Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Siz ve taptıklarınız, Cehenneme girecek olanlardan başkasını, Allah hakkında saptıramazsınız.

Saffât Sûresi: 161-162

27.11.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Birinizin içeceğine sinek düştüğünde onu daldırsın sonra çıkarsın. Çünkü sineğin kanadının birinde hastalık, diğerinde şifa vardır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 505

27.11.2007


Medeniyet, beşeri fakir ve tembel eyledi

İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları, faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet; ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u esasîsi, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi, 53:39.) “Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” (A’râf Sûresi, 7:31.) ferman-ı esasîsiyle, “beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır. Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

Emirdağ Lahikası, s. 334

Lügatçe:

aşâir: Aşiretler.

terakkiyat: İlerlemeler, gelişmeler.

medeniyet-i hâzıra: Şimdiki medeniyet, hazır medeniyet.

hayat-ı içtimaiye: Toplumsal hayat.

medeniyet-i hâzıra-i garbiye: Şimdiki Batı medeniyeti.

kanun-u esasî: Temel kanun.

seyyiât: Kötülükler, günahlar.

hasenât: İyilikler, sevaplar.

râcih: Üstün gelme.

maksud-u hakikî: Hakiki kastedilen.

istirahat-i umumiye: Genel istirahat.

saadet-i hayat-ı dünyeviye: Dünya hayatının mutluluğu.

sa’y: Çalışma, gayret.

hâcât: İhtiyaçlar.

garp: Batı.

medeniyet-i zâlime-i hâzıra: Şimdiki zalim medeniyet.

hevesat: Hevesler.

tehyiç: Heyecana getirme.

havâic-i gayr-ı zaruriye: Zaruri olmayan ihtiyaçlar.

mübareze: Çekişme, kavga.

vücub-u zekât: Zekâtın farz olması.

hurmet-i riba: Faizin haram olması.

avâm: Sıradan biri, fakir halk tabakası.

havas: Marifet ve yaşayışça üstün olan, üst tabaka.

zîr ü zeber: Paramparça. Alt üst, karma karışık, darma dağınık.

27.11.2007


Tolstoy’un soruları ve Risâle-i Nur

Ünlü Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy’un (1828-1910) “İtiraflarım” adlı kitabını, itiraf ediyorum ki, yeni okudum.

Her kitaptan, herkes farklı bir mesaj çıkarır. Adı geçen kitap konusunda herhangi bir değerlendirme yazısını okuma fırsatım olmamıştı. “İnsan Ne İle Yaşar” kitabını okumuştum. Yine Tolstoy’un “Hz. Muhammed” (asm) adlı kitabı da kitaplığımda yer almakla beraber yüzeysel taramıştım.

Yolculuğa çıkarken âdet gereği ince bir kitap alıp okuma düşüncesi ile “İtiraflarım”ı almıştım. Yolculukta okuyamadım, ama bir şekilde sonra okudum. Döndüm bir daha okudum. İşaretlediğim yerleri not almak için üçüncü kez bir daha okudum.

Niçin bu kadar dikkatimi çektiğini merak ederseniz, ürettiği sorular diyebilirim.

Soruların da ötesinde, soruların soruluş biçimi, cümle ve ifade şekliydi.

Duyguların, ince soyut kavramların, iç dünyanın, hissiyâtın açık ve berrak şekilde kelimelere, cümlelere dökülmesine hayran oldum.

Belki her insanın bilinçaltında hissettiği, fakat ifade edemediği ve cevabını merak ettiği sorulardı Tolstoy’un soruları.

Batı felsefesi ve pozitif bilimin hayatın anlamını açıklayamadığının ifadesiydi.

Dünyevî bakımdan elde edeceği bir şey kalmadığından, “Bundan sonra ne olacak?” sorusuna cevap bulamadığından bahsediyor kitabın ilk bölümlerinde. “Ben neyim?”, “Hayat nedir?”, “Hayatın anlamı nedir?”, “Dünyanın her şeyi senin olsa ne olur?”, “Zengin ile fakirin, âlim ile cahilin ölümleri arasında ne fark var?” gibi soruların cevabını bulamayışının, kendisini bunalıma sürüklediğinden bahsediyor.

Batı felsefesi ve pozitif bilim, aklı kullanarak kâinatta en küçük parçadan en büyük kozmik yapıya kadar parçaların terkibini ve sonuçlarını laboratuvarda ortaya çıkarıyor, ama hayatın anlamının ne olduğuna cevap veremiyor.

“Arayışımı bütün bilim dallarında sürdürdüm, ama aradığımı bulmak şöyle dursun, benim gibi hayatın anlamını bilimde arayan hiç kimsenin de hiçbir şey bulamadığına ikna oldum” diyor.

“Hayatımın, beni bekleyen ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?”

“Arzuları olan bir varlık olarak ben kimim?” “Kâinat nedir?” “Niçin varım?” “Evren niçin var?”

Felsefe, “Ben kimim ve kâinat nedir?” sorusuna “her şey ve hiçbir şey” diyor. “Niçin?” sorusuna ise, “Bilmiyorum” diyor.

Evet, akıl yoluyla felsefe, insanın hayatla ilgili, yaratılış, var oluşla âlâkalı sorularına cevap verememiştir. Ürettiği formül, iptal-i his nev’inden bir oyalanmaktan ibaret kalmıştır. Akıl başa belâ olmuş, hayat yaşanmaması gereken yanlış bir şey olduğu gibi, saçma bir gerekçeye dayanmıştır.

Felsefe ile bilgelik seviyesine gelen insanların, bilgelikleri derecesinde kederlerinin de arttığına dikkat çeken yazar, bilginin başa belâ olduğuna vurgu yapıyor.

Din ve inançla ilgili sorularına zamanın din adamlarından tatmin edici cevap bulamıyor. Bilge sayılabilecek insanlar arasında inançlı olarak kendilerini tanımlayanların inançları ile yaşayışlarının çelişkilerle dolu olduğunu görüyor.

İnançları ile uyumlu olduğunu gördüğü köylülerin ve işçilerin, yoksulluk ve zahmet içinde olmalarına rağmen, hayatlarından memnun olduklarını, imanın hayata anlam kattığını fark ediyor.

Risâle-i Nur’da geçen temsilleri de kullandığı, dikkate değer bir husus. Sekizinci Söz’deki, aslanın kovalamasından korkup kuyuya atlayıp oradaki dalları tutan adamın meselini hatırlatarak, “Ağacın yapraklarından damlayan balı yalayan adamın aşağıdaki ejderhayı görmezden gelmesi gibi bir hayatı yaşıyor insanlar” diyor.

Yine Altıncı Söz’deki, içinde her türlü teçhizâtı bulunan çiftlik misâli de kullanılıyor. Bu misâlde, dışarıda bulunan fakir bir dilenci donanımlı bir çiftliğe alındığında, tulumbadan su çekmesi için kollarını hareket ettirmesi ile sulanan bahçenin meyvelerini toplarken çiftlik sahibine itiraz etmesinin ne kadar akıl dışı olacağına dikkat çekiliyor. Onun gibi biz insanlar da çiftlik sahibinin köleleriyiz diyor. Çiftlik sahibinin bizden ne istediğini araştırıp öğrenmenin mantığını, insanın Yaratıcıya karşı görevleri olduğu noktasına getiriyor.

Evet, soruları birbiri ardınca sıralamış Tolstoy. Çapraz sorular üretmiş. Batı felsefesinin iflâsını, edebî, sarih ve kendine özgü akıcı, sade üslûbu ile ortaya koymuş.

Sonuçta, “Allah varsa her şey var” anlamına gelen düşünce limanı ve sahiline varıyor.

Risâle-i Nur’da Batı felsefesinin tezleri ile Kur’ân’ın çözüm ve çarelerinin gayet mükemmel izah edildiği malûmdur.

Akıl yoluyla Allah’ı bulmanın ve iman nimetine erişmenin mümkün olduğu ana fikrini görebiliyoruz. Ancak “marziyat-ı İlâhî nedir?” sorusuna cevap bulmak çok zor.

Öte yandan bütün dünya nimetlerine kavuşup, bilim dallarının her birinde hayatın anlamını arayacak kadar araştırma ruhu, sebat ve metanet sahibi Tolstoy gibileri ancak milyonda bir ya çıkar, ya çıkmaz. Bir çok İslâm âliminin bile Batı felsefesinin yollarında bataklığa saplandığından, yalpaladığından bahseder Bediüzzaman.

Sahip olduğumuz imanın, Kur’ân’ın ve rehber olan Peygamberimizin (asm) sünnetinin ne kadar büyük nimet olduğunun farkına varmak isteyenler, Tolstoy’un “İtirafları”nı okumalıdır. İbret için, hayata dair soruların neler olduğunu anlamak için okumalıdır.

Sonra dönüp, Risâle-i Nur’u tekrar tekrar okumalılar. İnsanlık tarihinin en büyüklerinin içinden çıkamadığı hayat sorularına ne kadar kolay, açık ve mükemmel cevaplar verdiğini görebilmek, elindeki nimetin değerini anlamak, ülfet perdesini kaldırabilmek için okumalıdır.

[email protected]

Dursun SİVRİ

27.11.2007


BİR KISSA, BİN HİSSE

Ebû Zerr-i Gıfârî (ra) anlatmıştır:

Ben devamlı olarak Peygamber Efendimiz’i (asm) gözetler ve onu bir yerde yalnız görünce gidip yanına oturarak faydalanırdım. Bir gün yine onu ararken, evden çıktığını gördüm. Onu takip ettim. Gidip bir yere oturdu. Ben de yanına oturdum. Bana:

“Yâ Ebâ Zer, niçin geldin?” buyurdu. Ben:

“Allah ve Resûlü için geldim” dedim.

Az sonra Ebû Bekir (ra) geldi, sağ yanına oturdu. Ona da:

“Yâ Ebâ Bekir, niçin geldin?” buyurdu. O da:

“Allah ve Resûlü için geldim” dedi.

Biraz sonra Ömer (ra) gelip Ebû Bekir’in (ra) sağına oturdu. Resûlullah (asm):

“Niçin geldin ey Ömer?” buyurdu. Ömer:

“Allah ve Resûlü için geldim” dedi.

Biraz zaman sonra Osman (ra) geldi. O da Ömer’in sağına oturdu. Peygamber Efendimiz (asm):

“Niçin geldin ey Osman?” buyurdu. Osman:

“Allah ve Resûlü için geldim” dedi.

Sonra Peygamber Efendimiz (asm) yerden yedi veya dokuz adet çakıl taşı aldı. Çakıl taşları Resûlullah’ın (asm) elinin içinde bal arısının iniltisini andıran bir sesle Allah’ı tesbih etmeye başladılar. Peygamberimiz (asm) taşları yere bırakınca sesler kesildi. Resûlullah (asm) taşları alıp Ebû Bekir’in eline koyunca taşlardan yine Allah’ı zikir sesleri işitildi. Ebû Bekir çakıl taşlarını yere bırakınca sesler kesildi. Resûlullah (asm) bu sefer taşları Ömer’in elinin içine koydu. Taşlar onun elinde de aynı şekilde tesbihe başladılar. Ömer taşları yere bırakınca sesler kesildi. Resûlullah (asm) onları alıp Osman’ın avucuna bıraktı. Çakıl taşları onun elinde de aynı inilti ile Allah’ı tesbihe başladılar. Osman taşları yere bırakınca sesleri kesildi. Çakıl taşlarının tesbihini cemaatte bulunanların hepsi işitiyorlardı.

(Heysemî, 8/299)

Süleyman KÖSMENE

27.11.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri