş ve tahta parçalarını. Şeytanların içine gizlenebilecekleri en küçük bir put bile barındırmamalıyız iç dünyamızda.
Beynimizin kıvrımlarında gizlenmek isteyen asileri tard etmeliyiz bir an önce. O kıvrımlara, kıvrımlarda binlerce hikmetler yerleştiren Kâinat Hâlıkına giden yollar inşâ etmeliyiz. İnanmış olmanın huzuru kaplamalı bedenimizin bütün zerrelerini. Öyle bir hal oluşmalı ki, bize emanet olarak verilen zerreler insanlığımıza şehadet etsinler. Gerçek sahipleri tarafından konuşturuldukları zaman, hasenat defterlerimizde parlak satırlar oluştursunlar.
İmanın büyük tehlike altında olduğu dünyamızda, insanlığımız başka bir meşgale ile meşgul olmamıza izin vermemeli. İmanımız tutuşmuş yanıyorken gülmemeliyiz sorumsuzca. Kahkahalardan ziyade günahlarımızın kirlerini temizleyecek parlak ve berrak gözyaşlarına ihtiyacımız vardır. Aksi takdirde kirlere sebep olan lekeler âlemimizi karanlıklara mahkûm edecektir.
Dünyaya hükmetmek için insanlık cevherini hiçe sayan nadanların oyunlarına gelmemek gerektir. Onların çocukça oyunlarına âlet olmamak insan olmanın gereğidir. Biliyoruz ki, dünyanın uzun emelleri için çaba gösterenlerin hiçbiri uzun süre bu dünyada kalmayacak, en sevdikleri kişiler tarafından kara toprağın bağrına terk edileceklerdir bir gün.
Toprakta çürümeye mahkûm olan bir vücut için bu dünya hayatında devamlılık kaftanını biçmek akıl kârı değildir elbette. Zira biliyoruz ki, dünya yaratılalıberi hiçbir insan ebedîlik gömleğini bu dünyada giyme zevkini tadamamış ve bundan sonra da tadamayacaktır. Yine biliyoruz ki, bu dünyadaki faniliği görenlerin toprakla buluşan bedenleri mutlaka verimli topraklarda filiz verecek ve yeni dünyalarda ölümsüzlük elbisesini giyeceklerdir.
Bütün mesele, Rabb-i Rahîm’in rahmet deryasından istifade edebilmenin yollarını görmek ve bu yollardan ayrılmama kararlılığını gösterebilmektir bizim için. Kim ne derse desin sadece var olan her şeyin sahibi olan Zatın rızası dahilinde yaşamak en büyük arzumuz olmalıdır şüphesiz. Muhammedî (asm) yoldan ayrılmamak ve onun ümmetinden bir ferd olmayı dünyanın bütün mensubiyet, makam ve mansıplarına tercih etmek şereflerin en yücesi olmalıdır bizim için.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Hilm bir adam |
|
Hilm akardı yüreğinden yüzüne, yüzünden yüreklere… Edep ve tevazu timsâli tavırlarıyla sükûn halkalar oluştururdu çevresinde… Hal lisanıyla konuşurdu kelimeden öte, özü önceleyerek…
Uzun izahâtlar yapmazdı Nur Risâlelerini okurken, kısa kelimelerle işaret ederdi mânâ mihverine… Lüzumsuz konuştuğu görülmezdi, mâlayaniyât yaklaşamazdı yanına… Hilm doğardı girdiği meclislere…
Çam Dağı kokardı konuşmaları, Gelincik Yaylası eserdi tebessümü… Koyu gölgeli Barla’da bir ömür boyu kalmadı, gittiği beldelere gölge götürdü ömrünce…
Savruk zamanlarda çınar gibi dik durdu, Barla denizi gibi diri ve duru… Hilesizliği hile bildi, itibar etmedi kumdan tümseklere; bağrında Barla dağı taşıdı, eteklerinde taş taşımadı…
Etiketiyle değil hikmetiyle yürüdü; yılların kıvrımlaştırdığı yollarda… Çatık kaşlı değil kardeş bakışlıydı, karmaşık günlerde… Vakarıyla güler, kemaliyle kelâm ederdi… Kıymetsizliğe kıymet vermezdi; zira ömür az, lüzumlu işler çoktu…
Çokluğun kıymetsizliği değil, keyfiyetin kıvamıydı aradığı… “Hayatımın en önemli hadisesi Risâle-i Nur’u tanımaktı” kendi ifadesiyle, diğer kazandıkları ve kaybettikleri itibariydi, itibar etmedi… İtibarı Nura talebe olmakta aradı, aradığını buldu; vefat saati, vefat günü bunun işaretiydi…
Nur Müellifi Bediüzzaman’la aynı saatlerde, Nurun mühim talebelerinden Bayram Yüksel Ağabeyle aynı günde dar-ı bekaya irtihali tesadüfün uzanması imkânsız bir tevafuktu… Kerim olanın işârî bir ikramıydı bu; hayatını hizmette harcayan hakikî ve harika bir kazanç sağlar…
Geride kalanlara ibret ve derstir bu; sahte sahiplenmeler peşinde koşmakla hayatı heder etmek değil, hayatın en önemli işini imana hizmet bilip o işle içli dışlı olabilmek ömrünce…
Nur mektebinde Kur’ân talebesi olmak isteyenlerin vasıflarıydı kısa kelimelerle ifade etmek istediklerimiz… Onlar ölümü soluklar her nefeste, hizmeti hatırlatır hallerinde, hayatı haykırır ölümlerinde… Ömrün ölümü; ölümü düşünmemek, tefekkürü terk etmek bilirler, o şuurla hayata hayat katarlar…
Çabaları boşuna değildir; imanla kabre girme, ehl-i necat olma müjdesine erişebilmek ve eriştirebilmektir ehl-i imanı, diğer insanları…
Hafız Ali Ağabeye kim ölü diyebilir? Bilâkis diri fakat biz hissetmiyoruz… Vefat eden Nur talebelerini ders meclisinde toplayan bir alemdar… Alâmetler, Hilmi Doğan Ağabeyin de o meclise dâhil olduğu, yıldızlarda devam eden nurânî derslerde yerini aldığı yönde… Duâmız da bu yolda… Duâlara icabet eden Rahman’a hamd olsun…
Ölüm ve hayat hakikatiyle kol kola yerde yürüyenler, yıldızlara çıkacağı günü gözlerler…
Mâlayaniyâtla meşguliyetten perişan gönlümüz, malûmatfüruşlukla iştigalden akletmeyen aklımıza kuvvetli bir ihtar ve müjdedir Hilmi Doğan Ağabeyin vefatı… Yeni dirilişler için ibretle okunacak bir eserdir “Nurlu Hatıralar”… Hatırınızda olsun der, ölümü de hatırınızdan çıkarmayın deriz; zira her nefis gibi biz de tadacağız onu… İyisi mi onu iyi karşılamaya çalışalım.
Not: Hilmi Doğan Ağabeyi ikinci doğuşunda sıddıklarla beraber doğması duâsıyla uğurlarken, geride kalan “Doğan” ve “Kaşlıoğlu” ailelerine Cenâb-ı Hak’dan sabr-ı cemil niyaz ediyorum. (H. Eren)
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Suriye red cephesini terk mi ediyor? |
|
Camp David günlerinde Suriye’nin başını çektiği bir blok vardı ve buna ‘Cephetü’r rafd/Red Cephesi’ deniliyordu. Red Cephesi İsrail ile Mısır’ın yaptığı gibi tekil barış girişimlerini reddediyor ve Araplarla İsrail arasında 1967 sınırlarını esas alan toplu bir barış istiyordu.
1991 yılında Madrid Konferansı buna imkân tanıyordu ama İsrail yine çark etmiş ve ipe un sermişti. 2002 yılında Arapların, ‘Abdullah Barış Planı’ adıyla sundukları planı sessizce geçiştirerek ve karşılık vermeyerek yaptığı gibi. İsrail bu planları hep ademe mahkum ediyor. İsrail Mısır’la barış antlaşması yapmış ama bu barış sürecinin kapsamı Mısır’la ardından da Ürdün’le sınırlı kalmıştır. Ayrıca, barış halktan halka genişlemeyerek derinleşememiş ve yüzeysel kalmıştır. Camp David barış sürece hem kapsam hem de içerik itibarıyla zayıf kalmıştır. Suriye ise red cephesinin başını çekerek dünyada şöyle bir kanaatın yayılmasına yol açmıştır: “Mısır’sız savaş; Suriye’siz barış olmaz...” Acaba şimdi değişen ne oldu? Camp David’den sonra son dönemde de Suriye’nin İran ekseninde deveran etmesi nedeniyle Hamas ve Hizbullah’ın da katıldığı bu cepheye yeni Red Cephesi deniliyordu. Acaba Suriye son dakika manevrasıyla Annapolis Konferansına katılmayı kabul ederek bu yeni cepheyi yüzüstü mü bırakıyor? Ve gerçekten de buna değecek bir beklentisi var mı?
Bütün işaretler şimdiden Annapolis zirvesinin fiyasko olacağını ortaya koyuyor. Ama Suriye ile İsrail ve ABD’nin birbirlerini ihtiyacı var. Suriye Refik Hariri Mahkemesi’nden ve dolayısıyla giyotinden yakasını kurtarmayı hedefliyor. Yani bir şekilde pazarlığa muhtaç. Ayrıca, Suriye rejimi İran rejiminden daha farklı bir karaktere sahip. Pragmatik bir yapısı var bu da onu pazarlığa yatkın kılıyor. İran Annapolis’e katılmaması için Suriye üzerinde yoğun baskı uyguladı, ama nafile. Suriye gündemin yazılı olarak takdim edilmesi ve görüşmelere Golan Tepeleri’nin de dahil edilmesi karşılığında Annapolis’e gitmeye hazırdı ve fiili olarak da bunu gösterdi.
***
Aslında, Barak ve Olmert Filistin Cephesinden ziyade başarıyı Suriye Cephesinden bekliyorlar. Zira Kudüs’in statüsü, mültecilerin dönüşü ve yerleşim merkezleri meselesi gibi çetrefil meseleler yüzünden İsrail-Filistin müzakerelerinin mesafe alması, ilerlemesi mümkün değil. Dolayısıyla Filistin açısından Annapolis Konferansı yasak savma kabilinden olacaktır. İsrail yönetimi bu vesile ile Şam ile Annapolis’te en azından bir siftah yapmak istiyor. Suriye yönetimi de buna teşne. İlginçtir, Velid Muallim El Cezire’de katılım gerekçelerini ve çerçevesini açıklarken süreçlerin birbirine karşı kullanılmasına müsade etmeyeceklerini söyledi. Öyleyse, Abdullah Planı yetmez mi? Neden o çerçevede ısrkar etmiyorlar? Niye müzakereler, bu çerçevede yürütülmüyor. Dolayısıyla Annapolis’te Suriye İran’ı sattığı gibi akabinde rahat bir şekilde Filistinlileri de satabilir. İran mihverinden ayrılması için bazı teşviklerin uygulanması yeterli geliyor anlaşılan.
***
Annapolis’te Suriye’yi deneyimli diplomat Velid Muallim’in Yardımcısı Faysal Mikdat temsil edecek. Velid Muallim El Cezire’ye yaptığı açıklamada, diplomatik dille ilk kareye (Back to sqoare one) dönmek istemediklerini söyledi yine Rabin’in emanetine tutundu. Rabin’in emaneti şudur: Rabin ölmeden evvel Suriye ile İsrail görüşmelerin yüzde 85’ini tamamlamışlar. Suriyeliler görüşmelerin bu çatı üzerinde yürütülmesini ve sıfır noktasına geri dönülmemesini istiyorlar. Ama Netanyahu ile Suriyelilerin 3 yıl süren gizli görüşmeleri sırasında Rabin’in emanetine sahip çıkan olmamıştır. Velid Muallim, baba Hafız Esat’ın Clinton’la 2000 yılında Cenevre’de yaptıkları görüşmede tadil edilmiş başka bir İsrail planını reddettiğini hatırlatarak Golan Tepeleri hususunda ‘ya hep ya hiç’ yaklaşımlarını serdediyor.
Suriyeliler çok açık ve net bir biçimde 4 Haziran 1967 sınırlarına dönülmek kaydıyla İsrail’le kalıcı bir barış yapmaya hazırlar. Kapıyı açık tutuyorlar. Bundan ötesi lafu güzaf. Beklentileri gerçekleşirse Sedat gibi önüne geleni ve geride kalanları derhal ve gözünün yaşına bakmadan satmaya hazırlar. İran’mış Filistin’miş hiç farketmez... Suriye’nin prağmatik yapısı ve Annapolis süreci bunu gösteriyor.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Dostluğun men’î, “Yahudiyet ve Nasraniyet” noktasında... (2) |
|
Bundan tam bir asır önce Bediüzzaman’a sorulur: “Yahudî ve Nasarâ (Hıristiyanlar) ile muhabetten Kur’ân’da nehiy (yasaklama) var. ‘Ey iman edenler! Yahudîleri ve Hıristiyanları dost edinmeyin...” (Mâide Sûresi, 51). Bununla beraber nasıl ‘Dost olunuz!’ dersiniz?”
Said Nursî bu suali öncelikle âyetlerden hüküm çıkarma kurallarıyla cevaplar. (Münâzârât, Bediüzzaman Said Nursî, Yeni Asya Neşriyat, 70-71)
“Evvelâ; delil kat’iyyü’l-metîn (sağlam senedli ve güvenilir) olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak (kastedilen mânâya da kat’î ve kesin delâlet etmesi) gerektir” der. Kat’î ve kesin bir delil olan âyetin bu zâhirî anlamının da kat’î ve açık olması gerektiğini bildirir.
Çünkü, Peygamberimizin Medine’de başta “ehl-i kitap” denilen Hıristiyan ve Yahudilerle anlaşıp dostluk ve barış içinde beraber yaşama akdinden, Kur’ân’ın diğer âyetlerindeki “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimede buluşalım” çağrısına kadar, birçok âyet, hadis ve uygulama, bu âyette Bediüzzaman’ın tesbitiyle “tevil ve ihtimalin mecâli olduğunu” gösterir. Özetle, âyetin zâhiri meâli, hakîkî tefsiri ve tevili gerekli kılar.
Ortak kelime şüphesiz “tevhiddir”; Müslümanların sâir peygamberleri kabul ettiği gibi onların da Peygamberimizi kabulüdür. Ancak Kur’ân’daki bu dâvet, başlıbaşına “barış ve dostluk içinde irtibat”la alâkalıdır...
* * *
Zira Bediüzzaman’ın tefsiriyle bu âyetteki Hıristiyan ve Yahudilerle dostluktan “nehy-i Kur’ânî (Kur’ân’ın yasaklaması) âmm (umumî) değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir (kayıt altına alınabilir.) Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse (açıklasa), itiraz olunmaz....”
Konuyu tasrihten önce Bediüzzaman, devamında bir başka tefsir usûlü kaidesinin burada belirleyici olduğunu belirtir: “Hem de hüküm müştak (türetilen kelime) üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı (türeyen kelimenin alındığı kaynak kelime ve terim) illet-i hüküm (hükmün sebebi) gösterir.”
Yani, âyette ‘”Yahudîler’i ve ‘Nasarâ’yı dost edinmeyin” diyor. Dostlukta, insanî ve medenî ilişkileri değil, gayr-i müslimlerin “Yahudiyet” ve “Nasraniyet” cihetini öne çıkarıyor. Dolayısıyla âyetin yasak hükmü, Müslümanların dinlerinde Yahudilere ve Hıristiyanlara benzemesine; İslâmı bu dinlerle bir nev'î telif etme, uydurma ve “dostluk”la âdeta “dinleri birleştirme” sapmasınadır.
Nitekim Said Nursî, peşinden gelen paragrafta bu hususu şöyle açıklar: “Demek bu nehiy (belirtilen âyetin yasaklaması), Yahudi ve Nasarâ ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyinleri (dinî adâb, örf, gelenek ve usûlleri) hasebiyledir.”
Aslında zâhiren tenâkuz gibi görünen, “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah o zâlimleri hidâyete, doğru yola iletmez” meâlindeki âyet değil, tefsir usûlünce “takyid edilebilen”, kayda ve şartlara bağlı kılınan, kısacası kastedilen mânâ ve hükmü bilmeyip takdir edememekten ileri geliyor.
Bu açıdan âyette açıkça okunduğu gibi, “zâlimlik”, “zâlimlerle dostluk” ve “onlardan olma”ya dikkat çekiliyor...
Bundandır ki Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât adlı eserinde bu meyânda bir başka esası da nazara verir: “Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle (güzel görüp beğenmekle) iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin (hanımın) olsa elbette seveceksin!”
Görülüyor ki, temelde her Müslümanın bütün sıfat ve eylemleri “Müslümanca” olması gerekirken, olmuyor. Keza her kâfirin de her sıfatı küfründen türemiyor; gayr-i Müslimlerin de “dürüstlük” ve “çalışkanlık” benzeri “Müslümanca sıfatları, işleri ve san'atları olabiliyor.
Bu bakımdan, Müslümanların gayr-i müslimlerin, Yahudi ve Hıristiyanların güzel yönlerini, san'at ve sanayilerini takdir edip almaları, elbette bu âyetin “yasaklama” hükmüne girmiyor. Tıpkı Peygamberimizin Câhiliye döneminden kalma bazı İslâma uygun örf ve âdetleri devam ettirdiği gibi...
Bu kapsamdaki dünyevî ilişkiler, sosyal ve ticarî münâsebetler ve kastedilen “dinlerine yakınlık ve benzeşmek” dışındaki “insanî ve medenî dostluklar” da dahildir.
* * *
Bütün bunlarla birlikte Bediüzzaman, Mâide Sûresi 51. âyetteki “Yahudileri ve Nasarâyı dost edinmeyin” hükmünün hikmetini, ayrıca Asr-ı Saadette İslâmın insanlığa ilk tebliğinde meydana gelen “inkılâb-ı azîm-i dînî (dinî büyük inkılâp) ekseninde tefsir eder.
Kur’ân’ın yeni nâzil olduğu süreçte bütün zihinlerin din noktasına çevrildiğini, bütün muhabbet ve adâvetin bu mihver üzerinde olduğunu; ve o devirde gayr-ı müsimlere olan muhabbet ve yakınlaşmadan nifak (münâfıklık) kokusunun geldiği gerçeğinin altını çizer.
İşte Bediüzzaman, İslâmın yeni yayıldığı ve dinin tamamlandığı vasatta, özellikle “Yahudi ve Hıristiyanlara dostluk” perdesinde, dini tağyir ve âdeta bu dinlere adapte meylinin tezâhürü tehlikesine karşı, bu âyetin hükmünün hükümfermâ olduğunu bildirir. Bilhassa Yahudi münâfıkların bu bahaneyle çeşitli desîselerle bozgunculuklara soyundukları dönemin tabiatını nazara verir. Âyetin hükmündeki bu temel dinamikleri belirler...
Bu tahlilden sonra gelinen noktada gayr-i müslimlerle olan münâsebetlerin mâverasındaki farka ve niyete dikkat çeker. Âyetin diğer âyetlerin ve hadislerin ışığında bu esaslarla tefsir edilmesinin gereği üzerinde durur...
Bediüzzaman’ın âyeti tefsirdeki diğer izâhları yarın...
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Mustafa Akkad |
|
Ünlü yönetmen Mustafa Akkad’ı anma programını izledim. Tabiî ki, ekrandan.
Hilal TV ve TV Net aynı anda canlı ekrana getirdi. Akkad’ı anma programı iyi bir fikir.
Ekranda görebildiğimiz kadarıyla, organizasyonda bir sorun olduğu havası seziliyordu.
Bu projenin mimarı, aynı zamanda sunuculuk görevini üstlenen sinema eleştirmeni Ali Murat Güven, Azerbaycan’dan gelen mesajı iletirken boş koltuklara gönderme yaptı.
Konuşmacılar Akkad’ı değişik yönleriyle anlatmaya çalıştı. Ancak bazı konuşmacıların kimi zaman kendilerinin bile anlamakta zorlandığı konuşmalar bana fazlaca “entelektüel” geldi.
Belki o salon için normal… Ama ekran başında olan izleyenler, bizim gibi sabırlı davranmadı…
Hülâsa:
Yönetmen Mustafa Akkad gerçekten anılması gereken önemli bir şahsiyet. Bu güne kadar yıllardır filmlerini zevkle izlediğimiz Akkad’ı ne yazık ki, bir terör provokasyonunda aldığı ağır yara sonucu kaybettik.
Onun sağlığında kıymetini bilemedik.
Fatih Sultan Mehmed filmi için Türkiye’ye gelmişti. Senaryo çalışmaları, yer ve mekân çalışmalarına bakıldığı haberleri yayıldı. Umutlanmıştık. Ama sonra sırra kadem basıldı. Ne arayan oldu, ne de soran.
Finans akışı da sağlanamayınca, proje yattı. Akkad, yıllar sonra sessiz sedasız ülkemizi terk etti.
Akkad’ı anan organizasyonda emeği geçenleri kutlamamak ayıptır... Ellerinize ve yüreğinize sağlık...
VEHİP SİNAN
Bizim için ünlü… Başkası için usta ve emektar karikatüristlerden Vehip Sinan’ı da anan bir program gerçekleşti önceki hafta…
“Yaşayanlara Saygı” faaliyetleri çerçevesinde Altunizade Kültür Merkezi’nde anılan Sinan’ın aynı zamanda karikatürlerinden oluşan bir sergi açılışı da vardı.
Projenin mimarı Mehmet Nuri Yardım doğru söylüyor: Biz mizah gücü yüksek bir milletiz. Ninnilerimizde, masallarımızda, türkülerimizde, şarkılarımızda… Hikâye ve romanlarımızda, yani eserlerimizde mizah unsuruna her zaman rastlamak mümkün… Buna rağmen mizah geleneğimizi yaşattığımız söylenemez diyor. Haklı.
Bir de Yardım’ın iddialı bir sözü var: “Vehip Sinan, Nasreddin Hoca’nın hayırlı bir halefidir.”
Çünkü o, “Düşünceleri, duyguları ve çizgileri ve tipleriyle bizden olanı, yerli olanı, millî olanı işaret etmiştir.”
Diyorum ki, Gürbüz Azak için de böyle bir gece tertip edilse… Fena mı olur?
Yaşarken onların kıymetini bilip, değerini anlatmalı…
Yoksa-teşbihte hata mı ediyorum-âmâ bile öldükten sonra badem gözlü olur.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Toplumun sığınabileceği liman |
|
37 yıldır Türk müziğinde sözü edilen Orhan Gencebay, bir röportajında ‘aile’nin önemine dikkat çekmiş ve onu ‘sığınılması gereken bir liman’ olarak değerlendirmiş.
1960’lı yıllardan sonra toplumun büyük bir değişime uğradığına dikkat çeken Gencebay şöyle konuşmuş: “Ben aile düzeninin her zaman toplum hayatında, insan hayatında en önemli yaşam şekli olduğunun ısrarındayım, kesinlikle böyle olduğunu söylüyorum. Eğer böyle olmasa doğacak çoçuk nasıl yetişecek? Nasıl ona huzurlu ve güzel bir gelecek verebileceğiz? Dolayısıyla bunu sağlayan en sağlam ve en doğru sistem aile düzenidir. Aile, toplumun sığınabilceği en büyük limandır. Her şeyi paylaşacağı yerdir ve eğitilecekleri yerlerin de en başında gelir.” (Sergiİstanbul dergisi, Kasım 2007)
“Eski”den insanlar arasında sevgi ve saygı olduğuna da dikkat çeken Gencebay, “İnsanların arasında böyle uçurumlar yoktu. Ve insanlar başkalarına özenmiyordu, kıskanmıyordu. Fakat şimdi böyleyiz, bunun nedeni ne?” diye sormuş ve cevabını da şöyle vermiş: “Yanıt açık; biz 1960-70’den itibaren bayağı değişime uğradık. Ama özümüz yine de iyi diyorum, çünkü dünyaya bakıldığında (...), hâlâ bağlı olduğumuz erdemlerimiz var. Bundan da mutlu oluyorum. Geçirmiş olduğumuz zorlu süreç vardı. Üstesinden geldik ve bu zorlukları aştık. Bunu da güçlü bir aile düzenimiz olmasına bağlıyorum.”
Bunca yanlışa rağmen bu dünya ‘batmadı’ysa, elbette bunda ‘sağlam aile’nin büyük payı var. Bilhassa, kriz dönemlerinde ‘aile’yi hatırladığımız da bir vakıa. Başka ülkelerde yaşanan küçük krizler sonrası büyük patlamaların yaşandığı malûm. ‘Yabancı’lar, bunca krize rağmen Türkiye’nin ayakta kalmasına şaşıyorlar. Diğer uzmanların da ifadesiyle ayakta kalmamızın birinci sebebi sağlam aile yapımız. Bunca tahribe rağmen eş-dost yardımlaşmasının devam etmesi elbette sevindirici.
Şükür, aile hâlâ ayakta, ancak bu durum hep böyle devam eder mi? Dört koldan tahrip devam ederken, tamir için çalışanlar ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ tavrı sergilerse ‘aile’ dimdik ayakta kalmayı sürdürebilir mi?
Aile mefhumunu tahrip eden en büyük tehlike ‘müstehcenlik’tir. Ne yazık ki, ‘dost’ bilinenler de müstehcenliği teşvik etme oyununa âlet oluyor. Gerek gazete ve televizyonlar, gerekse ‘sanal dünya’ bu tuzaklara âlet oluyor. Sadece ‘reklam’ adı altında yapılan müstehcenliğin verdiği zararları hesaplamaktan aciz kalabiliriz.
Ne edip etmeli, sağlam aile yapısını muhafazaya çalışmalıyız. Aksi halde, dünya değilse bile Türkiye batabilir...
*
Dert bitmez
Büyük şehirlerin ciddî dertlerinden biri de park problemidir. Arabası olan da, olmayan da bundan şikâyet eder. Herkesin bildiği gibi bazı araçlar, uygun ‘park’ bulamadığı için; ‘yaya’ yollarını işgal etmiş durumdadır.
Dünyanın başka ülkelerinde de benzer problemler yaşanıyor. Ama Japonya ile ilgili bir not dikkatimizi çekti. İspark Genel Müdürü Kadir Gurbetçi aktarıyor: “Japonya’da araç almadan önce aracınızı nereye park edeceğinizi belgeleyemezseniz araç alamazsınız!”
Japonya ‘kökten’ çözümü bulmuş...
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
21. Yüzyıl anayasası |
|
Yeni anayasa tartışmaları, zaman zaman terörün gölgesinde unutulsa da, son altı aydır ağırlığını koruyor. Başbakan, Kızılcahamam’daki parti kampında, 15 Aralık’a kadar yeni anayasa taslağını açıklayabileceklerini söyledi.
25 yılını, askerî darbe sonrası hazırlanmış ve halka onaylattırılmış bir anayasa ile geçiren bir ülkenin ıztırap damarlarını bulmak zor olmasa gerek. Katı, teferruatlı, neredeyse tüzük düzeyinde dar tanımlı ve bozuk Türkçe ile kaleme alınmış bir anayasa.
Devlet organlarını, millî iradenin ortağı yapan, hatta gizli yöneticisi ve denetçisi yapan bir anlayışın, tamamen reaksiyoner ve siyasî iradeye rakip bir önyargıyla hazırladığı bir anayasa.
Geçen süre içinde bazı maddeleri değiştirildiyse de, ortada özürlü bir karekteristik var. Bohçalı ve birbirini nakzeden hükümleri, konjenktörü keyfine göre yorumlayan düzeneksiz bir bakış var. İnsan hakları ihlâlini, devletin bekası ve laiklik adı altında istediği yöne çeken ve hukukî zemini formlaştıran, “militan demokrasi”ye dönüştüren bir bulanık anayasa var.
Meclise rağmen, cumhurbaşkanı, devletin gücünü elinde tutan, kritik atamaları tek başına yapan, tercih sebeplerinde hikmeti kendisinde saklı bir garip uygulamalar zincirini, devlete abanmış bir baskısı ve stresi olan bu anayasa ile ne yapılabilir ki?
Korku temelli, resmî ideoloji bağnazlığı ile yazdırılmış, “iş”e yarar gördükleri ideoloji bezirgânları ile kendini korumaya ve konumlarını muhafazaya dayalı skolastik çerçeve taşıyan bir anayasa var ortada.
Türkiye gerçeğinin çok gerisinde, dogmatik ve akıl tutulmasına maruz carî yapının payandası rolünde bir anayasa.
Bırakınız günümüzün, dünün bile ihtiyaçlarına cevap verememiş, toplumu daraltmış, özgürlükleri kısmış, gerginliklerde taraf olmuş bir anayasa; millî iradeyi, post modern “koruma ve kollama” darbelerine uygun bir tevilin dayanağı olmuş adeta.
Gelişen dünyanın, büyüyen ülkemizin ve toplumu dinamik tutan değerlerin farklı bir coğrafyada bize sunduğu avantajları, imkanları ve mazimizin büyüklüğüne yakışır bir uzlaşma ve demokrasi perspektifini ortaya koymak, hayatî bir konudur.
Milletin referansı ve tercihleri, kendi değer sistemleri içinde, farklılıklara tahammül etmeyi başarmış bir anayasal metin etrafında sosyal ve siyasi mukaveleye dönüşebilir. Bir anlamda, devletle millet arasında bir güven mektubu. Bir teyit ve karşılıklı kabul metni.
21. yüzyılın bilgi çağı, hatta ötesi bilgelik ve hikmet arayışına doğru ilerlediği bir zamanda, yeni ihtiyaçlar var. Yeni insan profili var. Yeni şartlar ve talepler var. Bunu doğru okuyabilen, doğru algılayan ve insanî niyeti önde tutan bir bakış ve yaklaşımla, yeni anayasa metni hazırlanırsa, alışılmış defolu demokrasi ayıbından ve ülkeye musallat ideoloji dayatmasından kurtulacağız.
Yeni anayasa müstebit ruhlara cesaret vermeyen, önü açık, korkuları yenmiş, geleceğe ufuk tutan ve girişimci insanları destekleyen, katılımı yaygınlaştıran bir perspektifle hazırlanmalıdır.
Bütün bu demokratik açılımların konuşulduğu, Ankara’daki sivil toplum panelinde, sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği 3. panel oldukça dolu mesajlara sahne oldu.
Kâmil mânâda hürriyetlere endeksli, insanı yücelten, devlet kutsallığından sıyrılmış ve mazinin derelerine takılmamış bir heyecan ve vizyon seneryosu yazıldığı takdirde, AB sürecindeki Türkiye, çevresine de örnek olacaktır.
Panelde de belirtildiği gibi, İlnur Çevik’in ifadesiyle üç meseleyi çözen bir anayasa olmalı. 1- Türk-Kürt dostluğunu sağlamalı, 2- Dinî hassasiyetleri olan ezici çoğunlukla elit azınlık arasındaki problemi çözmeli,
3- Fikir özgürlüğü önündeki bütün engeller kalkmalı.
Ahmet Münir Erkal ise, mülkiyet ve hürriyeti esas alan çağa geçiş veren bir anayasa önerisi yaptı.
ADAG Genel Başkanı Prof. Dr. Gürbüz Aksoy ve panel yöneticisi Prof. Dr. Ahmet Battal ise, birinci ve ikinci panellere de vurgu yaparak, demokratikleşmenin katılımcı bir anlayışla sivil toplumun özlemlerini gideren bir açılım sağlamasını istediler.
Önümüzdeki altı ayın en önemli konusu, sivil bir anayasanın müzakere edilmesi, toplumla paylaşılması ve aktif yurttaşlık şuuruyla hepimizin bu konuda fikir serd etmesidir.
Sivil toplumun meşrû zemini böylece halkın iradesini etkili kılabilir.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Şaban DÖĞEN |
Rahmetten uzak kalmak |
|
İman hakikat ve nurlarını gönlüne nakşetmiş Mü’minin en arzu ettiği şey Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu aramak; en çok korktuğu, titrediği husus da gazabını celbedecek davranışlardan uzak kalmaktır. Hangi işle meşgul olursa olsun Mü’minin hiç aklından çıkarmadığı, çıkarmaması gereken nokta budur.
Diyelim ki ticaretle uğraşıyorsunuz, helâllere, haramlara dikkat ederek ticaretinizi yapacak, helâl dairede kalma hassasiyetini yitirmeyecek, hem Allah’ın rızasını, hem de para kazanacaksınız. Birbirine engel değil bunlar.
Zaman bozuk, insanlar ticârî noktada da şirazeden çıkmış olabilirler. Ama siz bu ölçülerden ayrılmayacak, ticaretin de doğrusunu ve güzelini göstereceksiniz.
Bu hususta en çok dikkat edilecek hususlardan biri alış verişe yemin karıştırmamaktır. Hele hele yalan yere yemin etmemektir. Bu hususta bir âyet-i kerimenin bile nâzil olduğunu biliyor muydunuz?
Bir kişi pazarda bir malı satışa çıkarmış, Müslümanlardan birine satabilmek için aldığı fiyattan sattığına dair yemin etmişti. Bunun üzerine şu meâldeki âyet-i kerime nazil oldu: “Allah’a verdikleri ahdi ve ettikleri yemini az bir dünya malı karşılığında değiştirenler var ya, onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Kıyamet gününde Allah onlara ne bir hitapta bulunur, ne rahmetiyle nazar eder ve ne de onları temize çıkarır. Onların hakkı pek acı bir azaptır.”1
Fiyat kızıştırmak da İslâmın yasakladığı davranışlardandır. Abdullah bin Ömer’in belirttiğine göre Resûlullah (asm) alıcı olmadığı halde fiyat teklif edip piyasa kızıştırmayı yasaklamıştır.2
Fiyatı yüksek söyleyip indirerek arzu ettiği fiyata satmak da yasaklanmıştır Resûl-i Ekremce (asm). Malı satın alırken düşük fiyat verip azar azar yükselttiğini, satmak istediğinde fiyatı yüksekten çekip sonra da yavaş yavaş indirerek istediği fiyata ininceye kadar düşürdüğünü söyleyen Fayle’ye, Allah Resûlü (asm) şu tavsiyede bulunmuşlardı: “Öyle yapma Fayle, birşey satmak istediğinde arzuladığın fiyatı söyle; ister alsınlar, ister almasınlar. Yine birşey satmak istediğinde de müşterinin istediği fiyata satsan da, satmasan da arzu ettiğin fiyatı söyle.”3
Fayle’nin tarzı bir hareket güven duygusunu sarsmaz mı? Oysa marketlerde olduğu gibi tek fiyat, almak veya satmak istenilen fiyat verilirse daha inandırıcı olunur. Dürüstlük de bunu gerektirmiyor mu?
Dipnotlar: 1- (Âl-i imran Sûresi: 77.) Buharî, Tefsir-i Kur’an: 8. 2- Tirmizî, Büyu’: 65. 3- İbni Mace, Ticarât: 29.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Asr-ı Saadet modeli: Sevgi ve şefkat |
|
Bediüzzaman’ın istibdat/diktatörlük ve zulme karşı duruşu, muhalefeti şiddete dayalı değil; akıl, kalp, sevgi ve şefkat kaynaklıdır. Ama, istibdadı, haksızlığı ve zulmü mutlaka tel’in eder. Bu metodu da, Peygamberimizden (asm), Asr-ı Saadet’ten iktibas etmiştir:
Hz. Peygamber (asm), maddî güce baş vurmadan, akıl ve gönülleri teshîr ederek, “imân gücü/sevgi ve şefkat” ile kâinat çapında yegâne örnektir. Mekkeli müşrikler (aristokrasi), bütün imkânlarını seferber ederek her türlü sindirme metodlarını denedi. İşkencelerin en dehşetlisini, şiddetin en katmerlisini uyguladılar. Onun (asm) ise imânından başka hiçbir şeyi yoktu! Buna rağmen, İslâmiyeti; fikir, ilim, adâlet/hak ve hürriyetler, terbiye ve eğitim sistemi olarak dünyanın hâkim kılmıştır.
Milâdî 550’li yılların Arap yarımadasına hayâlî bir seyahat yapıldığında, şöyle bir manzara ile karşılaşırız: Bedevî, kaba, cahil, haşin, sert, kavmiyetçi-ırkçı, kan dökücü, kızlarını diri diri gömecek kadar vahşî bir toplum. Alkol, fuhuş ve zina gibi ahlâksızlığın en katmerlisi hüküm sürüyor... Sayısız evlilik anlayışı... Âdetlerinde mutaassıp... Putperest, fal ve kâhinlikte şeytana taş çıkartacak kadar dessas... Ticârî münasebetleri hilebazlık, zorbalık üzerine kurulmuş. Kuvvetli olanın zayıfı ezdiği, hayatın yalnız maddî çıkarlardan ibâret olduğu, sair insanların ve varlıkların değerinin olmadığı, yaşayışın mânâsız olduğu ve her türlü sosyal hastalıkların cirit attığı çarpık bir çapulcu yapı...
Hz. Peygamber (asm) yetimdir, ümmîdir, okuma yazması, herhangi bir maddî gücü yoktur. Kabile reisi, bey, ağa filân da değil. Saltanatı yok, hazinesi yok, askerleri yok, eğitim müessesesi yok. Malı-mülkü, bağı-bahçesi, insanları kendisine celbedecek akarları da yok. Yalnız başınadır. Sasâni, Roma ve Pers medeniyetleri, Araplar, kendi kabilesi Kureyş, hattâ en yakın akrabalarından amcası Ebû Leheb dahi ona karşı şiddetle cephe almıştı.
O sadece akıl, kalb ve gönüllere hitap eder. 23 sene gibi kısa bir zamanda; her türlü eziyet, işkence, ölüm tehditleri ve zor şartlara rağmen; o vahşî topluluğu; öylesine bir eğitim ve terbiyeden geçirmiş ki, bütün bâtıl ve yanlış inançları, kötü alışkanlık ve bağımlılıkları söküp atmış... Kan, can, mal düşmanı olan insanları barıştırmış... Şiddete, maddî kuvvete dayanmaksızın, bütün kötü hasletlerini kaldırmış ve yerlerine de en nezih, en medenî, en güzel, en mükemmel inanç, ahlâk ve alışkanlıkları yerleştirmiş.
İşte, 20. asır bize bir imân ve cesâret âbidesini daha tanıtır: Bediüzzaman Said Nursî. Rejim/sistem; asker, polis, mahkeme, savcı, hapis, jandarma, karakol, üniversiteler, idâreci, kanun, basın, her şeyi ile onu durdurmaya, sindirmeye, hattâ yok etmeye çalıştı. Sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye, nezaretten nezarete, hapisten hapse gönderilmiş; defalarca zehirlenmiş. (Altı gün kendisine gelemediği zaman olmuştu.) Onun ise, imânından başka bir şeyi yoktu! 35 seneyi aşkın amansız baskılara karşı direnç gösterdi; asla boyun eğmedi. Dünya çapındaki Risâle-i Nûr Külliyatı’nı vücûda getirdi ve dünyaya okuttu. Servet, silâh, malzeme, imkânlar bırakınız mukabil olmasını; onun hiçbir şeyi yoktu. 23 Mart 1960’ta Hakk’a yürüdüğünde maddî varlığı; ‘seccadesi, yatağı ve çay takımını taşıdığı sepetten’ ibâretti.
Mohandas Karamchand Gandhi de, Hindistan’ın bağımsızlığını imân gücüyle gerçekleştirmişti. Ona göre “Ahimsa” (şiddet dışı güç, inanç), hayattaki tek gerçek güçtür.1 En büyük güç, Allah’a imândır ve Onsuz hiçbir şey başarılamaz.2 Şiddet dışı bir direnişçi, aşamadığı güçlüklere göğüs germede Allah’ın yardımına güvenir. Şiddet dışılığı, imân gücünü esas aldı. Bu, korkaklığı örten bir kılıf değil; cesurların en yüce erdemiydi. Korkaklık, şiddet dışılıkla kesinlikle bağdaşmaz. Şiddet dışı direnişte öldürmek değil, ölmek cesâret işidir.3
Gandi de yalnızdı ve maddî bir gücü yoktu. Şiddet kullanmadı. Teknolojisi ve debdebesiyle mağrur İngilizlere iman gücüyle direnmiş ve Hindistan’a bağımsızlığını kazandırmıştı…
Dipnotlar: 1- Savaşta ve Barışta, c. 1, s. 114, Navajivan Yay., Ahmedabad.; 2- Merton, 2001, s. 65.; 3. Age, s. 265.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Bağdat Kapısı |
|
Anadolu ile Irak, İstanbul ile Bağdat, mânen olduğu gibi madden de birbirinden kopmaz, ayrılmaz bir bütünü teşkil ediyor.
Zahirî ve muvakkat ayrılıklar, mâzi cânibinden gelen şanlı, kuvvetli bağları kesmez, kesmemeli.
Dünden bugüne zaman zaman yaşanan birtakım geçici arızaların kaynağı da, zaten başka (ecnebi) merkezlerdir.
Bunlara hiçbir şekilde kanmamalı, itibar etmemeli; buna mukabil, tarihten gelen kuvvetli bağlara sıkısıya tutunmalı ki, günümüzdeki mevcut sıkıntılar da kolayca atlatılabilsin.
Bağdat'a o kadar âşinayız ki...
Topkapı Sarayı, "devlet mantığının" gelişip dünyaya serpildiği en güzel mekânlardan biri olmuştur.
Bu "dünya cenneti" hüviyetindeki geniş, havadar mekânda arz–ı endam eden en güzel köşklerden biri ise, Bağdat Köşkü'dür.
Sultan IV. Murat tarafından 1639'da yaptırılan bu köşk, aynı dönemde bir kez daha fethedilen Bağdat şehrinin (ve dahi Bağdat seferinin) hatırasına inşa edilmiş.
Bağdat, bu mânâsı itibariyle, devletin kalbinde ve milletin ruhunda öylesine yerleşip kökleşmiştir ki, bunun sökülüp atılması kàbil değil.
Asırlardır İstanbul'u denizi, boğazı, camileri ve tepeleriyle birlikte temâşâ eden Bağdat Köşkü, bugün de dimdik ayakta ve her gün ziyarete gelen binlerce yerli–yabancı turistin hayranlık dolu bakışlarına mazhar oluyor.
* * *
Türkiye'nin maddî ve mânevî değerine paha biçilmez Bağdat Köşkü'nün yanı sıra, ayrıca yine Bağdat ismini taşıyan kıymettar daha birçok yeri, mekânı, alanı var.
Bunların başında, İstanbul'un Anadolu yakasında kilometrelerce uzayıp giden meşhûr Bağdat Caddesi gelir.
Osmanlı'nın son döneminde, bundan çok daha önemli ve kıymettar bir diğer servet ise, Anadolu–Bağdat Demiryolu'dur.
İstanbul'dan Bağdat'a kadar inşa edilen bu demiryolu, bilâhare Şam'a ve oradan da tâ Medine şehrine kadar uzatıldı.
Şükür ki, tam 100 sene sonra aynı güzergâhın yeniden inşa edilmesi gündeme gelmiş bulunuyor.
* * *
Bunların dışında, ayrıca Adana, Van, Şanlıurfa gibi Türkiye'nin birçok şehrinde "Bağdat Çarşısı", "Bağdat Pasajı" ismini taşıyan kalabalık iş merkezleri var.
İçinde "Bağdat" geçen firma ve iş yeri isimlerinin ise haddi hesabı yok.
İşte, bütün bunlar gösteriyor ki, genelde Irak ve özelde Bağdat'la kopmaz, ayrılmaz bağlarımız var.
Osmanlı zamanındaki meşhûr "Bağdat Kapısı" ise, İstanbul'dan Bağdat'a doğru giden ilk molanın, ilk çıkış durağının ismidir.
Dileriz ki—muvakkat arızalar dışında—asırlar ötesinden günümüze kadar daima açık duran, açık tutulan "Bağdat Kapısı" tâ kıyâmete kadar da hiç kapanmasın, hiç kapatılmasın.
İnanıyoruz ki, İstanbul–Hicaz Demiryolu'nun yeniden hayata geçirilmesiyle, Bağdat yolu da büyük ölçüde rahatlayacak ve eskisinden çok daha canlı, hayattar bir hale gelecek.
GÜNÜN TARİHİ 27 Kasım 1934
Tarihte benzeri olmayan bir yasak furyası
Türkiye'de 1934 yılı Kasımının son haftası ile Aralık ayının ilk haftasında öylesine dehşetli bir yasak furyası yaşandı ki, böylesi bir fecaate insanlık tarihinde ilk kez şahit olundu.
İşte, bu gayr–ı fıtrî değişim, dönüşüm ve başkalaşım mânâsındaki yasaklar zincirinin belli başlı halkaları:
1) 24 Kasım: Yaklaşık 500 senedir fethin sembolü olarak içinde ibadet edilen ve Fatih Sultan Mehmed'in vakfiyesine göre bu statüsü kıyâmete kadar değiştirilmemesi gereken Ayasofya Cami, asıl mahiyeti–ne hikmetse–anlaşılamayan bir "Bakanlar Kurulu Kararı" ile mâbet olmaktan çıkarılarak "müze" haline getirildi.
2) 26 Kasım: Soyadı Kànununa paralel şekilde çıkarılan 2590 sayılı kànuna göre, bundan böyle hiçbir şekilde, yani ne lâkap olarak da, soyadı olarak da–en az bin yıldır kullanılmakta olan–şu ünvan ve tâbirler asla kullanılmayacak: Ağa, hacı, hafız, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi ve hazretleri.
3) 3 Aralık: Dinî kıyafet ve kisveler, cami–mescid gibi mâbetlerin dışında hiçbir sûrette giyilmeyecek.
Uyduruk soyisimleri
Bu arada şunları da hatırlatalım ki, eski soyadlarının hemen tamamı geçersiz sayıldı ve önemli bir kısmının yeniden kullanılması yasaklandı. Aynı şekilde, pekçok köy, kasaba ve şehir isimleri değiştirildi. Hatta, bazı gazete isimleri bile değiştirildi. Meselâ, "Hakimiyet–i Milliye"nin 27 Kasımdan sonra "Ulus" ismiyle çıkması gibi...
Bu meyanda önemli bir nokta da şudur: Pekçok vatandaşa öylesine uyduruk, berbat, incitici, yüz kızartıcı, hatta haysiyet kırıcı birtakım soyadları verildi ki, onları burada zikretmekten dahi haya ediyoruz.
Bunların bir kısmı zaman içinde ve özellikle mahkeme yoluyla değişmesine rağmen, önemli bir kısmı ise hâlen kullanılmaya devam ediyor.
İşte, sadece bir kısmını burada zikrettiğimiz değişim ve yasak furyasının, insanlık tarihinde ikinci bir benzerini bulamıyoruz, gösteremiyoruz.
Sadece bir kısmını diyoruz, zira bir diğer kısmı var ki, onları bugün (yine 75 sene sonra) bile eleştirel mânâda yazamazsınız.
Haliyle, böylesi bir durumun da dünya tarihinde ikinci bir eşi–benzeri yoktur.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
İlmin hükmü |
|
Emin Bey:
*“İlimde farziyet var mıdır? Varsa hangi konulardadır? Hangi ilim farzdır? Hangi ilim farz değildir?”
Cebrail Aleyhisselâm’ın, Nûr dağında Resûlullah Efendimiz’e (asm) tebliğ buyurduğu beş âyetten müteşekkil Allah’ın ilk vahyini, farz olan ilim açısından değerlendirecek olursak, önemli mesajlar ilk plânda gözümüze çarpar.
Cenâb-ı Hak ilk vahyinde, beşikten mezara kadar beşerden istediği fiilleri zikretmiştir: Bunların özetle; okumak, öğrenmek, talim, terbiye ve tefekkür yapmak ve yazmak olduğunu görüyoruz. Bu emirler, Kur’ân’ın bizden ne istediğini, neyi öğrenmemiz gerektiğini, neyi öğrenmenin bizim için farz olduğunu kâfi oranda anlatacak derecededir.
Bu ilk âyetlerden anlıyoruz ki; bir büyük kitap olan kâinat, Kur’ân’ın tercüme ve tefsiriyle1 mutlak sûrette okunmalıdır. Yani Kur’ân’ın nazarıyla kâinat okunmalıdır. Çünkü öğrenmek için akıl, düşünmek için fikir veren ve istikamet için talim altına alan ve kalemle öğreten bizzat Rabb-i Ekrem’dir. Kâinat kitabının Rabb-i Ekrem’e yaptığı şehâdet, ilimle müşahede edilmelidir. İlim açısından, önce farz olan budur. Günümüzde Risâle-i Nur, böyle bir “şuhûd ve şehâdet” kapısını açtığı için, Alak Sûresi’nde beyan edilen “talim-i İlâhî”nin ihatası içindedir ve farz olan ilimdendir.
Alak Sûresi’nin ilk beş âyetinin kısa bir tahliline girecek olursak: İlk âyet “Oku!” emriyle başlar. İnsan, kendisini yaratan Rabb’inin ismiyle okumaya başlamalıdır. İkinci âyet insanın aşılanmış bir yumurtadan yaratıldığını hatırlatır. Birinci âyetle bağlantı kurduğumuzda bu iki âyet “mutlak ilim ve tefekkürü” önemli bir vecîbe olarak üzerimize yüklemiş olur. Üçüncü âyette “Oku!” emri, “Rabbüke’l-Ekrem” ismiyle birlikte tekrar önemle hatırlatılır. Burada Rubûbiyete yapılan vurgu ile, gerçek mânâda talim ve terbiye edicimizin, kendi Rabb’imiz olduğunu kavramış oluruz. Dördüncü âyet zaten talim mes’elesini hemen gündemine alır. Burada, insanın, Rabb-i Ekrem’i tarafından “kalemle talim” edildiği beyan edilir. Beşinci âyette “talim” mes’elesi gâyet netleştirilir ve Rabb-i Ekrem’in insana tamamen “bilmediğini öğrettiği” açıkça zikredilir.2
İlimde “farz olan” dendiğinde; hiç şüphesiz, Rabb’imize intisabımız açısından zarûrî olan bilgilere dikkat çekilmek istendiği anlaşılmalıdır. Rabb’imizle aramıza bir iman bağı kurmamız ve O’na bağlanmamız zarurîdir. Bunu gerçekleştiren ve takviye eden temel davranışların tümünü, yani “temel iletişim davranışlarını”, yani iman esaslarını, ibadet şekillerini ve ahlâkî kuralları, sebebiyle ve nasılıyla birlikte hüviyetiyle, şekliyle, özüyle, sözüyle öğrenmek doğrudan ve birinci plânda farziyetin içine girer. Çünkü insan önce Allah’a imanı ve O’na nasıl yaklaşacağını bilmek ve öğrenmek zorundadır. Bu açıdan Peygamberlerin getirdikleri bilgiler, öğrenilmesi farz olan bilgi ve esasları muhtevidir.
Dolayısıyla âhirzaman Peygamberinin (asm), bize takdim ve tebliğ buyurduğu “îmân, ibâdet ve ahlâkı” esaslarıyla ve şekilleriyle öğrenmek mutlak sûrette farzdır. Bu çerçevede her Müslüman’ın namaz, oruç, zekât ve hacc konusunda kendisine kâfî ölçüde bilgi edinmesi ve güzel ahlâkı kavraması zarûrî olur, yani farz olur. Bununla beraber bir Müslüman’ın, imanını, ibadetini ve ahlâkını takviye edebilecek her türlü ilâve bilgileri elde etmesi de, imkânları ölçüsünde farz olur.
Bir ilim dalında ihtisaslaşarak insanlığın yararına yeni bilgilere ulaşmak ve ilimde mümkün olan en üst seviyeye, gelebildiği en üstün noktaya gelmeye çalışmak da Kur’ân nazarında ehemmiyetlidir. “İlimde râsih” olmak, yani ilimde uzmanlaşmak Kur’ân’ın önem verdiği sâlih amellerdendir.3 Ancak ilimde râsih olmak herkese nasip olmaz.
İlim sonsuz bir ummandır. Bu ummana dalmak, derinleşmek ve yapabildiğimiz ölçüde ilimle insanlara faydalı olmaya çalışmak da üzerimizdeki önemli vecibelerdendir. Faydasız bilgileri kafamıza yığmak ise hamallıktan başka bir şey değildir. Peygamber Efendimiz (asm) faydasız bilgilerden Allah’a sığınmıştır.
Dipnotlar:
1- Sözler, S. 230.
2- Alak Sûresi, 96/1-5.
3- Âl-i İmran, 3/7.
27.11.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|